Kalbe Giden Yol

Beş yıl onceydi. Eşiyle gorduğu ruya ve emir telÂkki ettiği bir tavsiye uzerinde istişare etmişler ve kararlarını vermişlerdi: Goc edeceklerdi. Nihat Bey, muhendis olarak calıştığı bilgisayar firmasından ayrılmış; mimar olan eşi de elindeki projeleri tamamlayıp, iş hayatından elini-eteğini cekmişti. Mobilya ve beyaz eşyalarını, borclarını henuz odedikleri evlerini ucuz-pahalı demeden satmışlar; geride kalan diğer eşyaları da, muhitlerindeki fakirlere vermişlerdi.

Eş-dost, hısım-akraba kim varsa, onları kararlarından vazgecirmeye calışmıştı: “Deli misiniz? Buradaki iş-guc, ev-bark bırakılıp yaban ellere gidilir mi? Nasıl yaşayacaksınız orada? Cocuklarınızı hangi okullarda okutacaksınız? Hem cocuk bekliyorsunuz…’’ Ama onlar, Mecnûn, LeylÂ’yı bulmaya; Ferhat, dağı delmeye ne kadar kararlıysa, o kadar kararlıydılar. Evet, belki burada rahatları bozulacak, huzurları kacacaktı; ama olsundu. Yumuşak doşeklerde, mukellef sofralarda da rıza aranmazdı ya.

Kendilerini uğurlamaya gelenler arasında kimler yoktu ki? Aileleri, iş arkadaşları, gonul dostları, komşuları... Gelebilecek herkes Yeşilkoy Hava Alanı’ndaydı o gun. Cenazeleri olsa, ancak o kadar insan toplanırdı.

Nermin Hanım’ın babasıyla vedalaşması, orada bulunanları huzunlendirmişti. Babası, Nermin’in iki elinden tutmuş ve gozlerinin icine baka baka şoyle demişti: “Kızım, gidip de donmemek, donup de gormemek var. Şoyle doyasıya bakalım birbirimize...’’ Ama tamamlayamamıştı yaşlı adam sozlerini. O hic sarsılmaz, ağlamaz sanılan adam ağlıyordu işte.

Gittikleri diyarda onları karşılayacak kimseleri bulunmuyordu. Ne bir tanıdık, ne bir referans… Yanlarında bir bucuk can, iki valiz kitap, birkac valiz eşya ve birkac ay yetecek para…

Once uygun bir ev bulup yerleşmişler sonra da iş aramaya başlamışlardı. Aradan gunler, haftalar hatt aylar gecmiş; ama ne Nihat, ne eşi iş bulabilmişti. Kapısını calıp borc isteyecek kimseden de mahrumdular.

Bu caresizlik icindeyken, Nermin’e, az bucuk tanışıp selÂmlaştıkları komşusu, cocuğuna bakıcılık yapmasını teklif etmiş ve o da bunu kabul etmişti. Kendi bebeği Nisa henuz kundaktaydı; onunla birlikte başka bir bebeğe de bakacaktı.

Bu hÂdiseden birkac hafta sonra Nihat da iş bulmuştu: Benzin istasyonunda pompacılık yapacaktı. Boylece aylar, aylara eklenmeye başlamıştı.

Vatan hasreti, aile ozlemi icten ice yakmaya, kavurmaya başlamıştı onları. Ara sıra umitleri sonuyordu. Ama uzun omurlu olmuyordu boyle anlar. Boyle zamanlarda gozlerinin onunde, ‘ağlayan bir adam’ silueti beliriyor ve: “Onlar benim imanımı artırıyorlar.’’ diyordu. HÂl boyleyken geri donmek olur muydu?

Vize alırken yaptıkları sozleşme gereği, beş sene boyunca bulundukları ulkeden ayrılamayacaklardı. Hasretlerini yureklerine gommuş, ‘sabır!’ demişlerdi.

Gecen zaman icinde Nermin birkac cocuğun daha bakıcılığını ustlenmişti. Aileler ona guveniyorlardı. Hatt bazen cocuklarını almaya gelen ebeveynleri eve davet ediyor; hazırladığı borekleri, corekleri, pasta ve tatlıları onlara ikram ediyordu. Nermin’in yemekleri cok beğeniliyordu, hatt bazıları ondan yemek yapmayı oğreniyordu. Yeme, icme faslında yapılan sohbetlerle diyaloglar ilerliyordu.

Nermin izzet-ikram işini gun gectikce ilerletmişti. Bakıcılığını ustlendiği cocukları ve ailelerini ozel gunlerinde (doğum gunu, evlilik yıl donumu) evine yemeğe davet ediyordu. Ramazan ayındaysa tanıdıklarını iftara cağırıyordu. HÂliyle iftar sofralarının konusu oruc oluyordu. İnsanlar, bir şey yiyip icmeden, akşama kadar durabilmeyi, hem de bunu otuz gun surdurebilmeyi anlamakta zorlanıyorlardı. Ama bu insanlar zamanla buna alışmışlardı. Coğu iftara geleceği gun -Musluman olmamasına rağmen- oruc tutmaya, orucun kazandırdıklarını tecrube etmeye başlamıştı. Sonraki yıllarda iş tersine donmuş ve Ramazan ayını dort gozle bekleyen bu insanlar, onları iftara cağırır olmuşlardı.

Bir gun Nermin Hanım’la Nihat Bey’in aklına yemek kursu acma fikri geldi.

Bunu fiiliyata gecirmek zor olmamıştı. Zaten mutfakları bu iş icin kullanılıyordu. Geriye sadece adını ‘kurs’ koymak kalmıştı: ‘Turk Yemekleri Kursu.’ Nermin Hanım aşcıbaşı, Nihat Bey yamaktı. Sekizine giren Tarık’ın elinden de artık bazı işler geliyordu.

Kurs ceşitli hayırlara vesile olmuştu. Bu sayede onlarca insanla tanışmış, kendilerini tanıtma imkÂnı bulmuşlardı. Aralarındaki sevgi-saygı, cocuklarına gosterdikleri itina ve dinî vecibeleri yerine getirmedeki hassasiyetleri kursiyerlerin dikkatini cekmişti. Kursiyerler, İslÂmiyet’le ilgili soru soruyor, cevapları da saygıyla dinliyorlardı.

Sohbetin yonu bazen Anadolu’ya kayıyordu. Evin muhtelif yerlerine cerceveletilip asılan Turkiye’nin ceşitli guzel yerlerinin fotoğraf ve kartpostallarını goren kursiyerler, bu guzel yerleri yakından gormeyi cok arzuluyordu. Bu mulÂhazalarla Turkiye’ye ziyaret organize edildi.


Ucağa bineli altı saat olmasına rağmen, zihninde ucuşan bir suru duşunce sebebiyle Nihat bir turlu uyuyamamıştı. Gurbeti vatan belleyen cocukları, ruya ulkesini gezinmeye coktan başlamışlardı.

Kocasının sol tarafında oturan Nermin enginlere dalmıştı, istikbÂle uzattığı merdivene tırmanmaya calışıyordu. Hava alanında kendilerini bekleyen manzaralarla susluydu basamaklar.

Annesi onları nasıl karşılayacaktı? Cocuklarını tanıyabilecek miydi? Nisa gurbette doğduğundan, annesi onu hic gormemişti. Beş yıl aradan sonra ne hissedecekti? Ya kendisi? Ne diyecekti annesine? Nasıl teselli edecekti onu? Gozunde o sahne canlandıkca ayakları geri gidiyordu; ama yuzleşecekti mecburen. Gittiklerinden bir sene sonra almışlardı babasının vefat haberini. Bağrına taş basmıştı. Şimdi gitmeli ve babasının kabrinin başına dikmeliydi o taşı.

İki sene evvel ağabeyi kalb ameliyatı olmuştu. Hep iyiyim diyordu telefonda. Ama sesi pek inandırıcı gelmiyordu. Kız kardeşi gecen yıl evlenmiş ve bir cocuğu olmuştu. Adını Nermin koymuşlardı. Her dakika ailelerine bir adım daha yaklaşıyorlardı. Birkac saat sonra ulkelerinde olacaklardı. Vuslat yaklaştıkca Nermin Hanım’ın icinde tarifi imkÂnsız duygular donup duruyordu.

Nermin duşuncelerinden on sıralardaki bir bayanın, yanına gelmesiyle sıyrılabildi. Gozlerindeki nemliliği fark eden bayan onu yalnız bırakmak icin geri donuyordu ki, Nermin elinden tuttu. Elinin tersiyle gozlerini silerken, kadına: “Beş yıldır ilk defa ailemi goreceğim de… Beni nelerin beklediğinden emin değilim.’’ diyebildi.

Yanına gelen bayan elindeki katalogu gostererek: “Buraya da gidecek miyiz?’’ dedi. Gosterdiği MevlÂna turbesiydi. “Evet” dedi Nermin. “Yeterince vaktimiz olacak. On beş gun boyunca adım adım gezeceğiz Anadolu’yu.’’

Yemek kursuna katılanlardan on altı kişi onlarla Anadolu’nun camilerini, guzelim insanlarını, tabiî guzelliklerini gormeye geliyorlardı. On beş gunluk tatillerinin tamamında misafirleriyle beraber olacak, vakitlerini onları gezdirerek gecireceklerdi.

Hava alanına onları karşılamaya kalabalık bir grup gelmişti. “Yavrum!’’ diyerek kendisine ulaşmaya calışan yaşlı annesini gorunce Nermin’in dizlerinin bağı cozuldu. Annesinin yanı başındaki ağabeyi sıhhatli gorunuyordu. Kerime, kızını gosteriyordu ablasına…

Bir duğunlerinde olmuştu boyle konvoy, bir de şimdi... Yabancı misafirler boyle bir ilgi beklemedikleri icin şaşkındılar. Konvoy, İstanbul’un caddelerinden hızla akarak evlerine ulaştırdı onları.

On beş gun goz acıp kapayıncaya kadar gecmişti. Beş sene oncesi gibi donuyorlardı yine. Bu sefer onları uğurlamaya daha kalabalık bir grup gelmişti. Ama engellemek isteyen yoktu.

Nihat Bey’le Nermin Hanım’da pişmanlıktan eser yoktu. Vakıa, gozleri yaşlıydı. Bakışları huzunluydu. Fakat başka bir şeydi bu… Bilerek, isteyerek, şevkle koşuyorlardı vazifelerinin başına.

Onları hicret mahallerine yeniden goturecek olan ucak gurultuyle havalandı. Nihat, kendisine bakan eşine: “Değdi mi Hanım?’’ dedi. Her şeyi terk edip sıfırdan başlamaya değdi mi? Cektiğimiz bunca sıkıntıya değdi mi?

Nermin, yan koltukta oturan misafir cifti işaret etti: “Değmez mi hic? Gormuyor musun Anna’yla eşini? Bak, merakla Yusuf AleyhisselÂm’ın kıssasını okuyorlar.”

Biraz sonra Anna’nın eşi Tomy heyecanla Nihat’in yanına gelip, “Buldum! Buldum Nihat Bey!” diye seslendi. “Adımı buldum. ‘Yusuf’ olsun benim adım da…’’

Nihat hıckırıklarına hÂkim olamıyordu. Vatandan ayrılışa değil, hicretin meyvesine ağlıyordu.

(Sızıntı-Haziran/2006)
__________________