Efendim; Aziz Mahmud HudÂyî Vakfı’nın dunyanın ceşitli yerlerinde hizmetleri oluyor. Bu cercevede Afrika’ya ozel bir onem verildiğini de biliyoruz. Kıtaları aşan hizmet ufkuyla ilgili genc arkadaşlarımıza neler soylemek istersiniz?

CenÂb-ı Hakk’ın lûtf u ihsÂnıyla HudÂyî Vakfımız, derya gonullu insanların da destek ve katkılarıyla, dunyanın dort bir koşesinde, garip, yetim, yoksul ve muhtac kardeşlerimize yardım etmek icin buyuk bir seferberlik icinde -elhamdulillah-. Bu faaliyet sahalarından biri de, hic şuphesiz ki, adı aclık ve somurgecilikle zikredilen Afrika kıtası.

Gercekten de Afrika halkı, son derece ihmal edilmiş bir halktır. Ozellikle musluman Afrika halklarının ihmal edilmişliği, cok daha ileri seviyelerdedir. Zira onlar, ulkelerinin yonetiminde soz sahibi olacak nesilleri yetiştirebilecek eğitim imkÂnlarından mahrum bırakıldılar. İbadetlerini yerine getirebilecekleri ibadethanelerden mahrum bırakıldılar. Tedavi olabilecekleri hastahanelerden mahrum bırakıldılar.

Belki bu ifÂdeleri biraz daha acmak lÂzımdır. Biliyorsunuz şoyle bir soz vardır:

“HÂkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuc yetişmiş insandır.” Yani eğer bir avuc yetişmiş insanınız varsa, hÂkim milletsiniz. Aksi takdirde başka milletlerin tahakkumu altında kalmaya mahkûmsunuz.

Muslumanların acmış olduğu okullardan ve eğitim imkÂnlarından mahrum olmaları sebebiyle Afrika’daki cocuklarımız, eğitim icin maalesef hristiyan misyonerlerin acmış olduğu okullara gitmek zorunda kalıyorlar. Tabi bu zarûretin son derece esef verici neticeleri var. Bunların başında da dînî ve ahlÂkî cokuntu geliyor. Yarının buyukleri olarak ulkelerini yonetecek olan gencler, kendi dînî ve millî değerleri yerine, misyoner okullarında Hristiyanî ve Batılı değerlerle yetiştirildikleri icin, kendi şahsiyet ve karakterlerini kaybediyorlar.

Somurge devletleri de, gÂyet zeki talebeleri secerek bunlara kendi ulkelerinde yuksek tahsil imkÂnı veriyor, doktora yaptırıyor ve zihniyet değişikliğiyle ulkelerine geri gonderip devletin yuksek kademelerine geciriyorlar. Boylece hicbir sıkıntıyla karşılaşmadan bir nevî uzaktan kumandalı şekilde Afrika’da kendi hÂkimiyetlerini surdurmeye devam ediyorlar.

Hastahaneleriyle ilgili olarak da Burkina Faso’lu Dr. Halid SÂnÂ’nın şu ifÂdelerini nakletmek, oradaki icler acısı hÂli gostermesi bakımından kÂfî gelir diye duşunuyorum. Dr. Halid SÂn şoyle diyor:

“Batılı devletlerce desteklenen soz konusu hastahanelerde musluman hastalara iki resim gosteriyorlar. Biri Mesih diğeri de Hazret-i Muhammed diye. «‒Şayet Muhammed’e inanmaya devam edersen hastalığından kurtulamayacaksın!» deniyor. İyileşmesi icin de gereken tedaviyi başlatmıyorlar. Ne zaman ki «Mesih gercek peygamber ve onu hastalığından kurtaracak kişi» şeklinde inanmaya başladığını soyleyince gereken tedaviyi başlatıyorlar. Hasta iyileşince «‒Gordun mu, Muhammed hastalığını gideremedi ama senin imdadına Mesih yetişti!» diyerek halkımızı hristiyanlaştıracak akıl almaz yontemler uyguluyorlar.”

Orada yaşayan mu’min kardeşlerimizle belki dillerimiz ve renklerimiz farklı, lÂkin gonullerimizin rengi aynı. ÎmÂnımızın Âhengi aynı. Kardeşliğimizin olcusu aynı. Zira “mu’minlerin kardeş olduğunu”[1] îlÂn eden, CenÂb-ı Hak’tır.

CenÂb-ı Hakk’ın sevdiği bir kul olabilmek icin de, bilhassa zor zamanlarda, din kardeşliğinin gereğini yapmak; dert ortağı olmak, onların yanı başında bulunmak, îsÂr hÂlini yaşamak, yani kendinden, nefsinden koparıp vermek zarurîdir. Bu buyuk bir mes’ûliyettir. Bu mes’ûliyet şuurunu taşımayanlar icin Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in şu îkÂzı ne kadar dehşetlidir:

“Mu’minlerin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” (Bkz. HÂkim, IV, 362)

Cunku gercek mu’min, gonlundeki rahmet ve merhamet duygusu olcusunde yureğinin uzanabildiği her yerden kendini mes’ûl addeder.

Oyleyse yapmamız gereken;

Bu îman nîmetinin şukrunu, ondan mahrum bulunanlara da ulaştırma gayretiyle odemeye calışmaktır. Zira Afrika, Osmanlı’nın himÂyesinde bulunduğu vakitlerde huzurlu bir hayat yaşıyordu. Cunku İslÂm girdiği yere huzur verir. LÂkin Osmanlı’nın Afrika’dan cekilmek zorunda kalmasının ardından bu kıta, korsanların, somurgecilerin ve misyonerlerin eline duşmuştur. Mesel korsanlar, buradaki aşiretleri birbirine duşurmuş ve kuvvetli aşiretlerden kelle başı kole satın almıştır. Bu koleleri de zincirlenmiş bir vaziyette Amerika’ya goturmuş ve orada bir parya olarak zulum altında calıştırmışlardır.

Afrika, cok buyuk yeraltı zenginliklerine sahip olması sebebiyle Batılı devletlerin asırlarca tasallutuna mÂruz kalmıştır. Batılı devletlerin Afrika’ya bakış acısını gostermesi bakımından Kenya’nın kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta’nın şu sozu ne kadar mÂnidardır:

“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gozlerimizi kapatıp du etmeyi oğrettiler. Gozlerimizi actığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.”

Yani gunumuzde Afrika’nın hem maddî zenginlikleri elinden alınmış hem de misyonerlik faÂliyetleriyle gonullerindeki îman nûru sondurulmeye calışılmıştır.

Hristiyan misyonerlerin yoğun calışmalarının bir neticesi olarak, yerleşim yerlerinde neredeyse 400-500 metrede bir kilise veya kilise kuruluşu bulunmaktadır. Hatt Afrika’da bulunan kilise ve Batılı sivil toplum kuruluşlarının yuzde 90’ı, muslumanların yoğun olduğu Kuzey bolgelerinde faaliyet gostermektedir. Bunun bir neticesi olarak koylere doğru gidildikce daha once musluman iken sonradan hristiyan olan insanlarla karşılaşmak mumkundur. Ve icler acısı bir başka manzara da şudur ki, musluman iken hristiyan olanlar, isimlerini değiştirmemektedirler. Dolayısıyla da buralarda adı “Mustafa” olan hristiyanlara rastlamak mumkundur.

Yapılan araştırmalar da gostermektedir ki, gecen asrın başlarında Afrika’nın nufusu 300 milyon iken hristiyanların sayısı 9 milyondu ve bunun butun nufusa oranı sadece yuzde 3’tu. Buna karşılık muslumanların sayıları 165 milyon ve toplam nufusa oranları ise yuzde 55’ti.

2010 yılında nufusu 1 milyar 13 milyon olan Afrika’da 577 milyon hristiyana (%57) karşılık 293 milyon musluman (% 29) var.

Bugun Hristiyanlık Batı’da neredeyse cokmuştur. Kiliselere yaşlı birkac insanın dışında kimse gitmemektedir. Hatt bu kiliselerin coğu satışa cıkarılmaktadır. Dolayısıyla da misyonerler butun guclerini fakir ve cÂhil bıraktıkları Afrika’nın hristiyanlaşmasına harcamaktadırlar.

Mu’minleri bir vucut gibi tÂrif eden Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîsine binÂen, -Allah korusun- Afrika’da kaybettiğimiz her insan, aslında bedenimizden kopan bir parca mesÂbesindedir.

Hic şuphesiz, Afrika’nın ilk olarak İslÂm ile şereflenmesi, Medîne ve İstanbul’dan daha once vukû bulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, Mekke Devri’nin beşinci yılında CÂfer-i TayyÂr Hazretleri’ni Habeşistan’a gondermiştir. Orada on uc sene kalarak İslÂm’ı tebliğ eden Hazret-i CÂfer -radıyallÂhu anh-, Habeşistan’ın buyuk coğunluğunun musluman olmasına vesîle olmuş ve ondan sonra Medîne’ye donmuştur.

Hatt CÂfer-i TayyÂr -radıyallÂhu anh-, Medîne’ye donduğu esnada Efendimiz’in Hayber’de olduğunu haber alıp, hic vakit kaybetmeden Hayber’e gitmiştir. CÂfer’i goren Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- once:

“–Yaratılış ve ahlÂk itibÂriyle bana ne kadar benziyorsun!” iltifatında bulunmuş ve alnından operek şoyle buyurmuştur:

“–Hayber’in fethi ile mi, CÂfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” (İbn-i HişÃ‚m, III, 414)

Bizler de kendimizi CÂfer-i TayyÂr Hazretleri’nin bin dort yuz sene sonra gelen bir nesli olarak bileceğiz. Afrika icin maddî-mÂnevî hizmetlerimizi ihmal etmemeye gayret gostereceğiz. Boylece Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gul yuzunu tebessum ettirmeye calışacağız. Zira Peygamber Efendimiz şoyle buyuruyor:

“Hayatım sizin icin hayırlıdır; bÂzı hÂdiseler yaşarsınız, bunun uzerine size ilÂhî vahiy ve hukumler indirilir. VefÂtım da sizin icin hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Guzel bir amel gorduğumde AllÂh’a hamd ederim, kotu bir şey gorduğumde de sizin icin AllÂh’a istiğfÂr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Bugun yapılması gereken işlerin başında, oralardan talebe getirerek Turkiye’mizde okutmak, İslÂmî bir şuur ve idrÂk kazandırarak vatanlarına donmelerine yardımcı olmak gelmektedir. Zira İslÂm’ın rûhunu iyi hazmeden bir mu’min, sergilediği guzel hÂl ve davranışlarla gittiği her yerde -AllÂhʼın lûtfuyla- hidayetlere vesîle olur.

Bizler de şunu gorduk ki, Afrika’da gercekleştirilen Kurban faaliyetleri, acılan cÂmi ve okullar, maddî-mÂnevî yardımlar vesilesiyle pek cok kişi yeniden İslÂm’a donmektedir.

VelhÂsıl İslÂm Âlemi olarak buyuk bir mes’ûliyet altındayız. DÂim duşuneceğiz ki;

Acaba bugun bizim yerimizde ashÂb-ı kirÂm olsaydı, gonulleri İslÂm ile buluşturmak icin nasıl bir gayretin icine girerlerdi? Buna mukÂbil, bizim gayretimiz hangi seviyede?

Zira Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitÂben şoyle buyurmuştur:

“Ey Ali! AllÂh’ın senin vÂsıtanla bir kişiyi hidÂyete erdirmesi, senin icin uzerine Guneşʼin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (HÂkim, Mustedrek, III, 690)

CenÂb-ı Hak, lûtf u keremiyle cumlemizi hidÂyet uzere yaşatsın ve hidÂyetlere vesîle eylesin…

Âmîn!..

[1] Bkz. el-HucurÂt, 10.




Alıntı;
Osman Nûri Topbaş
(Genc Dergisi)


__________________