TASAVVUF DENİLİNCE NE ANLARSINIZ?

M.Esad Coşan(rh.a.):




"--Tasavvuf denilince ne anlarsınız?" diye bir anket yapsam şuraya toplanmış kardeşlerime, ne cevaplar verebilirler diye ben onları kendim duşundum akşam, şoyle sıraladım:

MeselĂ‚ icinizden bir kardeş diyebilir ki:

"--Tasavvuf nefis terbiyesi'dir. İnsanın vicdanını terbiye etmesidir. Nefsini zabt u rabt altına almasıdır. Nefs-i emmĂ‚resini nefs-i razıye, merzıye gibi yuksek ve kaliteli bir nefis haline getirmesidir." diyebilir.

Doğrudur, oyledir gercekten... Nefis terbiyesi meselesi tasavvufun onemli bir kısmıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de ayetler de var:


"Kim Rabbinin makamından korkarsa ve nefsini hevĂ‚-yı nefsinin peşinde suruklenmekten men edebilirse, işte cennet onun durağı ve yurdu olur." buyuruluyor.

Demek ki, nefsin hevĂ‚sını, şehevĂ‚tını insanın dizginlemesi lĂ‚zım!.. Dizginlenmesi gerektiğini ayet-i kerime soyluyor. BinĂ‚en aleyh, nefis terbiyesi meselesi tasavvufta cok buyuk bir yer tutan meseledir. Kur'an-ı Kerim'in emridir. BinĂ‚en aleyh, tasavvuf bu yonuyle Kur'anî bir ilimdir.

Başka:
"Nefsini temizleyebilen, icini pÂk eden kimse felÂh bulacak!" buyuruluyor.


"Kim nefsini temizleyebilirse; icini, egosunu, enesini temizleyebilirse, o cennetlik olacak, felĂ‚ha erecek! Kim onu kirletirse; egosu pis, kirli; ici, kalbi fesat olarak kalırsa; o da hĂ‚ib ve hasir, pişman ve perişan olacak, iki cihanda mahvolacak!" deniliyor.

Demek ki, nefsin terbiye edilmesi Kur'anî bir emir olduğu icin, tasavvuf bu yonuyle Kur'Ă‚nîdir. Kimse tasavvufa yan gozle bakamaz!..


İkincisi: Tasavvuf deyince cok hatıra gelen bir şey, zikir'dir. Dervişin eli tesbihlidir, dili zikirlidir. HattĂ‚ Yunus Emre'nin bir sozu var, cok hoşuma gidiyor. Bestesini de seviyorum, ilĂ‚hi olarak bestelenmiş:


Yunus sen bu dunyaya niye geldin?
Gece gunduz Hakk'ı zikretsin dilin!
Evliyaya uğramaz ise yolun,
Goctu kervan kaldın dağlar başında...


Şimdi soruyor:

"--Yunus sen bu dunyaya niye geldin?"

Kendisi cevabı vermiş gibi yine kendisine emrediyor:

"--Gece gunduz Hakk'ı zikretsin dilin!"

Niye geldin sen bu dunyaya?.. Zikredeceksin, kulluk edeceksin... Gece gunduz Allah de, Hakk de, Hû de... Şimdi Hû demek de bir suc gibi... Hû, Allah'ı kasdederek "O" demek... "O... O... O..." derken bir aşk hasıl oluyor. Hû isminin zikrinden aşkullah, muhabbetullah hasıl olur dedikleri ondan...

(Evliyaya uğramaz ise yolun,) "Eğer Allah'ın bir sevgili kuluna tesaduf etmezsen; alim, fĂ‚zıl, murşid-i kĂ‚mil kuluna uğramazsan, bu gercekleri oğrenemezsen, gafil gezersen, cahil kalırsan; (Goctu kervan kaldın dağlar başında...) o zaman, kervanı kacırmış olursun. Dağın başında, kurtların kuşların arasında kalırsın."

Şeytan insanın kurdudur. Kuzuyu kurdun parcaladığı gibi, şeytan da insanı yakaladı mı, parcalar, perişan eder. Dağ başında yalnız, cobansız, silahsız yakalarsa, parcalar.


Evet, şek şuphe yok hepiniz, "Tasavvuf deyince ilk hatırınıza gelen kelimeyi soyleyin!" dersem, "Zikir" dersiniz. Belki, buyuk olcude boyle dersiniz. Zikir de Kur'an-ı Kerim'dendir.

Ben lisedeyken bir sabah okula gittim, arkadaşlar beni mutebessim, şakacı bir şekilde karşıladılar. Etrafımı sardılar. "Bunlar bir şey yapacak ya, dur bakalım..." dedim. "Bir renk adı soyle!" dediler. Omuzumu kaldırdım, "Kırmızı..." dedim. Bir kahkaha kopardılar, yatıyorlar yerlere... "Ne var bunda gulunecek, kırmızı renk değil mi?" dedim. "Yok, ondan değil... Kime sorduysak, kırmızı diyor da ondan guluyoruz." dediler. Demek ki, ilk akla gelen carpıcı renk kırmızı imiş. Psikolojik bir şey...

Şimdi, "Tasavvuf deyince, soyle bakalım ilk hatıra gelen nedir?" desek, belki buyuk bir kısmı, %75'i "Zikir" diyecek. Bir kısmı da, belki %25'i "Nefsin terbiyesi" diyecek. Ama zikri daha cok soylerler. Zikir de Kur'an'dan...


"Ey iman edenler, Allah'ı cok zikredin!"


"Sabahleyin, akşamleyin Allah'ın ismini zikret!" İki zıt şeyi zikrederek dĂ‚imĂ‚ mĂ‚nĂ‚sı verilir edebiyatta... Allah'ı zikret, Allah'ın ismini zikret!..

Sonra:

"Allah'ı cok zikreden erkekler, Allah'ı cok zikreden kadınlar, diğer iyi işleri yapan muslumanlarla beraber bunlara Allah cok buyuk mukĂ‚fatlar hazırlamıştır." buyuruluyor.

Kur'an-ı Kerim'de zikirle ilgili seksen kadar emir var... O halde tasavvuf, Kur'Ă‚nî bir faaliyettir. Nefis terbiyesi de Kur'an'dan, zikir de Kur'an'dan...


Sonra, bir kısmı da tasavvufu "guzel ahlĂ‚k" olarak tarif edebilir. "Mutasavvıf; kendi kotu huylarını temizlemiş, iyi ahlĂ‚ka sahip olmuş, kĂ‚mil, olgun bir insandır." diyebilir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de var...

Guzel ahlĂ‚k hakkında sayılamayacak kadar cok ayetler var... Allah bize Kur'an-ı Kerim'de sabrı tavsiye etmiyor mu, "Vasbir!" demiyor mu?.. Şukru tavsiye etmiyor mu?.. Hamd etmeyi, merhameti, tevekkulu tavsiye etmiyor mu?.. Kadere rızĂ‚ gostermeyi, comertliği, tevĂ‚zûu, halim selim olmayı tavsiye etmiyor mu ayetlerde?..

O halde tasavvufun ahlĂ‚kı guzelleştirme calışması, Allah'ın Kur'an'daki bu emirlerini yaptırmak, oğretmek ve insanın icine yerleştirme calışmasıdır. BinĂ‚en aleyh, bu da Kur'an'dandır.


Sonra, "Efendim, derviş adamdır, o ehli tariktir. Hic harama bakmaz, hic haram yemez; takvĂ‚ ehlidir." diyoruz. TakvĂ‚ vasfı nerdendir?.. Kur'andandır, Kur'an-ı Kerim'in emridir. Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'in pek cok ayet-i kerimesinde:


"Ey iman edenler! Allah'tan korkun!" diye emrediyor. TakvĂ‚ Kur'an-ı Kerim'den...


İhlĂ‚s; temiz kalbli olmak, iyi niyetli olmak... O da Kur'an-ı Kerim'den... "Bir amel, iyi niyetle, sırf kendisinin rızasını kazanmak icin yapılmazsa, Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri o ameli kabul etmez!" buyuruyor Peygamber Efendimiz... "Allah insanların yuzlerine, sîmalarına, sûretlerine, mallarına bakmaz, aldırmaz; gonullerine bakar, niyetlerine bakar, amellerine bakar." buyuruyor. İhlĂ‚s'ın onemini pek cok ayet-i kerimeden, hadis-i şeriften biliyoruz.


Sonra ihsĂ‚n; ibĂ‚deti guzel yapmak... Kur'an-ı Kerim'in pek cok ayeti buna dair... Hani derviş nedir?.. Gunduz sĂ‚im, gece kàim... Ne demek gunduz sĂ‚im, gece kàim?.. Gunduzleyin mubarek, sevap kazanmak icin oruc tutuyor. Geceleyin mubarek, uykusunu terkediyor, seccĂ‚desine duruyor, sabahlara kadar namaz kılıyor. Be adam, uyku uyumaz mısın!..


Bizim Ankara'da cok sevdiğimiz bir doktor kardeşimiz var... Sohbete otururuz, başı boyle duşer, uyur. Bizim fakulteden mezun, talebe cemiyeti başkanlığı yapmış, cin gibi bir talebemiz var... Ona demişler ki:

"--Allah icin gece uyumaz da, tesbih ceker de, onun icin uyukluyor."

Bizim talebe de hemen yapıştırmış:

"--Soyleyin ona, biraz da Allah icin uyusun!" demiş. "Gece uykusuz kalıp da, gunduz sohbette uyuyacağına, soyleyin de biraz Allah icin uyusun!" demiş.

Derviş ibadeti boyle yapar, cok yapar. Bu konuda da Kur'an-ı Kerim'de, "Namaz kılın, oruc tutun, zekĂ‚t verin, hacca gidin!.." gibi bir cok emirler var...


TASAVVUF KUR'AN VE SUNNETE DAYANIR

Tasavvuf cok sevimli bir konudur. Cok saygıdeğer bir konudur, cok onemli bir konudur. Hem tarihi yonden onemlidir; hem insan olmak dolayısıyla, gonlumuz olduğu icin, ic alemimiz olduğu icin onemlidir. Dunya var oldukca, insanoğluyla beraber tasavvuf var olmuştur; mistisizm diyoruz buna...

Tabii, İslĂ‚m'ın tasavvufu da İslĂ‚m'cadır, başka tasavvuflara benzemez. Hint tasavvufuna, Yunan tasavvufuna, Yahudi tasavvufuna, İran tasavvufuna, İslĂ‚m'dan onceki kulturlerin tasavvufuna benzemez. Cok buyuk farklar var...

Cunku, İslĂ‚m tasavvufunun kaynağını Kur'an-ı Kerim ve Peygamber SAS Efendimiz'in hayatı, sîreti, sunneti teşkil etmiştir. O damgayı vurmuştur. Nasıl başka dinlerde İslĂ‚m'ın hakikatleri yoksa, kaybolmuşsa; İslĂ‚m kaybolan hakîkatleri dile getiriyorsa, tevhid akîdesinin bayrağını dikmişse fikir kalesinin burcuna; İslĂ‚m tasavvufu da tabii, oteki mistisizm cereyanlarından, mistik felsefelerden cok farklıdır. Koku, Kur'an-ı Kerim ve Sunnet-i Seniyye'dir.

Tabii, --boya yapan, resim yapan kardeşlerimiz bilirler-- beyazı hangi rengin yanına getirirseniz, karıştırırsanız, o rengin acığı olur. Kırmızıyla karıştırırsanız, pembe olur. Beyazı cok olursa, cok acık pembe olur. Kırmızısı cok olursa, koyuya doğru gider. Yeşile karıştırırsınız, maviye karıştırırsınız, ceşitli başka renklere karıştırırsınız. Beyaz beyazlıktan cıkar ama, yine acık bir renktir, guzel bir renktir.

Ben buna benzetiyorum. İslĂ‚m tasavvufu, koca İslĂ‚m alemine yayıldığı icin, Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na, Sibirya Bozkırlarından Afrika'nın guneyine kadar, dunyanın cok buyuk bir yerine yayılmış olduğu icin, gittiği yerlerdeki boyalar, biraz onun beyazına renk katmıştır. O halde bolge bolge tasavvuflarda fark vardır. MeselĂ‚; Hindistan'daki tasavvufla, Afrika'daki, İspanya'daki tasavvuf aynı değildir. Anadolu'daki tasavvuf ile Yemen'deki tasavvuf aynı değildir. Horasan'daki tasavvufla Mısır'daki tasavvuf arasında nuans farkları vardır. Zevk ve gorunum farkları vardır.


Bu genişlik icinde, yayıldığı yerlerden renk aldığı icin, aldığı renkler, alıntılar fazla ise, biraz da cizginin dışına kacmış taraflar da olabilir. O zaman, İslĂ‚mî olculer icinde tasvib edilemeyecek bir takım gorunumler; İslĂ‚m'da, Kur'an'da, Peygamber Efendimiz'in sunnetinde olmayan bir takım gorunumler olabiliyor.

--Nerden oluyor?..

--Mahalli kulturlerden giren unsurlardan... Musluman olan unsurların, eski kulturlerini unutamamalarından ve o kultur unsurlarını yeni İslĂ‚mî hayatlarında az cok yaşamalarından kaynaklanıyor.


Yakın misalini soyleyeyim: Tasavvufî bir konu icin davet edildiğim icin, iki ay once Sudan'a gitmiştim. Koca salonda bize Turk heyeti diye buyuk pĂ‚ye verdiler. Ayrı masa verdiler, imkĂ‚nlar verdiler... Salona baktığım zaman, ordaki tasavvuf ehli insanlar arasında o kadar ceşitli insanlar gordum ki, bir tanesi cok dikkatimi cekti. Bir başlığı var başında; miğfer gibi ama, madenî değil... İki ucundan dal gibi, aşağı yukarı bir metre uzunluğunda bir şeyler cıkmış; o da dallanmış geyik boynuzu gibi...

Tabii, ben cok garipsedim. Avrupalıların filimlerinde hani Avrupalı kĂ‚şifler Afrika'ya gittiği zaman, yerlilerin kendilerine hucumu sahnelerinde goreceğimiz başlık gibi bir şey... Merak ettim, bizim arkadaşa "Git anla bakalım, bu kimmiş?" dedim. Kàdirî Tarikatı mensubu imiş. Abdulkadir-i GeylĂ‚nî Efendimiz'in tarikatının mensupları...

--E, bu kıyafet nedir?..

--İşte mahalli bir kıyafet...

Buradaki Kadirîler'de oyle bir başlık goremezsiniz. Bunlar biraz farklı şeyler, bolgesel farklar oluyor. Ama ana cizgiyi goz onunden geriye bırakmamak lĂ‚zım!.. Her muessesede boyle şeyler olmuştur. Her muessesenin fertlerinde nuans farkları olmuştur. MeselĂ‚; oğretmenlik mesleği, doktorluk mesleği...

Doktorluk mesleği nasıl bir meslektir?.. Asil bir meslektir. İnsanoğlunun sıhhatine hizmet ediyor. HattĂ‚ Hipokrat yemini ediyorlar ki; "Hastamın renk, dil, ırk, mezheb, inanc farkına bakmadan tedĂ‚vi yapacağım!" diye doktor yemin ediyor, taassuba duşmeyeceğini soyluyor. Ama buna rağmen, doktorların birkac tanesi kurtaj yapabilir, yakalanabilir, ceza yiyebilir... Birkac tanesi mesleğini kotuye kullanabilir. Bunlar o mesleği boyamaz.

Oğretmenlik asil bir meslektir. Birkac tanesi talebesinden ruşvet almış, notu değiştirmiş diye gazetede duyarsak, bu oğretmenlik mesleğine golge duşurmez.


Onun icin tasavvuf, genel olculeri itibariyle Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamber Efendimiz'in sunnetine dayanan bir yol... Dinin ozu, dinin yaşanan şekli... Soz şekli, edebiyatı, kitaplara yazılan yazısı değil de, hayattaki uygulanışı...

Diyorlar ki: "Fıkıh ilmi, insanın lehine ve aleyhine olan, yapması gereken ve yapmaması gereken şeylerin bilgisidir." İslĂ‚m hukukudur yĂ‚ni... Hayatın herhagi bir faaliyetinin İslĂ‚m'a uygun olup olmadığını; sevap veya gunah, mekruh veya mubah olduğunu anlatan ilimdir. Buna fıkh-ı zĂ‚hir diyorlar. "Nasıl abdest alacağız, nasıl namaz kılacağız?.. Nasıl zekĂ‚t vereceğiz?.." Fıkh-ı zĂ‚hir bunları anlatıyor.

Tasavvufa da fıkh-ı bĂ‚tın diyorlar. YĂ‚ni, insanın ic aleminin Allah'ın rızasına uygun olması icin, sevap olması icin, guzel olması icin, riayet edilmesi gereken kaideler, esaslar nelerdir; bunu anlatan ilim...


Bir kısmı, "TakvĂ‚ yoludur." demişler. Biliyorsunuz, bazı insanları hayret ve takdirle karşılarsınız. Birisi ondan bahsederken derler ki, "Haa, o takvĂ‚ ehli bir insandır. Haram yemez, harama bakmaz... Sozunde durur, kale gibi sağlamdır, cok durusttur, takvĂ‚ ehlidir. İşte tasavvufa, takvĂ‚ yolu diyorlar.

Başka bir isim: "Tasavvuf ihsĂ‚n yoludur." YĂ‚ni, Allah'ı goruyormuşca, Allah'ın kendisini gorduğunu bilerek o şuur icinde cok mueddeb ve cok mukemmel bir kul olarak yaşama yolu... İhsan...


(El'ihsĂ‚nu en ta'budallahe keenneke terĂ‚hu fein lem tekun terĂ‚hu fe innehû yerĂ‚ke) hadis-i şerifini bilir erbabı... Kulluğun en yuksek derecesi, Allah'ın kendisini gorduğunu bilerek, insanın her hareketine ceki-duzen vermesi, guzel yapması... İşte tasavvuf, bu yoldur diyorlar.

Kur'an-ı Kerim'den gelme bir başka tabir daha var, onu da hatırlayacaksınız: "İlm-i ledun" deniliyor. Tasavvuf ilm-i ledundur. MûsĂ‚ (A.S.) ile Hızır (A.S.)'ın, Kehf Sûresi'nde anlatılan kıssasında, Hızır (A.S.)'dan bahsedilirken deniliyor ki:

"Biz o şahsa --Hızır (A.S.)'a-- kendi indimizden, katımızdan, dergĂ‚hımızdan ilimler oğretmiştik." YĂ‚ni MûsĂ‚ (A.S.)'ın bilmediği birtakım bilgilerle mucehhez Hızır AS...

Mus (A.S.) da, diyor ki:

"Ben sana tabi olsam ey Hızır, sen bana Allah'ın sana oğrettiği bilgileri bu esnada oğretir misin?.. Taleben olayım, yanında bulunayım, comezin, danişmendin olayım; bana oğretir misin?" diyor, bir muddet yanında geziyor ya!.. İşte bu bilgiye ilm-i ledun bilgisi deniyor. Goruyorsunuz, hepsi Kur'an-ı Kerim'de olan kavramlar, sozler ve fikirler...


Nicin bu konuda done done aynı şeyi soyluyorum? Cunku bazıları diyor ki: "Tasavvuf başka bir dindir." Bunu diyen yazarlar var, Turkiye'de yaşayan... Tasavvuf İslĂ‚m değilmiş... Neymiş?.. Başka bir dinmiş... İslĂ‚m'dan gayri bir şeyi hic kimse istemez, biz de istemeyiz. Biz kendimizi oyle gormuyoruz ama, o diyor ki: "Tasavvuf ayrı bir din..." YĂ‚ni reddediyor, İslĂ‚m dışı demek istiyor. Ben onun icin bu konu uzerinde duruyorum.

Bakıyorsunuz Suudî Arabistan'da, tasavvuf erbabına karşı bir karşı tavır var... Devletin resmî ideolojisi tasavvufa karşı... VehhĂ‚bî cereyanı tasavvufun karşısında... Universitelerinde tasavvufun aleyhinde tedrisat yapılıyor. Duşmanları var, hasımları var...

Onun icin diyoruz ki, tasavvuf Kur'an'dandır, Peygamber Efendimiz'in sunnetindendir. Bunu kısaca da olsa bastırarak acıklamam lĂ‚zım. Cunku, bu benim hem vicdan borcum, hem de ilim adamı olarak soylemem gereken bir nokta...


TASAVVUF VE ALLAH SEVGİSİ

Gelelim tasavvuf ve sevgi, aşk, aşkullah, muhabbetullah meselesine... Ben konuları olmuş olaylarla anlatmasını seven bir insanım. Hatırda kalır cunku bunlar...

Bir korgeneral bizim fakulteye geldi. Korgeneral, omuzu kıpkırmızı... Bir suru yıldızları var... Bir adım daha atsa orgeneral olacak. Kac tane korgeneralimiz var, kac tane orgeneralimiz var?.. Ben sekreterin odasına girdiğim zaman, "Tamam, hoş geldiniz hocam, buyurun!" dedi, korgeneralle tanıştırdı.

Korgeneral tabii kibar insan... Hocam dedi, yaşımıza bakmadan ilimle meşgul olduğumuz icin hurmet etti. Ben de odama davet ettim, "Buyurun paşam, odamda bir cay icelim, şereflendirin odamı!" dedim.

Dedi ki: "Hocam, ben NATO'da calışırken Amerikalı bir aile bana cok yakınlık gosterdi. O kadar yakınlık gosterdi ki, Amerika'ya gittiği halde hĂ‚lĂ‚ benimle mektuplaşır ve bana mektubunda babacığım diye hitab eder." YĂ‚ni paşaya hanımı da kendisi de "Babacığım!" diye hitab ediyorlar.

Sanıyorum Amerikalı, din subayı NATO'da... Otuz sayfa kadar İngilizce bir kitabın fotokopisini gondermiş. Kitabın başı yok, ismi belli değil, yazarı belli değil... Sonu da yok... Kitabın başının ve sonunun belli olmaması kasıtlı, benim tesbitime gore... Cunku kitap, misyonerliğe ait bir kitap... İslĂ‚mı kotuluyor. O otuz sayfa İslĂ‚m'ın aleyhinde...


Şimdi, o kurnaz Amerikalı kĂ‚ğıtların ust tarafına yazmış: "Paşa babacığım, şu satırları lutfen okuyun! Bunlar hakkındaki fikrinizi bana yazın!... Ben sizden İslĂ‚m'ın medhini de istemiyorum." diyor. Allah Allah!.. İlle o yazıları okutturacak, İslĂ‚m'ı da medhetmeyeceğiz adama... Şart da koşuyor.

Aldım okudum. Otuz sayfa İngilizce, İslĂ‚m'ı kotuluyor. En buyuk kotulediği şey, "İslĂ‚m'da sevgi yoktur." diyor. İnkĂ‚r ediyor. Halbuki butun tasavvuf erbĂ‚bı, MevlĂ‚nĂ‚, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî; butun buyuk din alimlerimizin hepsi aşkullah ve muhabbetullah icine gark olmuş insanlar... Hakîkî dindar Allah aşıkı kimsedir. Cocuklarımıza biz daha ilk konuşmaya başladığı zaman, "En cok kimi seversin?" dediğimiz zaman, "Allah'ı severim." demeyi oğretiriz.

Adam haksızlık ediyor. Haksızlık ediyor ama, delil gostermek lĂ‚zım!.. Biz de oturduk otuz sayfa, kırk sayfa ona cevap yazdık. Paşa Baba: "Hocam sen hic merak etme, Turkce yaz; ben onları İngilizceye ceviririm!" dedi. Ben de otuz kırk sayfa cevapları yazıp delilleri gosterdikten sonra, "Bu yanlıştır. İslĂ‚m şoyledir." diye anlattıktan sonra, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı'na gittim; İngilizce ne kadar İslĂ‚m'la ilgili kitap varsa hepsini aldım, naylon poşet icinde Paşa Baba'ya hediye ettim. İster kendisi okusun, boyle gelen mektupların tesiri altında kalmasın; isterse kendisine o misyoner sayfalarını gonderen kimseye gondersin diye...


Şimdi muhterem kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'de ehl-i dunya, dunyayı seven insanlar anlatılıyor, tenkid ediliyor.


İnsanların arasında dunyayı sevenler var... Para, pul, mevki, makam, kadın, kız, şohret, alkış, vs vs... Ehl-i dunya var... Bir de ehl-i ahiret var... Bu ikisini sıralıyor da Kur'an-ı Kerim, iki ayet-i kerime var, orada bir de buyuruluyor ki:


"Allah'ın zĂ‚tını istiyorlar." Dunya değil, ahiret değil, Allah'ı istiyorlar. Nedir bu ayet-i kerimeler:


(VelĂ‚ tadrudillezîne yed'ûne rabbehum bilgadĂ‚ti vel aşiyyi yurîdûne vechehû mĂ‚ aleyke min hisĂ‚bihim min şey'...) Birisi bu, En'am Sûresi'nde 52. ayet... Birisi de:


(Vasbir nefseke meallezîne yed'ûne rabbehum bilgadĂ‚ti vel aşiyyi yurîdûne vechehû, velĂ‚ ta'du aynĂ‚ke anhum, turîdu zînetel hayĂ‚tid dunyĂ‚) Bu da Kehf Sûresi'nde...

Bu ayet-i kerimelerde isbat edilmiş oluyor ki, Peygamber Efendimiz'in zamanında Allah'ın bazı mubarek kulları, Allah aşkına bağlılıkla sırf Allah'ı isteyen insanlar... YĂ‚ni dunya da gozlerinde değil, ahiret hesabı yapmak peşinde de değiller... Sırf Allah'ın vech-i pĂ‚kini istiyorlar.

Vech, yuz demek ama, "Zikir bilcuz' irĂ‚de bilkul" derler. Edebî sanatlar icinde boyle bir şey vardır; kucuk zikredilir, buyuk kasdedilir. Yuzu demek, zĂ‚tı mĂ‚nĂ‚sına... Allah'ın zĂ‚tını istiyor, Allah'ı seviyor, Allah aşıkı...

Diyor ki Peygamber Efendimiz'e:

"--Bunları yanından koğma ey Rasûlum!.."

Başka bir ayette de buyuruyor ki:

"--Sen de bunların yanında ol ey Resûlum!.."

Oteki birtakım isteklerde bulunan kimseler olmuş. "Onların istediği istikamette olma, bu fukaranın, bu aşıkların yanında ol!" diyor. Allah hem seviyor, hem de Rasûlune sevdirtiyor, hem de Rasûlune "Onların yanında ol!" diyor. Allah'ın vech-i pĂ‚kini isteyen insanlar...


Sonra, bir başka ayet-i kerimede acıkca sevgi zikrediliyor:


"Ey iman edenler! Sizin icinizde vefasızlık gosterip, sıkıntılardan cayıp da İslĂ‚m'ı bırakıp muşrikliğe tekrar donenler olursa --bazı kabileler irtidat ettiler ya; hani İslĂ‚m kalblerine tam girmemişti, bir kısmı dinden cıktı ya-- sizden bazıları dinden cıkarsa, cıksın!.. Allah oyle bir kavim getirecek ki, hem Allah o kavmi sever, o insanları sever; hem onlar da Allah aşıkıdır, Allah'ı severler." Oyle insanlar getirecek... "İsteyen İslĂ‚mdan cıkarsa cıksın sizden, Allah boyle insanlar getirecek!" buyuruyor. Hakîkaten de ondan sonra, nice Allah aşıkı insanlar cıkmıştır.


Biliyorsunuz Hayber kalesinin muhasarasında muhasara uzadı. Peygamber (S.A.S.) Efendimiz dedi ki:

"--Yarın bu sancağı oyle bir kimsenin eline vereceğim ki, Allah onu sever, o Allah'ı sever. Ona vereceğim sancağı!.." dedi, kim olduğunu soylemedi.

Hazret-i Omer diyor ki:

"--O gece uykum kactı, 'Yarın keşke Rasûlullah bayrağı bana verse!' diye... O Allah'ın sevdiği kimse ben olsam diye... Hayatımda hic bir şeyi bu kadar arzu etmemiştim." diyor.

Ertesi gun ordu toplanmış, heyecan dorukta... Herkes Rasûlullah'ın gozune ve işaretine bakıyor, "Acaba sancağı icimizden kime verecek?" diye... Peygamber Efendimiz (S.A.S.) herkese şoyle bakmış bakmış, sonra sormuş:

"--Ali nerde?.."

Demişler ki:

"--YĂ‚ Rasûlallah, gozu ağrıyor; cadırda yatıyor, hasta..."

"--Getirin onu buraya!.." demiş.

Getirmişler. Mubarek gozlerine mesh eylemiş. Gozlerini ağrısı anında gecmiş. Bayrağı ona teslim etmiş ve Hayber'i --biliyorsunuz--Hazret-i Ali Efendimiz fetheyledi. Hayber Cengi meşhurdur, kitaplara destanlara girmiştir.


Allah onu sever, o Allah'ı sever. Sahabe-i kiram oyle insanlardı. Oyle kimselerdi ki, gozleri hayatı gormuyordu. Amr ibnul As, Fustat şehrini --şimdiki Kahire'nin icinde surları olan eski, kadim şehir-- muhasara ettiği zaman, savunmaya hazırlanmışlar. Haber gondermiş, demiş ki:

"--Boşuna beni uğraştırmayın, kendiniz de boş yere uğraşmayın! Siz bizimle başa cıkamazsınız!.. Cunku, benim ordumun icindeki insanların hepsi olmeğe can atıyor, olmek istiyor, olmek icin gelmiş buraya... Siz de hepiniz yaşamaya can atıyorsunuz, yaşamanın caresini arıyorsunuz. Bizimle baş edemezsiniz. Anahtarları getirin, şu kalenin kapılarını acın, kaleyi edebinizle bize teslim edin!" demiş.

Onlar da teslim etmişler. Biliyorsunuz, Fustat şehrini Amr ibnul As boyle bir sozle fethetti.


Boyle insanlardı onlar... Allah aşıkı insanlardı. Aşkullah, muhabbetullah hepsini gark etmişti. Rasûlullah'ın hayatı oyleydi.

Rasûlullah SAS Efendimiz, daha peygamberlik kendisine gelmeden once, Hıra Mağarası'na kacıp kacıp, orada gunlerce ibadet etmez miydi?.. Bilmiyor muyuz bunu?.. Biliyoruz. Ne dediler Mekke ahalisi?.. Baktırlar ki bu delikanlı bir başka, bir şeyler yapıyor:

(Aşıka muhammedun rabbeh&#251 "Muhammed Rabbine aşık oldu." dediler. "Aşka duştu Muhammed..." dediler.

Aşk olmasa... Bilmiyorum icinizde Hıra Mağarası'na cıkan var mı?.. Oyle yalcın bir dağ ki, yarıyoldan pek cok kimse donuyor. Cok yalcın, cok tehlikeli, cok ucurumlu... Rasûlullah Efendimiz bazan kendisi oraya cıkıyor, bazan Hatice Validemiz ona azık getiriyor. Uc dort gun orda ibadet ediyor.

Bilmiyorum o guzel mağaraya girdiniz mi, icinizde giren var mı?.. Mağaranın dip tarafından bu tarafına doğru cayır cayır sıcakta, 50-60 derece sıcakta oyle serin bir hava geliyor ki... Oyle bir tabii aircondition var ki, oyle bir letafet var ki, tarif edilmez.

Dış tarafında, devrilmiş, oyle guzel, şu halı kadar bir kaya var... Onun ustunde durduğunuz zaman, geminin en yuksek yerinde, seren direğinde sanıyorsunuz kendinizi... Her taraf ucurum, aşağısı gozle gorulmeyecek kadar derin... Ama karşınızda Harem-i Şerif'in ışıkları gorunuyor, KĂ‚be gorunuyor. Orada ibadet ederdi, KĂ‚be'yi gore gore...


Ne diyorlar?.. "Muhammed Rabb'ine aşık oldu!" diyorlar. İslĂ‚m'da aşk olmaz olur mu?.. Aşk olmasa meşk olur mu?.. Aşk olmasa fedĂ‚kĂ‚rlık olur mu?.. Aşk olmasa cihad olur mu?.. Aşk olmasa ecdĂ‚dımız bu kadar guzel calışmalar yapabilirler miydi, bu kadar guzel eserler ortaya koyabilirler miydi?..

Meşhur bestekĂ‚r İsmail BahĂ‚ Surersan anlatıyor: Almanya'da musizyenler toplanmışlar, dinî mûsiki ustadlarının eserlerinin dînî formlarını hangisi tesir bakımından daha ustun diye incelemişler. Kendilerinin dindar bestekĂ‚rları Johan Sebastian Bach, falanca, filanca... hepsinin eserleri ortaya dokulmuş. Bizim Mevlevî ustadlarından bir mubarek, ehl-i tarik bestekĂ‚rımızın, ellerine gecirdikleri bir kucuk parcası da mutĂ‚lĂ‚a edilmiş orda; o birinci gelmiş. Bizim Mevlevî dedesinin bestesi birinci gelmiş.

Bu tekbirin bestesindeki ruhaniyeti hatırlayın... SalĂ‚t-ı Ummiyye'deki sĂ‚de fakat şĂ‚heser mukemmelliği hatırlayın... Bunların hepsi --aşk olmayınca meşk olmaz-- aşık insanların yapacağı şeylerdir. Aşkı bilmeyen, sevgiyi bilmeyen insanlar, bir şey yapamaz.


Aşkullah vardır. BinĂ‚en aleyh, tasavvuf Kur'an-ı Kerim'in uygulamasıdır... BinĂ‚en aleyh, tasavvuf Peygamber Efendimiz SAS'in hayatıdır, sahĂ‚be-i kirĂ‚mın hayatıdır.

Eski Diyanet İşleri başkanlarından Suleyman Ateş, talebemdir... Sakalı benden daha aktır, yaşı da benden daha coktur ama, talebemdir. Şimdi bu zat İslĂ‚m Tasavvufu diye guzel bir eser yazmış. Baş tarafında, Peygamber Efendimiz'in nasıl sufiyĂ‚ne bir hayat tarzı olduğunu, sufîlere nasıl ornek olduğunu cok guzel anlatıyor. Hem de hepsine dipnot koyarak, kaynağını gostererek yazmış. Guzel yazmış, aşkolsun... YĂ‚ni guzel bir eser, hoşuma gitti.

Bu kesin, bilimsel olarak, bir ilim adamı olarak yanlışlık duzeltiyoruz: Tasavvuf Kur'an'dandır. Tasavvufî hayat, İslĂ‚m'ın emirlerinin hayata uygulanmasından doğan, derûnî hazlarla dolu bir yaşam tarzıdır. MevlĂ‚nĂ‚'nın hayatıdır, Yunus Emre'nin hayatıdır... Eşrefoğlu Rûmî'nin hayatıdır.

Eşrefoğlu'nun o ilĂ‚hîsi ne kadar guzeldir:


Ey Allah'ım beni senden ayırma!..
Beni senin cemĂ‚linden ayırma!..
Balığın canı su icre diridir,
İlĂ‚hî balığı golden ayırma!..


Aşk-ı ilĂ‚hî bir derya, bu da deryanın icinde bir balık... O deryanın icinden cıkarsa cırpınarak oleceğini soyluyor. Yalvarıyor: "YĂ‚ Rabbi, beni bu deryadan dışarıya cıkartma, ben burdan memnunum." diyor.


Aşk derdiyle hoşem, el cek ilĂ‚cımdan tabîb,
Kılma derman kim, helĂ‚kim zehri dermĂ‚nımdadır.


"Ben aşk derdiyle memnunum, başım hoş. Beni tedavi etmekten vazgec doktor, cekil kenara... Bana tedĂ‚vi yapma, beni iyileştirmeğe kalkma! Cunku, beni iyileştirirsen mahvolurum. Bu aşk benden giderse, ben o zaman insanlıktan cıkarım." demiyor mu Fuzûlî?..


Aşk imiş her ne var alemde,
İlim bir kıyl u kàl imiş ancak


demiyor mu, Şeyh Galib?.. Her şeyi aşk olarak goruyor. Bunlar laf mı... Hayır, bunlar hayatlarında boyle yaşamış insanlar...

BinĂ‚en aleyh, cok buyuk bir iftira var ortada... Cok buyuk haksızlık var, gayr-i ilmî şeyler var...


YUNUS EMRE VE TASAVVUF

...........
Biz, kulture onem veren bir cemaatiz. Tarihimizi cok seviyoruz, ecdĂ‚dımıza buyuk hurmetimiz var... Ruhları şĂ‚d olsun, nur icinde yatsınlar... Cok buyuk insanlarmış; hem mĂ‚neviyat alemleri bakımından, hem de kurdukları medeniyet bakımından... Dunyada eşine rastlanmamış olan, devamlı ve buyuk bir medeniyet kurmuşlar. Cok zengin bir kulture sahibiz. Bu kultur Amerika'da yok, Avrupa'da yok... Elhamdu lillĂ‚h, bu kultur bizde vardır. Bunu anlayan kimseleri de saygıyla selĂ‚mlıyorum. Kulture onem veren başkanı da bu bakımdan tebrik ediyorum.


Bir de İlim, Kultur ve Sanat Vakfı'mızın yanısıra, Hakyol Vakfı'mızın yanısıra, bir cok il ve ilcede Cevre ve Kultur Dernekleri kurduk. Cevreyi yeşillendirmek, duzenlemek, parklar bahceler yapmak; o da bizim dinî bir gorevimiz diye duşunuyoruz. İnşaallah Ceşme'ye de hizmet arzusundayız, boyle bir şeyi burada da sağlayacağız. Cevreyi bir de, tarihî cevre ve tarihin icine doğru uzayan mazimiz olarak goruyoruz. O kulturumuzu de bu arada tanıtmak icin calışmalar yapıyoruz.

Ceşme'ye ilk geldiğim zaman, sanıyorum kalenin onunde, yanında arslan duran bir heykel gormuştum. Sordum, "Kimin heykeli?" diye... Dediler ki, "Cezayirli Hasan Paşa'nın heykelidir." Yanında bir arslan gezdirirmiş. Boyle fino filĂ‚n değil de... İnsanlar buyuk olunca, her şeyleri farklı oluyor. Yanında arslan gezdirirmiş; bu beni duygulandırmıştı. Cezayirli Hasan Paşa'yı cok seviyorum. Cunku, evliya olduğuna dair tarihi bir takım menkabeler yazılmış; onları biliyorum.

O bakımdan, biz burada mimar kardeşimiz Necdet Bey'e ve diğer arkadaşlarımıza rica ettik; onlar calıştılar, Cezayirli Hasan Paşa Cevre, Kultur ve AhlĂ‚k Derneği'ni burada kurduk. Şu konferansımız, o derneğimizin bir aktivitesi olmuş oluyor aynı zamanda... Bu derneği size tavsiye ederim, uye olunuz, kulturel calışmalara siz de gucunuzle destek veriniz.

Şimdi Yunus Emre uzerinde bir konuşma yapacakken, sayın başkan, "Yunus Emre ve Tasavvuf olsun!" diye konuya bir cevre getirdi. PekĂ‚la, o zaman tasavvufu biraz anlatıp, ondan sonra Yunus Emre'yi anlatmak mantıklı olacak. Cunku tasavvuf, Yunus Emre'den once vardı, gelişmişti. Yunus Emre, o muhitin icinde Yunus Emre oldu.

Yunus Emre'yi anlamak icin bilmemiz gereken pek cok mĂ‚lûmatın yanında, tasavvuf bilgisini de mutlaka bilmek lĂ‚zım!.. Tasavvufu bilmeden, bir kimsenin Yunus Emre'yi anlayabilmesi mumkun değildir. O bakımdan, sayın başkanın tasavvuf kelimesini de konferansın konusunun başına eklemesi isabetli oldu. O halde tasavvufu kısaca anlatarak, ondan sonra Yunus Emre'ye gecmek istiyorum.

Bu ikisi --her birisi ayrı ayrı-- senelerce anlatılacak kadar malzeme verir bize... Cok geniş sahalar... Yunus uzerinde de cok ceşitli yonleriyle, seneler boyu surecek konuşmalar yapabiliriz. Her şiiri bir konferans mevzuu olabilir. Tabii, biz burda o gul bahcesinden bir buket hazırlayıp, onu sunmuş olacağız.



YUNUS EMRE

Ahmed-i Yesevî'nin konumuzla ilgisi, Ahmed-i Yesevî İslĂ‚miyeti, hikmet ismini verdiği ilĂ‚hilerle sevdirmiştir. Tasavvufî terbiyeyi bozkırlarda oyle yaymıştır. Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun devamıdır. YĂ‚ni muakkiblerindendir, ta'kibcilerindendir. Yolu o acmıştır, Yunus Emre de, o yolda yuruyenlerden birisidir.


Yunus Emre gercekten, başka edebiyatları bilen kimselerin sozleriyle, --benim kanaatim de cok net olarak oyle-- emsalsiz bir şairdir. Turk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en buyuklerinden, en başta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malımız değildir, dunya kendisinin hayranıdır. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yılı idi.

Yunus Emre, cok derin fikirleri cok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, cok muazzam fikirleri cok kısa cumleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimse... İftihar edeceğimiz bir kimse...


Ben Azerbaycan'a gittiğim zaman, bana dediler ki: "Bu Azerbaycan'ın bir kasabası var; istersen seni goturelim. Oranın ahalisi Fuzûlî'nin hayranıdır. Hepsi Fuzûlî'nin divanını baştan sona ezbere bilir, ezbere okur." Bizim de sanıyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lĂ‚zım!.. Cunku, her şiiri ayrı harikadır.

Akşam, alnımdan terler dokuldu; hangi şiirini seceyim de size anlatayım diye... Kısaca soyleyeyim, Yunus'la ilgili bazı ilmî gercekleri:


Yunus Emre, cok meşhurdur ama cok da mechuldur; hayatı hakkında cok şey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarının bile nerde olduğu hakkında millet hĂ‚lĂ‚ munakaşa ediyor.

İki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divanı; otekisi de Er-RisĂ‚letun Nushiyye... İki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divanı; o da bilimsel olarak neşri yapılamamış bir eserdir. Ama, Kultur Bakanlığı'nın neşrettiği Dr. Mustafa Tatcı'nın Yunus Emre Divanı, daha ileri bir calışma; guzel... Ondan once de Yunus Emre ile ilgili cok neşirler yapıldı, divan neşredildi. Bu nisbeten onların hepsinden daha oteye, ileri bir cizgiye gitmiş; guzel, hoşuma gitti.

Yunus Emre'nin kendi elinden yazılmış bir divan bize gelmemiş. Yunus Emre Divanı denilen eserler de karşılaştırıldığı zaman, birbirlerinden cok farkları var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu şiirlerin?.. Belli değil...

Sonra bir de adam bir defter yapmış; bu deftere Yunus'u sevdiği icin Yunus'un şiirlerini yazmış. Yanına başka şiirler de yazmış. Yunus'un olanlarla olmayanlar karışmış. Bunların ayıklanması lĂ‚zım!..

Fakat, her hĂ‚lukĂ‚rda bu Kultur Bakanlığı'nı tebrik ederim, teşekkur ederim. Kultur Bakanlığı'nın 1280 sayılı Klasik Turk Eserleri 14 numaralı baskısı guzel... Bunu temin edebilirsiniz, mevcudu varsa... Yoksa, Kultur Bakanlığının yeniden neşretmesini tavsiye ederim. Guzel bir calışma... Bizim rahmetli Prof. Amil Celebioğlu kardeşimiz vardı; onun yetiştirdiği bir genc... Hocasına teşekkur ediyor. Ben de bu eseri icin ona teşekkur ederim; guzel bir calışma yapmış.


Hangi şiir gercekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lĂ‚zım!.. Sizin bugun Yunus'un diye sevdiğiniz, ezberlediğiniz, dinlediğiniz ilĂ‚hilerin bir kısmı onun değildir meselĂ‚... Cunku, bir kac tane Yunus var... Cok net, cok kesin, butun ilim adamlarınca bilinen bir gercek...

Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn-i Rûmî'ye yetişmiş Yunus; otekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetişmiş Yunus... Birisi MevlĂ‚nĂ‚'dan biraz genc; otekisi Emir Sultan'dan biraz genc... Emir Sultan'dan feyz almış, Emir Sultan'a bağlı... Bu ikinci Yunus daha ziyade, "Şol cennetin ırmakları" "KĂ‚benin yolları boluk boluktur" gibi ilĂ‚hileri soyleyen... YĂ‚ni bizim Yunus'un diye sevdiğimiz şiirlerin yuzde altmışı - yetmişi Bursalı Yunus'undur.


Bursalı Yunus'un Bursa'da kabri vardır ve cok mağdur durumdadır. Mahalle arasında bir evin bahcesi arasında kalmıştır. Ben Bursalı arkadaşlarımıza rica etmiştim, "Bulun, arayın!" diye... Buldular, resmini gonderdiler. Şoyle bir aralıktan geciliyor. Kimse de, o Şol Cennetin Irmakları'nı yazan Yunus'un orda yattığının farkında değil... Bilseler, yığılacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

Tabii, bu bizim vazifemiz... İlim, Kultur ve Sanat Vakfı olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gideceğiz. Belediye başkanı eğer Ceşme belediye başkanı kadar yakınlık gosterirse bize; anlatacağız, diyeceğiz ki: "Bu Yunus, cok buyuk Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafının istimlĂ‚k edilmesi lĂ‚zım, turbesinin guzelleştirilmesi lĂ‚zım!.."


Suleyman Celebi'nin turbesi guzeldir doğrusu... Cekirge'ye giderken, Suleyman Celebi'ye bir guzel turbe yapılmıştır. Eskiden o da, mezarlıklar arasında sĂ‚de bir kabir idi. Amma, bir Alman sebep olmuştur. O guzelim mimĂ‚rî şaheser Suleyman Celebi'nin turbesi ve o selvi ağaclı, merdivenli anıt mahal yapılmıştır.

Hadise şu; onu da anlatayım: Bir Alman elci geliyor Bursa'ya... Bizim orda ihvanımızdan KĂ‚zım Efendi diye, mekteb-i ziraat muallimlerinden bir efendi var; Almanca'sı cok guzel... Ziraat yuksekokulunun oğretmeni... Diyorlar ki, "Senin Almancan var; bu elciyle meşgul ol, onu gezdir Bursada!.. Misafirperverlik yap!.." Devlet gorev veriyor yĂ‚ni...

Elci Celik Palas'a geliyor, ozel daire tahsis ediyorlar. Orda oturup kalkıyor, Bursa'yı geziyor. Alman elcisi ama, Turkce de biliyor.


Bizim rahmetli KĂ‚zım Efendi'ye bir gun --kendi ağzından dinledim ben-- :

"--KĂ‚zım bey! Yarın da Suleyman Celebi'yi ziyarete gidelim!" demiş.

"Şaşırdım. Alman Suleyman Celebi'yi ne yapacak?.. 'Peki efendim!' dedim. Ertesi sabah gittim. Bir taraftan da utanıyorum. Suleyman Celebinin kabri harabe... Mezarlığın icinde bir kabir... Elcinin kapısını caldım, odasına girdim. Baktım, grand tuvalet giyinmiş. Frak, smokin, papyon kravat, melon şapka vs. cok resmî giyinmiş. Şaşırdım. 'Efendim, ekselĂ‚ns hani mezarlığa gitmeyecek miydik, hani Suleyman Celebi'ye gidecektik?..' dedim"

"--Evet ona gidecektik..."

"--E, boyle giyinmişsiniz?.."

"--Onun icin boyle giyindim!" demiş. "KĂ‚zım bey, bana soyler misin; hangi şair onun şu beyti kadar kuvvetli şiir soyleyebilmiş?..


Dedi gordum ol Habîbin Ă‚nesi,
Bir aceb nûr kim, guneş pervĂ‚nesi!..


Berk urub cıktı evimden nĂ‚gehĂ‚n,
Goklere dek nûr ile doldu cihĂ‚n!..


Tabii kac kişi anladı... (Dedi gordum ol Habîbin Ă‚nesi,) "O Rasûlullah'ın annesi dedi ki, ben gordum:" Hadis-i şeriftir bu aynı zamanda... Ben hadis olarak da buna rastladım. Suleyman Celebi, hadis-i şerifi nazma cekmiş. (Bir aceb nûr kim, guneş pervĂ‚nesi!..) "Bir garib, cok muhteşem nur ki, guneş onun etrafında pervane gibi donuyor. Guneş sonuk kalıyor, pervane kelebeği gibi kalıyor; oyle bir nur gordum."

(Berk urub cıktı evimden nĂ‚gehĂ‚n,) "Parıldayarak evimden bir nur cıktı boyle... (Goklere dek nûr ile doldu cihĂ‚n!..) Goklere kadar her taraf nur doldu." Rasûlullah doğuyor. Rasûlullah'ın doğmasından boyle bir nur gorduğunu hadis-i şerifte de nakletmişlerdir. "Benden bir nur cıktı. O nurun ziyĂ‚sından BusrĂ‚'nın koşkleri aydınlandı." diyor Amine Hatun...

Onu nazmetmiş Suleyman Celebi... Alman da bunu beğenmiş, anlatımdaki guzelliği beğenmiş. YĂ‚ni, "Oyle bir nur ki, guneş onun etrafında pervĂ‚ne gibi... Parlayarak cıktı ve etraf muazzam aydınlandı." demiş oluyor.

Şimdi bu mısralar yazılı orda... Anlaşılan bizim KĂ‚zım Efendi bu olayı orda buna anlattı. Orda bir turbe yaptırdı. İnşaallah biz de, bu Yunus Emre'ye Bursa'da, o mahalle arasında evin arkasındaki o zavallı kabrin etrafını biraz genişleterek, Yunus Emre'ye uygun bir turbe yaparız inşallah diye duşunuyorum.


Bir Yunus o, Bursalı Yunus... Bir Yunus da, --şimdi belki Aksaray'a bağlıdır, idĂ‚rî taksimatı bilmiyorum-- Sivrihisar'lı... O Sivrihisar, --Eskişehirliler uzulse de soylemek zorundayım-- Eskişehir'in Sivrihisar'ı değil... Kızılırmağın kenarında ama, Eskişehir'deki Sivrihisar değil... Hacıbektaş kasabasına cok yakın, Sivrihisar diye bir yer var Kızılırmağın kenarında... Kızılırmak, biliyorsunuz nerelerden donup, dolaşıp oyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazı ile, kitapla Refik Saygun anlattı. İncelemeler yaptı, oranın fotoğraflarını cekti. "Bu Sivrihisar'dadır Yunus!" dedi. "İşte, Tapduk Emre'nin kabri var burda... İşte Yunus'un kabri var burda..." dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslında Yunus'un yeri orası, kabri orada... Onu da tabii, ihyĂ‚ etmek lĂ‚zım!..

Eskişehir'deki değil... Eskişehir, Yunus'un zamanında ne durumdaydı bilmiyorum. Karaman'da da değil... Asıl yeri, orası... Bilimsel olarak bu boyle; ama, cok kimse bilmiyor.

Ne zaman yaşamış; belli değil... Hangi tarihlerde olmuş; belli değil... Cunku, bizim vakıf kayıtlarını, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne arıyor diye vagonlarla Bulgaristan'a gondermişler. Gelmişler İstanbul'da ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takım evrakı cok kalabalık gorunce:

"--Ne bunlar burda?.."

"--Efendim, bunlar arşiv belgeleri..."

"--Ne işe yarar?.."

"--Eski yazı..."

"--E, biz devrim yaptık, harfleri değiştirdik. Kim bunları okuyacak?.." demişler. Vagonlara yuklemişler.

İsmail Hakkı Konyalı feryad etti, yazılar yazdı: "Bunlar arşiv belgesidir, bunlar gonderilmez; cok kıymetli evraktır!" diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sĂ‚ireye gitti. YĂ‚ni kendi mĂ‚zîmizi koruyamıyoruz. Yangınlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.


Canakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan kalesinin giriş kapısındaki kitabeyi, oradaki askerî birliğin başındaki bir usteğmen veya yuzbaşı kazıtmış. Ne istedin o kitabeden, niye kazıtıyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lĂ‚zım!.. Kazıtmış; şimdi ara da bul, kitabe yok...

Mezar taşları Londra'da satılıyormuş... Bizim mezarlıklardan calınan mezar taşları, kavuk şekli, taş şekli, yazısı itibariyle antika olduğu icin Londra'da harac mezat satılıyormuş. Muşteri buluyormuş, oralara kacırılıyormuş. Nasıl ediyorlar artık, bilmiyorum.


Onun icin Yunus'un mezartaşı yok... Arşivler yok, belgeler yok... Golpınarlı soyluyor, ben de gordum: HacıbektaşKutuphanesi'nde bir yazmanın ust tarafında, doğumu şu, yaşı şu kadar, vefatı şu diye bir kayıt var... Ama kim yazmış oraya, nereye dayanarak yazmış, belli değil... Diyorlar ki, işte 1320 yıllarında olmuştur. Belki doğru olabilir ama, kuvvetli bir belge değil...

Bir tek kuvvetli belge var: RisĂ‚le-i Nushiyye isimli eserini yazmış, sonunda tarih atmış. Hicrî 707 tarihinde yazılmış; milĂ‚dî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlılardan once o sağmış. Otekiler, ilim adamı olarak bizim yuzdeyuz kabul edeceğimiz şeyler değil...


Yunus'un divanında incelemize gore; Yunus Emre evlenmiş, coluğu cocuğu var... "Allah bize de coluk cocuk verdi." diyor bir şiirinde... Anlıyoruz ki, Yunus bekĂ‚r gocmemiş; evli coluk cocuk sahibi bir insan...

Bir şair koca olmuş. YĂ‚ni yaşlanmış. Genc yaşta değil, bayağı bir ihtiyarlamış olduğu belli...


Şeyh efendi diye cok hurmet etmişler kendisine, şiirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini cok kotuleyerek soyluyor ama, biz anlıyoruz. "Bana şeyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, cok fenayım." diye soyluyor; ama ordan anlıyoruz ki, şeyh demişler. Herkes hurmet ediyor, herkes elini opuyor. Hayatında bu hurmeti gormuş.

İlim bakımından; yuksek derecede dînî bilgileri kazanmış, usta bir Ă‚lim... Oyle oduncu filĂ‚n değil... Ummî, elifi ve sĂ‚ireyi okumamış bir insan değil; cok buyuk bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de soyluyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmiş ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdulkerim-i Ciylî'nin fikirleri var şiirlerinde... Onlar ayrı bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Cok buyuk bilgisi var...


Şimdi, bu eski Yunus ile, MevlĂ‚nĂ‚ zamanına yakın Yunus ile, oteki Bursalı Yunus arasında yuz kusur yıl zaman farkı var... Uslûb farkı var... Bu Yunus'un dili başka, Bursalı Yunus'un dili başka... Şıp diye anlaşılır; kullandığı kelimelerden ve uslûbundan hemen farkedilir. MevlĂ‚nĂ‚'ya cağdaş Yunus başka, Bursalı Yunus başka... İkisi ayrı şahsiyet...

Bursalı Yunus, hic falso yapmamış olan, şiirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir soz soylememiş olan, muteşerrî, mueddeb, Ă‚şık bir şĂ‚ir... Tam dort dortluk potada bir insan...


YUNUS, CUR'ETLİ BİR İNSAN

Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cur'etli bir insan, iddialı soz soyleyen bir insan... Nasıl iddialı soz soyluyor?..


Bir kez gonul yıktın ise,
O kıldığın namaz değil!..


"Bir kere bir kalb yıktıysan; senin kıldığın namaz, namaz değil!" diyor. Şeriat bu kadar sıkı değil... Şeriat biraz musamahalıdır. "O kusurdur, tamam kalb kırması bir kusurdur ama; obur taraftaki namazı da, namazdır. Ne yapalım, kusurlu bir musluman... Kusursuz insan olmaz." diye duşunulur. Ama, Yunus sert bir insan; oyle şeylere pek razı gelemiyor, sapasağlam olsun istiyor. "Bir kez gonul yıktın ise; o kıldığın namaz değil!" diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertliğiyle tanınıyor.

Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayı, bizim hurmet ettiğimiz bazı şeyleri de kucumser gibi bazı ifadeler kullanıyor; insanın yureği ağzına geliyor.


Cennet cennet dedikleri,
Birkac koşkle birkac hûri;
İsteyene ver anları,
Bana seni gerek seni!..


Şimdi bu cok cur'etli bir soz ama, sonu tatlı bağlandığı icin bir şey de diyemiyoruz. Allah'ı o kadar cok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sĂ‚ireyi de duşunmuyor.

Bu da vardır. HattĂ‚ bizim Nakşî Tarikatı'nda vardır. CĂ‚r terk diyoruz biz... Dort şeyi terketmesi lĂ‚zım dervişin: Terk-i dunya, terk-i ukbĂ‚, terk-i hestî, terk-i terk...

Dunyayı defterden silecek, gonlunden cıkartacak... UkbĂ‚yı defterden silecek, gonlunden cıkartacak. UkbĂ‚da cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varlıktan gececek, kendini yok edecek, fenĂ‚ makamına erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasında tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... YĂ‚ni, "Ben şunları terkettim, ne buyuk adamım!" demeyecek.


Cocuğun birisi namaz kılıyormuş camide... Gozleri yarı kapalı, mest bir şekilde namaz kılıyor... Ordan iki tanesi, "YĂ‚hu şu delikanlıya bak! Ne kadar guzel namaz kılıyor." demişler. Biraz duyulacak bir sesle soylemişler. Cocuk namazı bitirmiş; "EsselĂ‚mu aleykum ve rahmetullah... EsselĂ‚mu aleykum ve rahmetullah... Hem de orucluyum!.." demiş.


Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasıl bir Yunus?.. Boyle cenneti, hûrileri filĂ‚n kucumsediğine gore... Bir başka şiiri de var, onun bestesi de cok hoşuma gidiyor:


Milk-i bekàdan gelmişem,
FĂ‚nî cihanı neylerem?..
Ben dost cemĂ‚lin gormuşem,
Hûr-i cinĂ‚nı neylerem?..


"Obur alemden geldim ben buraya; ben burayı ne yapayım?.. Ben cemĂ‚lullahı gormuşum, Allah'ı gormuşum; hûrileri ne yapayım?.." diyor. Bu da guzel bir şiirdir. Hicaz makamında bestesi cok nefistir.


YUNUS ALEVÎ DEĞİLDİR

--Yunus boyle de, acaba Yunus cizgiden cıkmış bir insan mı?..

--Hayır!..--İddialı olduğuna gore, yoksa alevî mi bu adamcağız?..

--Alevî değil!.. Bilimsel olarak onu da soylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. MeselĂ‚ televizyonda cıkacak karşımıza alevî babaları, dedeleri; "Yunus alevî idi." diyecekler. "Ahmed Yesevî alevî idi" diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildiğin alevî değil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yaşantın nasıl?..

Şimdi, şurda bir sozu var eski Yunus'un:


Namaz kılmayana sen,
Muselmandır demegil,
Hergiz muselman olmaz,
Bağrı donmuştur taşa...


Namaz kılmayana musluman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî meşrebli adamcağız... Namaz kılmadı mı, siliyor defterden... Hani, kalb yıkanı defterden sildiği gibi, namaz kılmayanı da siliyor. Namaz kılmayanlar yandı... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz muselman olmaz; bağrı donmuştur taşa...) Hergiz, aslĂ‚ demek...


Alevî kardeşlerimiz sahabenin arasında ayırım yaparlar; biz ayırım yapmayız.

(AshĂ‚bî ken nucûmi) "Benim ashabım yıldızlar gibidir." buyurmuş Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytum ihtedeytum.) "Hangisine sarılsanız, hak yola, cennete gidersiniz." buyurmuş. Biz ashaba dil uzatmıyoruz. "Ashaba dil uzatarak benim canımı sıkmayın! Ashabım konusunda ileri geri konuşup da, beni uzmeyin!" buyuruyor. Biz ashabın kendi aralarındaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.

Ama onlarda tevellĂ‚ ve teberrĂ‚ var... YĂ‚ni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarını sevmek var, duşmanlarına duşman olmak var... Bir takım sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konuşmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...

Bunları nicin anlatıyorum?.. Yunus'un gercek cehresini herkes bilsin diye anlatıyorum. Onu da şurda, misaliyle işaretledim. Onu da okuyayım da delilli olsun:


Işksız adem dunyada,
Belli bilun yokdurur.
Her biri bir nesneye,
Sevgusi var Ă‚şıkdur.


Calab'un dunyasında,
Yuzbin turlu sevgu var.
Kabul et kendozune
Gor kangısı lĂ‚yıktır.


"Dunyada herkes bir şeyi sever. Binbir turlu sevgi var dunyada... Ama sen, bu sevgileri şoyle bir goz onune getir. Bunların hangisi sana lĂ‚yıktır; secme yap!" diyor.

YĂ‚ni, "Rahman'ı mı sevmek lĂ‚zım, şeytanı mı sevmek lĂ‚zım?.. İmanı mı sevmek lĂ‚zım, şirki kufru mu sevmek lĂ‚zım?.. Zulmu mu sevmek lĂ‚zım, adaleti mi sevmek lĂ‚zım?.. Herkes bir şey seviyor ama, sen kendine lĂ‚yık olanı sec!" diyor.


Biri RahmĂ‚nir Rahîm,
Biri şeytĂ‚nir racîm.
Anun yazuğımuz di,
Sevguye taallukdur.

Dunyada Peygamberun,
Başına geldi bu ışk.
TercemĂ‚nı CebrĂ‚il,
Ma'şûkası Hàlik'dur.


YĂ‚ni, "Bu sevgi dediğimiz şey Hazret-i Muhammed'in de başına geldi. Bu aşkın tercumanı CebrĂ‚il AS'dır. Rasûlullah'ın sevgilisi de Allah'tır." diyor.

Şiirin beşinci dortluğunde:


Omer u Osman Ali,
Mustaf yÂranleri.
Bu dordunun ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.


Alevî der mi boyle?.. Demez. Tanıyoruz; dostlarımız var, tanıdıklarımız var... Bildiğimiz kimseler var... Hacı Bektaş'a gittik, gorduk. Ebû Bekir, Omer, Osman deyince; dişlerini gıcırdatırlar. "Adın ne?" diye sorsalar; "Omer" dese kızarlar. Bak ne diyor:


Omer u Osman Ali,
Mustaf yÂranleri.
Bu dordunun ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.


Ebûbekir Sıddîk'ın en yuksek olduğunu duşunmek de, ehl-i sunnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sunnet akîdesine gore, sahabe-i kirĂ‚mın efdali Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'dir. HilĂ‚fet de, fazîlet sırasına goredir. Bizim kanaatimiz boyle... "Allah boyle takdir etmiş; demek ki, bunda bir sebep vardır." diye, biz boyle duşunuyoruz sunnî olarak...

Ama alevî kardeşlerimiz, "En ustunu Ali idi. Otekiler haksızlık etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenĂ‚ze işleriyle meşgulken, orda politik entrikalarla kendilerini sectirdiler." demeye getiriyorlar.

Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, boyle haksızlık yaptı... Boyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in turbesinde yatmayı nasib etmez!.. Bu da benim ozel delîlim...


Peygamber Efendimiz'in yanına herkes yatmadı; kabir arkadaşı iki kişi var... Kim?.. İki kayınpederi... Orda da zerĂ‚fet var; ikisinin de kızını aldı ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Sıddîk, Hazret-i Aişe Anamız'ın babası; otekisi Omerul Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babası... YĂ‚ni kayınpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmiş, Peygamber Efendimiz'in turbesinde durmayı...

Efendimiz'in kabri şurda... Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in kabri arkasında... Omerul Faruk Efendimiz'in kabri yanında... Eskiden diyorlardı ki, "Turna dizilişi gibi, birer metre geriye, birer metre sağa kaymış durumdadır." Oyle değil...

Son yapılan kazılarda, turbenin duvarını yaparken; kıbleye arkamızı donup, turbeye doğru teveccuh ettiğimiz zaman, sağ tarafta kalan yan duvarın tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak gormuşler. Hemen kapatmışlar ve cok uzulmuşler. "Eyvah! Acaba Rasûlullah'ı mı rahatsız ettik?" diye... Sonradan tarih kitaplarını karıştırmışlar. Anlaşılmış ki, Hazret-i Omer Efendimiz levent olduğu icin, boylu poslu olduğu icin sığmamış da, ayağı biraz uzamış oraya doğru... Hazret-i Omer'in ayağı olduğu anlaşılmış.

Şimdi, boyle bir kotuluğu yapmış olsalardı, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yanında, turbesinde, aynı odada bulunma şerefine erdirmezdi. Benim goruşume gore... Nasib etmezdi, koğardı onları bilmem nereye... Ne olursa olurlardı. Orada defnedilmek nasib olmuş; bu cok onemli bir şey...


Bir de Hazret-i Aişe Validemiz'in ruyası vardır. Hazret-i Aişe Validemiz bir ruya gormuş. Ebûbekir Efendimiz de ruya yorumlamayı seviyor. Biraz o hususta mahareti tanınmış. Babasına diyor ki:

"--Babacığım, bir ruya gordum. Gokten uc tane kamer, ay yere indi. Benim hucreme geldiler, toprağa daldılar. Acaba bunun yorumu ne?.."

"--Kızım! Senin odana uc kişi defnedilecek. Bunlar yeryuzunun en hayırlı insanlarıdır." diyor.

Peygamber Efendimiz vefat edince de kızına yanaşıyor, diyor ki:

"--Kızım, hani sen bir zaman bir ruya gormuştun ya, işte senin uc kamerinden bir tanesi budur ve en hayırlısı budur." diyor.

Peygamber Efendimiz oraya gomuldu. İkincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Ucuncusu kim?.. Omer Efendimiz...


Evet, Omer Efendimiz sinirli bir insandı, eli kırbaclıydı. Carşıya pazara cıkardı, belediye reisliği vardı. Esnafı kontrol ederdi. Kamcıyı kafasına indirirdi. Ama Allah icin yapardı, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kızan olabilir ama Allah sevdi mi, başkasının hic onemi yok...

Peygamber Efendimiz'e de bazı konularda, "YĂ‚ Rasûlallah, oyle yapmayalım!" demiş ve Hazret-i Omer'in itiraz ettiği şekilde vahiy inmiş sonra... Samimiyetle kanaatini soyleyen insan... Doğruyu sevmek lĂ‚zım!..


Bizim burda anlatmak istediğimiz bilimsel bir gercektir, bir yanlışlığı duzeltmektir. Yunus Emre'lerin hic birisi --Bursalısı zĂ‚ten değildir de, birinci Yunus da oyle-- şeyhayna, yhani Ebûbekir ve Omer Efendilerimize soven bir insa