İnsan aklı, hicbir ek yapmaksızın saf olarak Kuran ile duşunmediği takdirde, karmakarışık bir hale gelmeye cok musaittir. Bu durumda da kişi, “akıllı insan” olma vasfını kaybeder. Aklı, duru, temiz, isabetli ve faydalı hale getiren tek yol, katıksız olarak iman etmek; Allah'ın sonsuz ve kusursuz aklına, Kuran'a tam uymaktır.

İman eden bir kimsenin mukemmel bir akla sahip olmasını en istemeyecek varlık ise, elbetteki şeytandır. Şeytan, Allah'ı seven, Kuran'a bağlanan, Allah'ın rızası icin yaşayan her insanın karşısındaki negatif guctur. Muminlerin Allah'a ihlasla iman etmelerini engelleyebilmek, akıllarını karıştırabilmek, halis tavırlarına bir parca dahi olsa bozukluk katabilmek icin elinden gelen her yola başvurur. İnsanların kalplerine hayali kuruntular, asılsız şupheler, hicbir delili olmayan vesveseler verir. Ve bunlara, adeta gerceğin ta kendisiymiş gibi inanmalarını sağlar. Hatta o kadar inandırıcı mantıklar sunar ki, kişi, peşisıra gittiği bu hayali kuruntuları delice bir kararlılıkla savunur hale gelir. Bu doğrultuda kesin kararlar alıp hayatını bu yonde yonlendirmeye başlar.

Şeytanın tum bu telkinleri elbetteki samimi iman eden, Allah'a sığınan ve Kuran'a uyan insanlara hicbir şekilde etki etmez. Ancak iman ettikleri halde Kuran'a gereği gibi uymayan kimseler şeytanın bu telkinlerine kapılabilirler.

Kimi zaman bu durumdaki bir kişi şeytanın telkinlerinden kurtulup selim bir akla kavuşmayı, doğru duşunebilmeyi gercekten cok ister. Ancak yine de aklında oluşan karmaya kapılarak, kendisine sunulan doğruları kavramakta gucluk ceker. Duru bir akılla hareket eden mumin dostlarının anlatımlarındaki hakikatleri uygulamaya gecirmekte kararlılık gosteremez. Kendisini icerisinde bulunduğu mantık bozukluğundan kurtaracak Kurani cozumleri gercekleştirmenin ne kadar kolay olduğunu goremez. Cozumu kendi karmaşık mantıklarında arayıp bulmaya calışır. Ya da hem Kurani cozumleri hem kendi karmaşık formullerini bir arada kullanmaya kalkışır. Bunun sonucunda da Kuran'ın bereketinden gereği gibi istifade edemez ve aradığı cozume kavuşamaz.

İşte bu gibi durumlarda mumini -Allah dilediği takdirde- mutlak olarak doğru yola sevk edecek kesin bir cozum vardır: Olumu, ahireti, cennetin ve cehennemin yakınlığını; olumle birlikte, dunyada iken kafasında var olan tum duşuncelerin bir anda yok olacağını; Allah'ın rızasını ve rahmeti kazanabilmek dışında hicbir şeyin bir oneminin kalmayacağını duşunmek... Ve henuz yaşarken, “varsayalım ki oldum” “etrafımdaki tum insanlar da oldu” “tum olaylar coktan son buldu” ve “tum bildiklerimle birlikte ahiretteyim” diyerek hareket etmek...

Olduğunde insan nasıl ki artık kendisi hakkında herhangi bir konuda hak iddia etmeyecek, herhangi bir şeyi halletmenin peşine duşmeyecek; olayları, insanları analiz etmekten, kendisine karşı olan davranışları, bakış acılarını, konuşmaları yorumlamaktan vazgececek; olaylara, insanlara, hayata karşı şuphe ve kuruntularla yaklaşmanın anlamsızlığını gorecek ise, bu gerceği henuz yaşarken kavrayan bir insan da -Allah'ın izniyle- aynı yuksek aklı ve imani olgunluğu olmeden once de elde edebilecektir.

Bu imani olgunlukla hareket eden bir insanın uzerindeki olumsuz tum baskılar kalkacaktır. Aklında oluşan karmaşa dağılacak, kişi saf olarak Kuran ile duşunup hareket edebilecek ve Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşabilecektir.

Şeytanın tum oyunları etkisiz hale gelecektir. Ondan gelen kuruntu, şuphe ve vesveseler boyle bir muminin kalbine etki edemeyecektir. Oncesinde şeytanın verdiği kuruntularla, onulmaz dertlerle karşı karşıya olduğunu sanan bir kimse, bu gerceği kavramasıyla birlikte şeytanın vereceği vesveselere en fazla gulup gececektir.

“Varsayalım ki ben oldum”, “varsayalım ki dunya yerle bir oldu” ve “varsayalım ki cevremdeki iyi ve kotu insanların tumu oldu” diye duşunen bir insanın nasıl bir ahlak anlayışına sahip olacağını kavramak da son derece onemlidir:



Adeta olmuşcesine dunyadan gecen bir insan, aynı zamanda dunyevi tum haklarından da feragat etmiş olur. Artık bir bedeni yoktur ki, bedenine dair bir konuda hak idda etsin. Ya da artık bir nefsi yoktur ki, nefsine dair haklarının peşine duşsun. Ve bu bir kayıp da değildir; aksine kazancların en buyuğune; Allah'ın rızasını kazanma yoluna acılan onemli bir kapıdır. Kamil iman olgunluğunu yaşamanın bu sırrı, mumine muthiş bir manevi guc kazandıracak hayırlı bir tefekkur şeklidir.

Bu duşunce şekli ile birlikte kişinin, haklı olduğunu, hakkının yendiğini ya da hakkının takdir edilmediğini duşunduğu her konu, hic var olmamışcasına ortadan kalkar. Haklılık duşuncesinin neden olduğu dargınlık, kuskunluk, alınganlık ya da kızgınlık gibi tum tavır bozukluklarından kurtulur. Kuran dışı bir adalet elde etme arzusundan kurtulur. Dolayısıyla bu konudaki muhataplarına karşı en mukemmel ahlakı gosterebilecek bir gonul ferahlığı elde eder.

Cozemediği ve cozulemeyeceğini sandığı konuların aslında ne kadar kolay halledilebilir olduğunu kavrar. Cozumun şeytanın karmaşasında değil, Allah'a samimi teslim olmakta olduğunu gorur.

Allah'a teslim olan bir mumin ise, Allah'ın eşsiz koruması, rahmeti ve desteğini kazanır. Boyle bir insan, dunyada maddi manevi başka hicbir şey ile elde edilemeyecek bir guc elde etmiş olur. Allah'ın rızasına uygun olan ahlaka uymanın muthiş bir pozitif etkisi vardır. İşte mumin bu pozitif gucun etkisi altına girer. Uzerindeki imani coşku, neşe, mutluluk ve mutmainlik, fiziksel olarak da manevi olarak da, her an her konuda olabilecek en guzel, en aktif ve en fazla cabayı gosterebilmesini sağlar.

Boyle bir kişi cevresindeki her insanın sevdiği, saygı duyduğu; yanında olmayı, sohbetine katılmayı, dostluk etmeyi isteyeceği; guvenilir, dengeli, olgun, sevgi dolu, canlı, neşeli, akıllı, uyumlu, munis bir insan haline gelir. Boylece dunya şartlarında olabilecek en ust seviyede sevgiyi yaşayabilecek; derin sevmeyi, derin sevilmeyi tadabilecek bir ahlaka ulaşır.
__________________