Batı’da doğup tum dunyaya sirayet eden “kavmiyetcilik/ırkcılık illeti”, en yıkıcı tahribatını Osmanlı ve İslÂm Âlemi uzerinde gostermiştir. “Ummetcilik” bağıyla asırlar boyunca birbirine kenetlenmiş bulunan Osmanlı merkezli İslÂm coğrafyasına, olumcul bir virus gibi bulaşan asabiyet (menfî milliyetcilik) fitnesi, hem Osmanlı’nın başını yemiş, hem de imamesi kopan tespih taneleri bu koskoca Âlemi başsız koyarak; Batılı Devletlerin emperyalist emelleri karşısında korumasız bırakmıştır. Bu yazıda, milliyetciliğin, Ortadoğu ozelinde Osmanlı’ya girişinden bugune uzanan cizgide gecirdiği seruvenin kilometre taşlarını ve Osmanlı ve Ortadoğu’nun parcalanmasındaki amansız rolunu bulacaksınız.
Somurgeciliğin Cazibe Merkezi: Ortadoğu
Tarih boyunca dunya siyasetinin en onemli merkezlerinden biri olan Ortadoğu, eşsiz jeopolitik değeriyle, tarihin ilk donemlerinden bu yana dunya hÂkimiyeti peşinde koşan butun guclerin birinci hedefi haline gelmiştir. Oyle ki, Ortadoğu’da etkili bir varlık gosterip, hukumranlık kuramayan hicbir guc, dunya egemenliğinden de soz edemez hale gelmiştir. “Bereketli HilÂl” olarak adlandırılacak derecede tarıma elverişli toprakları, dunya tarihine yon veren semavî dinlerin, kultur ve medeniyetlerin burada doğmuş olması ve başta petrol olmak uzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip olduğunun anlaşılması, bolgenin jeopolitik ve stratejik onemini daha da artırmıştır.
Batılı Devletlerin Ortadoğu’ya besledikleri ilgi, Sanayi İnkılÂbıyla had safhaya ulaşmış; kurdukları endustrinin carklarının mutemadiyen donmesini sağlayabilmesi icin, sahip olduğu zengin yeraltı ve yerustu kaynaklarıyla, mumbit bir hammadde deposu olduğunu keşfetmekte fazla gecikmemişlerdi. Batılılar bu andan itibaren, siyasî ve iktisadî cıkarları acısından birden bire hayat damarı mesabesine yukselen bolgenin, soz konusu zengin kaynakları uzerinde uzun vadeli bir hegemonya kurabilmek amacıyla, birtakım emperyalist politikalar geliştirmeye başlayacaklardır.
Bilhassa da İngiltere, II. Abdulhamid’in kolonilerde kendisini oldukca muşkul duruma duşuren “İslÂm Birliği” siyasetini akim bırakmak ve denge politikası gereğince, Sultanın kendisine karşı Almanya ile yakınlaşma stratejisini bozmak maksadıyla, alternatif bir tutum olarak Arap topluluklarla yakınlaşmaya calışacaktır. Boylelikle, Batılı Ulkeler arasındaki somurgecilik yarışı ve guc rekabeti, Avrupa dışına taşarak; Osmanlı’nın Arap toprakları uzerinde odaklanacaktır. Avrupalı Devletlerin gozunde, cazibesi her gecen gun artan Ortadoğu Bolgesi, bundan sonra amansız bir somuru mucadelesine sahne olacaktır.
Misyonerlerin Osmanlı-İslÂm Birliği’ni Yıkma Cabaları
İngiltere, Arap kabilelerini elde etmek, Osmanlı’ya karşı kışkırtmak ve imparatorluk bunyesinden koparabilmek icin, bolgeye gonderdiği ceşitli kılıktaki ajan-misyonerler kanalıyla, ayrılık tohumları ekip fesat ateşini alevlendirmek suretiyle, “Şark Meselesi”nden mulhem sunî bir “Arap Meselesi”nin neşvunem bulması uzerinde yoğunlaşacaktır. Daha 18. yuzyılın başlarından itibaren, ustaca manevralarla bolgede yayılmacı bir siyaset izleyen İngiltere, Ortadoğu’ya sızmada, şu meşhur sinsi taktiği guduyordu: “Once kaşifler, sonra misyonerler, daha sonra tuccarlar ve nihayet bayrak!..” Kurt govdeye yalnızca bu şekilde ilişebilir; onu icten ice kemirerek ancak boyle yok edebilirdi. Doğudan Batıya kok salmış tarihî “Cınarı”, hemen bir anda ve bir hamlede cokertemeyeceğini kuşkusuz İngiltere de cok iyi biliyordu.
Fakat ne ilginctir ki, İngilizler yine de bunu; ajan-misyonerlerinin taharriyet ve sondaj calışmaları neticesinde, en gec bir asır icerisinde gercekleştirebileceklerine inanmaktan da geri durmuyorlardı. Dolayısıyla, bu yolda en buyuk yatırımı, birtakım dinî, ilmî, siyasî, sosyal ve kulturel kimlikler altında bolgeye gonderdikleri bol miktardaki ajan-misyonerler uzerine yapacaklardır. HattÂ, bolge oyle bir hale gelecektir ki, her koşesinde kum gibi ajan kaynayacaktır. İngilizler, işte bu keşişler vasıtasıyla Ortadoğu’yu yakın takibe alarak, altını ustune getireceklerdir. Bunların hazırladığı zemini, daha sonra acacakları okullarla iyice pekiştirecek ve bolgede uzun vadeli bir hÂkimiyetin temellerini atacaklardır.
1710 yılında, İngiliz Somurgeler Bakanlığı’nın emriyle Mısır, Irak, Hicaz ve Hilafet merkezi İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunan meşhur misyoner Hampher; İngilizlerin 18. Yuzyılın başlarından beridir İslÂm ulkelerinde gorevlendirdikleri 5 bin ajanın mevcudiyetinden haber verdikten sonra, Ortadoğu’da hÂkimiyetin tesisi icin en şeytanî yontemlere bile başvurmaktan kacınmadıklarını şu tuyler urpertici ifşaatlarla itiraf ediyordu: “Uzun sureli planlar olarak bu topraklarda ayrılık, cehalet, fakirlik ve hastalığı yayma programları şeklinde duzenlenmişti. Bu bela ve bedbahtlıkları bolge halkına yuklerken de, Budizm’in şu unlu deyişini calışmalarımıza rehber yapmıştık: Hastayı kendi haline bırak ve sabırlı ol, sonunda ilacı onca ağırlığına rağmen kabul edecektir!..”
Misyonerler, Ortadoğu’ya nufuz etmek ve muslumanlar uzerinde tahakkum oluşturmak maksadıyla -Hampher’in yukarıdaki goruşlerine paralel olarak- daha geniş anlamda, şoyle bir yaklaşım tarzını katî surette benimsemişlerdi: “Misyonerlik faaliyetlerinin etkin olabilmesi icin, elden geldiğince yerel duşuncelere saygılı ve alcak gonullu olunması gerekir. Her konumda ayrı davranmak gerekir... Musluman ulkelere yapılacak misyonerlerin onderlik hareketleri, toplum yapısının değişiminin yanı sıra, kişilerin de ferdî anlamda değişiminin gostergesi olacaktır... Bu araştırma ve calışmalarda İslÂm’ın benimsenmiş gosterilmesi, Hıristiyan-Musluman ilişkilerinin olumlu teşhir edilmesi gerekir. Bu, bir Hıristiyan’ın İslÂm’ı kabulu anlamında değildir; İslÂm’dan nefret edilebilir. Fakat İslÂm’ın değiştirilerek reforme edildiği takdirde daha sevileceği duşuncesinin empoze edilmesi lazımdır.”
İngilizlerin, Ortadoğu’daki dengeyi kendi menfaatleri istikametinde yeniden ikame edebilmeleri icin, bilhassa da buradaki Muslumanların birlik, beraberlik ve tesÂnut teşkil etmemeleri son derece hayatî bir oneme sahipti. Cunku muslumanlar, İslÂm ittihadı ekseninde bir araya geldikleri takdirde, İngiliz mustemleke duzeni acısından cok buyuk bir tehlike oluşturacaklardır. Buna karşılık, İslÂm camiası dağınık kaldığı muddetce, dunya politikası yonunden daha tesirsiz ve dengesiz bir durum arz edecektir; elbette ki bu da en cok İngilizlerin işine yarayacaktır. Bunun icin de, kucuk yerli yonetimler icat etmek, onlarla merkezî hukumet arasında mutemadiyen catışma ve anlaşmazlıklar cıkarmak; kısacası “bol yonet” daha acık bir dille “bol yok et” planını icra safhasına sokarak, cok dakik ve uygulanabilir bir harita teşkil etmek, İngiltere’nin en başından beridir gercekleştirmeye calıştığı yegÂne hedefi olacaktır.
İngilizler ve diğer Avrupalı Devletler, mahallî idarelere mudahale edip Osmanlı merkezî otoritesini zayıflatabilmek amacıyla, Hıristiyan azınlıkları dinî ve humanist duygu, duşunce ve gerekcelerle tahrik ediyorlar; azınlıkların hÂmisi kisvesine burunmek gibi sinsice bir atraksiyona başvurarak gercek niyetlerini gizleyebiliyorlardı. Bu mevzuda, dinî-siyasî amaclarla acılmış İngiliz, Fransız ve Amerikan Misyoner Okulları, fevkalade yıkıcı bir misyon uslenerek, butun faaliyet ve propagandalarda kilit rol oynayacaktır.
Osmanlı Duzenine
Milliyetcilik Darbesi
Arap Dunyası, 19. Yuzyılın başlarından itibaren, Batı ile ceşitli yollardan temasa gectikce; kendilerini Osmanlı-İslÂm Birliği’nden kopartıcı ve siyasî butunlukten ayırıcı bir atmosfer icerisinde bulmuşlardı. Bu kopuş surecinin başlaması ve gelişmesinde temel muharrik guc ise, Batıdan esen “milliyetcilik cereyanları” olacaktı. Bolucu akımların alevlenmesi ve tırmanması hususunda, Batılıların elindeki en etkili silahların başında, daima “Osmanlı duşmanlığı” gelecektir. Pompaladıkları Osmanlı husumetinin de tesiriyle, Arapların kavmiyetcilik damarını tahrik ederek, “Arap Milliyetciliğini” yeşertmeye ve uyandırmaya tevessul edeceklerdir. Dunya harbinden sonra İngiliz işgali altında kalan Arap memleketlerinde, butun tarih kitapları İngilizler tarafından yazdırılmış ve Arap okullarında yeni nesillere şiddetli bir “Turk duşmanlığı” aşılanmaya calışılmıştır.
Daha ziyade, Hıristiyan Araplar arasında yerleşen bu fikirler, başlangıcta sadece entelektuel bir hareket niteliğindeydi. Bu yonuyle, Arap milliyetciliğinin neşeti ve intişarı; musteşriklerin, misyonerlerin ve hÂsılı topyekun Batılı emperyalistlerin faaliyet ve cıkarları ile cok yakından alakalıdır. Bu illetin Arap dunyasına taşınması, sirayeti ve palazlanmasında en aktif rolu oynamak, tamamen Batılılara duşmuştur. Hal boyle olunca, Arap milliyetciliği hareketlerinin, Yahudi ve Hıristiyan kokenli olduğu gerceği butun cıplaklığı ve carpıcılığıyla ortaya cıkmaktadır. Dolayısıyla, Arap Milliyetciliğinin doğum yeri, Batılı somurgeci guclerin egemen oldukları değil; egemen olmak istedikleri coğrafya olması hasebiyle, esasen Ortadoğu’dur; yani Lubnan ve Suriye’dir. Buyuk olcude de, bu bolgedeki Hıristiyan unsurlara dayanmıştır.
Bunun sebebine gelince; şu fikri ileri surmek mumkundur: Bircok dinî ve etnik grupları bunyesinde barındıran bir imparatorluk olarak Osmanlı Devleti, temel karakteri cihetiyle İslÂmî bir devlet nizamını temsil ediyordu ve milliyetciliğin zemin bulmasına imkÂn tanımayacak şekilde “ummetcilik” esasına oturuyordu. Bu bakımdan, Arap milliyeti cereyanı kendisine ister istemez, Hıristiyan unsurların yoğun olduğu, Suriye ve Lubnan’daki Arap-Hıristiyan topraklarında melce bulmuş; gelişip serpildiği yer bu bolge olmuştur. 19. Yuzyıl boyunca yetişmiş, onemli milliyetci Arap duşunurlerin yuksek bir coğunluğunun, koken bakımından Hıristiyan olması da bu yuzdendir. Butun bu gelişmelerden de anlaşılacağı uzere, Arap Milliyetciliği’nin kok salması ve Arap toplulukları arasında yayılmasında, tamamen Hıristiyan azınlıklar taşıyıcı misyon ustlenmişlerdir.
Arap milliyetciliği hareketi, ilk olarak Amerika’nın himÂyesinde, 1847’de Suriye ve Beyrut’ta, Arap Edebiyatcılar Derneği’nin kurulmasıyla arz-ı endam edecektir. Bu konuda Amerikalılar, Mısırlı ve Suriyeli Hıristiyanlardan; bilhassa da Marûnilerden yararlanmayı duşuneceklerdir. Bu gayeyle Amerikalılar, işe evvela Malta’daki matbaalarını Beyrut’a nakledip, Lubnan, Kudus ve Şam’da actıkları kolejlerde okutulan ders kitaplarını basmakla başlayacaklardır. Kolejlerde okutulan soz konusu kitaplarda esas olarak, Arap kulturunden cok; Suriye, Lubnan, Filistin ve Mısır gibi ulkelerin, İslÂm oncesi tarihlerine ve kulturlerine onem verilecektir. Bu yolla, bir Batı dilinin iyi derecede oğrenilmesini sağlayan mezkur okullara giden zengin ailelerin cocukların da milliyetcilik ve bolgecilik şuuru uyandırılmaya calışılıyordu. Arap milliyetcilerinin tamamına yakın bir kısmının, Beyrut’taki Amerikan Universitesi’nden yetişmiş olmaları da, gercekten kayda değer, duşundurucu bir noktadır.
Hıristiyanlar, Suriye, Mısır ve Lubnan’da kurdukları dernekler kanalıyla, faaliyetlerini gizli bir bicimde aralıksız surduruyorlardı. Gelinmek istenen hedef ise, Batı tesirinde gelişen Arap Milliyetciliğini mumkun olduğunca İslÂm’dan uzaklaştırmak; bir noktada İslÂm yerine konan bir ideoloji ve laik hareket haline burundurmekti. Aslında, Hıristiyanlık (Misyonerlik anlayışı) milliyetciliği reddediyordu. Misyonerlik, milliyetcilik ruhunun uyanmasını istemiyor; fakat bu ruhun uyandığını gorduğu zaman da sondurmeye razı olmuyordu. Yalnız bunu, gayesine hizmet edecek şekilde yonlendirmek istiyordu. Aynı şekilde misyonerlik, ummetcilikten de korkmuyor; bilakis bunu istismar etmeyi arzuluyordu.
Arap Milliyetciliği hareketinin oldukca geniş bir teşkilatlanma seferberliğiyle, birdenbire hızlı bir şekilde yayılıp zemin bulmasında; bilhassa Arap ulkelerinde, Masonlar tarafından bin bir turlu gizlilik icerisinde peyderpey acılmış olan, Buyuk Mason Locaları’nın birinci derecede rol oynadığını, kaynaklardan hayretle muşahede etmekteyiz. Milliyetcilik hareketlerinin boy verdiği onemli stratejik merkezlerden biri olan Beyrut Mason Locası’nın acılışı ve bu teşkilatla hedeflenen gizli amaclara ışık tutması bakımından, Orhan Koloğlu’nun, Prof. Dr. Zeine N. Zeine adlı ilim adamından yaptığı iktibası, gayet enteresan ve dehşet verici ifadelerle dolu olması sebebiyle, aşağıya aynen aktarıyor ve bu noktaya buyuk bir mim koyuyoruz: “Gizli Cemiyet kuranların hepsi hıristiyan idi ve amacları, muslumanlarla eşit olabilmekti. Arap Milliyetciliği yaparak Beyrut’un onde gelen muslumanlarını da locaya sokma taktiğini kullandılar... Araplığı vurgulayarak ve Araplara, Turklerle eşitlikte ısrar ederek; hem muslumanları hem de hıristiyanları, Turk haksızlık ve despotizmiyle mucadelede birleştirmek amacındaydılar.”
Turk-Arap ilişkilerini baltalayıp, duşmanlığı surekli korukleyen; daha da onemlisi İslÂmî vahdeti bozan ve hÂl da onundeki en buyuk engellerden sayılan, tarafların tarihten bugune taşıdıkları malum argumanların tutarsız ve dayanaksızlığı ve sadece Batılı emperyalistlerin işlerini kolaylaştırıp cıkarlarına hizmet ettiği hakkında en isabetli goruş sahiplerinden biri de Erol Gungor’dur: “Arap denince, yeni Turk nesillerinin aklına daima Turk ordularını arkadan vuran İngiliz maşası bedevî kabileleri gelir; Araplar da Turk deyince en cok İttihatcı Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptıklarını hatırlarlar. Her iki tasavvur da yanlıştır; iki tarafı birbirine duşman etmek icin İngilizler tarafından uydurulmuştur... Unutmayalım ki, Arap duşmanlığı propagandasının temelinde İslÂm duşmanlığı vardır; İslÂm Dunyası’nın yan yana yaşayan iki buyuk kitlesini birbirine duşman etmek, boylece her birini tek tek Batılılara esir etmek gayreti vardır.”
İslÂm Dunyası’nda Denge/Değerler Nasıl Bozuldu?
Ortadoğu’ya hÂkim olmak icin gecmişte Haclı ordularını ileri suren Batı, bu sefer de bolgeyi, onlarca makam ve sozde idarî taksimata (petrol şeyhliklerine) bolmek yontemiyle; bunlarla guya taltif ettiği yerli işbirlikciler eliyle hegemonyasını idÂme ettirmeyi yeğlemişti. Bundan sonra emperyalist gucler, Osmanlı’nın kurduğu asırlara dayanan denge ve duzeni hak ile yeksan ederek, korkunc bir hÂn-ı yağmaya başlayacaklardı. Batılılar, Osmanlı Devleti’nin geride bıraktığı coğrafyayı, bir suru değersiz ve kucuk ulkeler halinde harita uzerinde parcalayıp, sultalarını ve nufuzlarını kolayca surdurebilecekleri, tabir yerindeyse “bir yutumluk devletcikler” şekline getireceklerdi. Pusuya duşurulen Arap Dunyası, bir daha belini doğrultup kendi ayakları uzerinde dikilemeyecek bicimde, Batılılar tarafından bolunebildiği kadar bolunmuştu.
Bu cumleden olarak, Şerif Huseyin ve Oğulları’nın eşsiz hizmetleri karşılığında işe evvela, Urdun’de kukla bir monarşi idaresi kurarak koyulmuşlardı. Muteakiben Lubnan’ı, bolgedeki Durziler’in Osmanlı Devletini arkadan vuran hizmetlerinin mukÂfatı olarak, Suriye’den koparıp Marunî Hıristiyanlara vereceklerdi. Nihayetinde, Irak ve Suudi Arabistan’ın arkasından, tarihte aşiretlerin bile merkez ittihaz etmedikleri adı-sanı dÂhi duyulmamış mekÂnlara “devlet” adı altında siyasî bir huviyet kazandırılacak ve Lubnan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve daha bircok toprak parcası sunî sınırlarla birbirlerinden koparılarak kolay idare edilebilir “cetvel devletler” halinde İngilizlerin hegemonyası altına girecekti.
Fakat burada esas trajedi şudur; siyasî bilinclenmenin artması ile emperyalizmin hakikî yuzu fark edilmeye başlanacak ve somurgecilik “milliyetcilik adına” reddedilecekti; ancak bu da, Cezayir Muslumanlarının Fransa’ya karşı direnişlerinde olduğu gibi, ağır bedeller odenmesine sebep olacaktı. Arap Dunyasında “Ulusculuk” hareketi, anti-emperyalist bir bicimde ortaya cıkmış; siyasî, ekonomik ve kulturel acılardan tam bağımsızlık parolasını dava edinmişti. Manda yonetimlerinin, etnik ve dinî (mezhep) farklılıkları belirginleştirerek, ulusal birleşmeleri engellemeye calışmaları; “Arap birliği duygusu”nu daha da guclendirmişti.
Ne var ki, umumî manzara ve yapının şekillenmesinde Batının kahir gucu ve tekeli bir turlu kırılamayacaktı. Sozde bağımsızlıkları verilen ve halkı musluman olan devletlerin siyasî ozgurlukleri gorunuşte varmış gibi kabul edilmekle beraber; bu ulkelerdeki her turlu yonetim kademeleri ve karar mercileri dolaylı olarak Batılı sınıflara teslim edilmiştir. Bu tablo bugun de değişmemiş olup aşağı yukarı aynı cercevede devam etmektedir. Musluman memleketlerin bir coğu bugun, sozu edilen emperyalist devletlerin bir nevî somurgesi olma durumundan maalesef kurtulamamıştır. Ozellikle II. Dunya Savaşı’ndan beridir bircok musluman ulke, bağımsızlığını kazanmış gibi gorunmekle birlikte; askerî, siyasî, iktisadî ve kulturel acılardan yine buyuk olcude Batılılara bağımlı durumdadırlar ve doğrudan değil de dolaylı yollarla yonetilmektedirler.
Somurgeci gucler, Musluman Arap topraklarını; ilerde kendilerini tehdit edici bir potansiyele erişmemeleri ve kolektif bir kuvvet haline gelmemeleri icin, bir yandan oldukca carpık ve anlamsız hatlarla birbirlerinden ayırmakla kalmayacak; diğer yandan da ihdas edilen soz konusu Arap Devletleri arasına, husumet ve ihtilaf tohumları atıp birbirleriyle cedelleşmelerini temin etmek taktiğiyle, Ortadoğu’da kontrol mekanizmasını, mutemadiyen kendi cıkarları ekseninde tutmak isteyeceklerdir. Hic şuphesiz, bu hedefi gercekleştirmenin en vurucu noktalarından birisi de; hepsinin ortak imanî noktasını teşkil eden İslÂm Dini’nden uzaklaştırarak, İslÂm ittihadı kapısını ebediyen kapatmak ve unutturmak olacaktır. Muslumanların birliğini bozma ve karıştırmada ozellikle de, Batılıların dayatmasıyla, Filistin’de tepeden inme ve gayr-ı hukukî bir tarzda kurulan İsrail Devleti’ne cok buyuk işler duşecek; emperyalistlerin mudahalelerinde hep bir comak ve atlama taşı olarak kullanılacaktır.
Butun bunların dışında Somurgeciler, Ortadoğu Ulkeleri’ne, din ile devletin alanını kendi sistemlerine gore birbirinden ayıran sekuler (laik) oğretileri empoze ve ihrac etmeye ozel bir onem vereceklerdir. Bu durum en cok da, Arap Ulkelerindeki yonetici sulalelerin işine yarayacaktır. Cunku İslÂm, o tur bir yonetimi meşru bulmamaktaydı. Yoneticiler ise, İslÂm ile meşruiyetlerinin olculmesine razı değildiler. Bu tarz sekuler fikirler, sadece bu ulkelerdeki Batı yanlısı entelektueller tarafından değil, yonetici seckinler tarafından da pek sevilecekti. Boyle bir değişimin asıl amacı, musluman toprakların somurulmesinde en buyuk engel olan İslÂm’ın bileğini gucsuz kılmaktı. Bu mÂnÂda, İslÂm’a batılı bir yorum getirilip; cihad, ummet ve tevhid gibi temel İslÂmî mefhumların muhtevaları, alcakca bir saygısızlıkla tahrif edilmek istenecekti. Bu yolla, gercek İslÂm’ın yanında uyduruk bir “Oryantalizm İslÂm’ı” versiyonunun ortaya cıkmasını sağlayarak, esas dinin yerini alması hedefleniyordu.
Batılılardan bağımsızlık icÂzetini almak icin careyi, Osmanlı’ya duşman kesilmekte ve emperyalist guclere mutlak teslimiyette bulan Arap Dunyası’nın bu genel temÂyulu, 1948’de dost bildiklerinin ihaneti ve acık desteği neticesinde İsrail’in kurulmasının verdiği şokla buyuk olcude değişecektir. Bu vetirede, Batı emperyalizmine cephe alınarak siyasî-ideolojik anlamda yeni bir yapılanma icerisine girilmiştir. Sovyet Rusya’ya angaje olunarak, devlet ve toplum hayatını yeniden şekillendirmek maksadıyla, Sosyalizm ithal edilmiştir. İslÂm’ın toplum uzerindeki muessiriyet ve belirleyiciliğini kırmak gayesiyle “Arap Milliyetciliği” ve Arap Birliği esasına dayanan; ustelik tabanda zemin bulması ve husnu kabul gormesi icin yer yer İslamî gorunume de burundurulen, “Arap Sosyalizmi/Baascılık” cereyanı başlatılmıştır. Ozellikle, Suriye ve Irak’ta bu hareket, buyuk guc kazanarak iktidara gelecektir. Baascılık, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’in Araplara ustunluk sağlamasına kadar devam edecektir.
Bundan sonraki surecte Arap halkı, yeniden İslamî değerlere donmeye; ozunu ve kimliğini yeniden bulmaya yonelmiştir. Ancak bu defa da, azınlık idaresine dayanan baskıcı yonetimlerin zulum ve engellemesiyle karşı karşıya gelecektir. Bu arayış halihazırda daha da ivme kaydederek ve derinleşerek etkisini surdurmektedir.
Son Birkac Soz
Dunyaya hukmetmenin en muhkem sac ayaklarından birisinin de, Ortadoğu’ya hÂkim olmaktan gectiğinin bilincinde olan Batılı Devletler, 20. yuzyılın başında nizamı ele gecirdikten sonra bir daha dizginleri boş bırakmayarak; gunumuzde Korfez Krizleri ve Savaşlarına uzanan surecte, Âdeta rutinleşen mudahalelerle şamar oğlanına cevirdikleri bolgeyi, kendi haline kolay kolay terk etmeyecekleri mesajını her fırsatta hatırlatmak suretiyle, hegemonyalarını daha da pekiştirmek yolundadırlar.
Emperyalist Batılıların muavenetiyle Ortadoğu’da İsrail vasıtasıyla acılan yara, buyuk miktarda kan kaybederek daha da derinleşmeye ve kangrenleşmeye doğru gitmektedir. İsrail, Ortadoğu’da durmaksızın patlak veren ve bir turlu de dinmek bilmeyen catlaklık ve krizlerde, hÂlen en muessir cıban başı olma ozelliğini korumaktadır. Arap Devletleri ise, muhtac ve bağlı bulundukları dinî dinamiklere tevessul etmemenin cezasını, Batılılar ve İsrail karşısında siyasî, askerî ve iktisadî sahalarda uzlaşma ve dayanışma icerisine girmemekle cok pahalı odemektedirler.
Gorunen o ki, ozunde İslÂm’ın insanlığa vaat ettiği Âlemşumul olculerdeki sulh ve selametin muhtevî bulunduğu bir sistemi, mukemmelen temsil ve tatbik eden Osmanlı benzeri bir nizam, Ortadoğu’nun on yıllardır hasretini cektiği huzur ve istikrarın yegÂne recetesi olacaktır.
*Tarihci-Yazar [email protected]
Dipnot: Bu makale, şu kitabım ve oradaki diğer kaynaklardan faydalanarak hazırlanmıştır: İsmail Colak, Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak, İstanbul, 2005, Lamure Yayınevi ve Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, İstanbul, 2004, Gelenek/Okul Yay.
__________________
Osmanli Ve İslÂm Âlemİ’nİ ParCalayan Dİnamİt: MİllİyetCİlİk
Dini Bilgiler0 Mesaj
●40 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Osmanli Ve İslÂm Âlemİ’nİ ParCalayan Dİnamİt: MİllİyetCİlİk