ATATURK'UN İLKOKUL ANILARI

MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR

Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gitmesini istiyordu. Annesi Zubeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir catışmaları surup gidiyordu:

Zubeyde Hanım: “ Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu’nda? Ne oğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. “

Ali Rıza Bey: “ Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı onemli değil. Onemli olan, eğitimin iyi olması. Oğretmenlerin iyi eğitim vermesi. “

Zubeyde Hanım: “ Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca cok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, soyler misin bey? “

Ali Rıza Bey: “ Kimseden aşağı kalmadın, Zubeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla ovunmuşumdur ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’na gidecek. “

Ali Rıza Bey yine de, Zubeyde Hanım’ın hatırını kırmamak icin, oğlu Mustafa’yı birkac gunluğune mahalle mektebine gonderdi.

Daha sonra bir bahaneyle Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu’na yazdırdı. Bu durum Mustafa’nın da hoşuna gitmişti, cunku mahalle mektebinin dersleri O’na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu hemen kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya gecmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, butun bir gun aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı kucuk aklı buyuk, yaşına gore, dunyada eşine ender rastlanacak ustun zekÂlı bir cocuk icin, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yurumemi beklemesin, diyordu.

Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Hele sınıf oğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Oğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı oğrencisini anlatıyor, O’nu ovuyordu:

“ Arkadaşlar, az onceki matematik dersinde sınıfa cok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu ucuncu sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi cozemeyeceğinden emindim. Problemi once yuksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Oğrencilerin coğu soruyu okumakla meşguldu. Oysa calışkan oğrenciler defterlerine cozum işine girişmişlerdi. Problemi doğru cozduğunu soyleyen altı oğrenciden beşinin bulduğu sonuc yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız boyle bir oğrencinizi alnından opmez misiniz? Gelecekte Turk Milleti bu cocuktan cok şey bekleyecektir. “




ALTIN SACLI, DENİZ GOZLU COCUK

Mustafa, Şemsi Efendi Okulu son sınıfa giderken, birgun sınıf oğretmeni bugun okula bir mufettişin geleceğini, ona karşı saygılı olmalarını, soracağı sorulara doğru cevap vermelerini soyledi. Eğer bilmiyorlarsa kesinlikle parmak kaldırmamalarını ihtar etti. İlk dersten sonraki teneffuste oğrenciler arasında konuşulan tek konu mufettişin sınıfta ne gibi bir soru sorabileceğiydi. Mufettişin sorduğu bir sorunun bile bilinememesi, kotu bir intiba bırakırdı.

Bu durumda Mustafa, calışkan oğrenciler arasında on plana cıkıyor ve arkadaşlarına mufettişin sorduğu en zor soruyu bile doğru cevaplandıracağı sozunu veriyordu.

İkinci ders, ikinci teneffus derken, ucuncu dersin ortalarına doğru kapı calındı ve mufettiş sınıfa girdi. Mufettiş, oğretmenle bir sure konuştuktan sonra sınıfa donerek ilk soruyu sordu: Osmanlı Devleti, Avrupa'yı fethetmek istedi ama neden başarılı olamadı?

Belki bu soru oğrenciler icin, biraz ağır bir soruydu ama ağırlıkların kaldırılıp kaldırılamayacağı yani sorunun cevaplandırılıp cevaplandırılamayacağı da boyle bir soru sorulmadan bilinemezdi. Bu soru icin, sınıfın en calışkan dort oğrencisi parmak kaldırdı. Bunların arasında Mustafa da vardı. Aslında mufettiş sınıfa girip oğretmenle konuşurken, orta sıralarda oturan sarı saclı, mavi gozlu ve o mavi gozlerinden zeka fışkıran oğrenciyi hemen farketmişti. Mufettiş, nedense bu sarışın oğrenciye parmak kaldırmasına rağmen, soz hakkı vermemiş, parmak kaldıran başka bir oğrenceden sorduğu sorunun cevabını istemişti. O oğrenci de, mufettişin beklediği bir şablon icinde soruyu cevaplamıştı.

İkinci soru, ilk sorudan cok daha zor olmalıydı. Bir devlet cıksa, diyelim ki, bu Osmanlı Devleti olsun, dunyaya hakim olsa, bu durum ebediyete kadar devam eder mi?

Mustafa olaya bu paralelde dik bir cizgi cekmek ihtiyacını hissetmişti. Birbirine paralel giden iki doğru bu dik cizgiyle kesişmeliydi. Mustafa'nın parmak kaldırıp soz isteyerek soruya verdiği cevap şu oldu:

" Hayır, etmez. Bırak ebediyeti elli yıl bile devam etmez. Her ne icin olursa olsun, başka milletleri boyunduruk altına almak, onları kole durumuna duşurmenin adı emperyalizmdir. Her millet kendi sınırları icinde ozgur ve bağımsız yaşamalıdır. Yaşasın ozgurluk, yaşasın bağımsızlık!.."

Mustafa'nın buyuk bir coşku icinde soylediği bu sozler uzerine mufettiş, bir sure oğretmenle konuştuktan sonra, Mustafa'nın yanına giderek, O'nu alnından optu.

" Yaşa Mustafa! Turk Milleti, senin gibi son derece bilgili, kulturlu ve duşuncesini korkmadan soyleyebilen, cağdaş yeni nesil genclere emanet edilecektir. Sen Turk Milli Eğitimi'nin gururusun. "





PİYADECİLİK OYUNU

Gunlerden bir gun komşumuz Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz uniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul oğrencisiydi. Bir an kendimi o uniformanın icinde hissettim.

O birkac gun icinde komşular Ahmet’i gormeye gitti. Biz de annem Zubeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri uniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde bicimlice yuruyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yuksek nokta buydu.

Daha sonra bir gun Ahmet, beni ve komşu cocuklarını bir araya topladı ve şoyle dedi:

“ Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gorduğunuz tepeyi, Turk cocukları savunacak. Rum cocukları ise, ben başla dediğimde tepeye cıkarak onları aşağı cekmeye calışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele gecirirse o grup kazanmış sayılacak. “

Komşumuzun oğlu Ahmet’in başla demesiyle Rum cocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum cocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı cekti. Rum cocukları cok hırslıydı ve pacasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı cekildi. Aşağı cekilen iki arkadaşımın yukarı cıkma şansı yuzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan uc Turk cocuğu kalmıştık. Beş Rum cocuğu tepenin ustune cıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk.

Bir Turk cocuğu, beş Rum cocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum cocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi goren arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin ustunde iki Turk cocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum cocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve ustleri toz toprak icinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık.

Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Ruşdiye’sine kaydını yaptırdı. Mustafa ozellikle sınavın yetenek bolumundeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, celik gibi yureğiyle komutanların dikkatini cekti.

Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa’da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri ruşdiyeye boyle bir oğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dunya durdukca hicbir askeri ruşdiyeye boylesine bir oğrenci gelemez.




ATATURK'UN COCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI

Cocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın ustunde yeni elbiseyi goren Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler.

Annem Zubeyde Hanım:

" Tabi olur, benim guzel cocuklarım. Olcunuzu alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram gunu de yeni elbiselerinizle gezersiniz. "

Birkac gunde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine donuş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, utuledi ve elbise dolabına astı.

Aradan zaman gecti ve arefe gununden bir gun once evde bir gurultudur koptu. Meğerse Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, ustune olmamış, dar gelmiş ve bir yaş buyuk ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun goren Makbule Naciye'den elbisesini cıkarmasını isteyip sesini yukseltmiş.

Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun uzerine Naciye:

" Ama anne, benim elbisem ustume olmadı, cok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? "

Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye calıştı ama dar geldi.

Annem:

" Tabi dar gelir. Siz buyume cağındasınız. İki ay once diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini duşunemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gun icinde yeni elbise dikerim. "

Annem aynen oyle yaptı. İki gunde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi.

Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geciniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim.





KARANLIKTAN KORKMAM

On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın ciftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le cok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gun Enver, bizim bağa gidip uzum yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola cıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz icin, karanlığa kaldık.

Enver: "İstersen donelim. Sen şehir cocuğu olduğun icin, karanlıktan korkarsın. Boyle durumlara alışık değilsin" dedi.

Ben karanlıktan korkmadığımı soyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaclık alan derken, karanlık iyice coktu. Yanımdaki Enver'i zor secer oldum. Bir saat once dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa donelim, az kalmıştı ya, yarın gunduz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım uzum kopardık. Uzum yiyerek ciftliğe donduk.




İLK ANDA CANIM SIKILMIŞTI

Bakla tarlasında yalnız başıma bekcilik yaptığım gunlerden birinde oğle vakti kulubenin onundeki cardak altında uyuya kalmışım. Aradan ne kadar zaman gecti bilmiyorum, annemin sesine uyandım.

Annem: ” Dayısı şuna bak, Mustafa uyuya kalmış. Makbule dun pınardan soğuk su icince hastalandı ya, Mustafa butun gece başında bekledi. Ondan uykusunu alamadı. Neyseki Makbule’ye ballı ıhlamur icirdim de iyileşti ” dedi.

Dayım: ” Bırak canım uyusun. Benim en sevdiğim şeydir burada uyumak. Bu oğle sıcağında karga falan uğramaz. Bir yatsam iki saatten once top atsan uyanmam ” dedi.

Bu konuşmaları duyunca ayağa fırladım. Uykuda yakalandım diye ilk anda canım sıkılmıştı ama Makbule’nin iyileştiğini duyunca rahatladım.




NACİYE KAYBOLDU

Dayımın bakla tarlasına Makbule ile giderdik. Bir gun Naciye de bizimle gelmek istedi. İlk defa benden birşey istediği icin olmaz diyemedim. Annemden izin cıkınca o gun uc kardeş tarlaya gittik. Naciye eline bir sopa aldı ve kargaların ardından koşturdu durdu. Bir ara Makbule ile uzun suren bir konuşmamız oldu.

Tarlanın ortasındaki kulubenin onune oturduk ve yemeğe başlayacaktık ki, Naciye’nin yanımızda olmadığını fark ettik. Sağa baktık, sola baktık, Naciye neredesin diye bağırdık, Naciye yok. Neden sonra Naciye cıkageldi. Meğer karga peşinde koşarken cok yorulan Naciye kulubeye girmiş ve doşeğe yatıp uyumuş. Naciye’nin ortaya cıkmasıyla birlikte rahatladık ve yemeklerimizi yedik.

shiftdelete
__________________