“Sokaktaki Adam ’dan” bahsediyoruz. Attila İlhan ’ın kimi soylentilere gore 18 yaşında yazmaya başladığı (ki bu yaşta yazdıysa eğer ayrıca bir takdiri hakediyor) kimine gore ise 24 yaşında yazmaya başladığı soylenir. Ne olursa olsun insan ruhunun sıkıntılarını, o donemki şehrin insanının kendi buralarından kacışını ve kendi buralarına donuşunu anlatıyor.
Lutfen bu romanı okuyacaksanız bu işe hepten umidinizi yitirmiş ve geri donuşu olmadığına emin olmuş durumda kalkışın. Aksi takdirde az kalan umutlarınızı da hepten kaybetmiş olacaksınız. Benden soylemesi. Yine de siz bilirsiniz. Bu roman icin Attila İlhan ’ın her şeyi reddetmesinin romanı da diyebilirsiniz. Burada Attil İlhan, Turk romanında olmayan bir teknik kullanır. Bu tekniğin adı “découpage”-dır. Bu teknik bu romanda ise ic iceymişcesine verilen olaylar orgusu arasında birini diğerlerinden koparma şeklinde uygulanmıştır.
Ve seni Babil ’den ote gotureceğim…
Aynen boyle başlıyor roman. “Babil neresi ola ki?” diye sormayın. Herkesin icinde sevdiğini ote goturmek istediği ve bunu hayal ettiği bir Babil vardır. . (Neyse. Hadi cenin pozisyonu alın da romanın icine girelim…) (Bundan sonraki kısımda romandaki alıntılara yer verilmiştir…)
Rose-Marie ’nin hayatını bilmem. Hic merak etmedim. O da soylemedi. Yalnız zaman zaman gozlerini kırpar ve…
-Canım muthiş sıkılıyor, Hasan, der; galiba bu gunun birinde, kalkıp kolonilere gideceğim. Onun da canı sıkılıyor yani. Gecen defa beni oteline goturdu. Beraber yattık. Ve sonra ağladı. Bu da, budalaca bir şeydi. Onunla yatmam da, budalaca bir şeydi. Epey zaman var ki, budalaca olmayan bir şey yaptığımı hatırlamıyorum. Rose Marie de bu fikirde:
“-Sen, diyor, daima kendini duşunuyorsun; hayır kendini değil. Ne bileyim, belki delinin birisin.
Kendimi duşunmediğim muhakkak. Kendini duşunen insanlar, bir şilepte kamarotluk etmezler. Ellerinde olan ve olmayan her şeylerini başkalarına terkedip, parasız pulsuz kamarotluk etmezler. Para, bu meselenin anahtarı olamaz. Bunu coktan anladım. Olum de! İnsanları seviyorum yalanını terkedeli hayli oldu. İnsanlar sadece canımı sıkıyor…”
İstanbul başka sıkıntı. Ben bu şehri sevmez değilim. Ne var ki bir şeyi, bu şey ister bir şehir, ister bir kadın olsun, sevmek yetmez…
Onunla ilgilenmek, onunla kaynaşmak, onu kendine ait bir şeymiş gibi hissetmek gerekir. Elinmiş, kolunmuş gibi. Oysa İstanbul, umurumdan haric. Guzel olduğu gercek, ama neye yarar? Onda ve bizde bu sıkıntı surerken?
Ben başka şeyler duşunuyorum: Rose-Marie ’nin huzunlu ve yoksul memelerini…
Napoli ’de bizi cevirip pasaport sonra kıvırcık saclı polisi. Vesaire. Vesaire. Gumrukculer arama ile meşgul oldukları muddetce, hep başka şeyler duşundum. Yakub ortadan kaybolmuştu. Durduğum yerden kopruyu, ışıkların pırıltılı dizisini, tramvayları goruyordum. Rıhtıma biraz sonra cıkacağız. Şehir sıkıntıyla gerinecek. Yarın Nubar ’a telefon etmek lazım. Olmazsa Leon ’u bulurum. Yakub cıktı geldi:
“-Sintineyi ustunkoru gectiler Hasan, dedi. Gozleri parlıyor. Ben başka şeyler duşunuyorum. Şimdi yakalansak: Zabıta, Polis, Adliye, Cezaevi. Yakalanmasak: Rıhtım. Yuksekkaldırım. Beyoğlu. Apostol. Kerhane. Yelkovan yuruyor; olaylar bir an icin, şoyle değil boyle geciyor, hayatının rotası, bakıyorsun, tamamen değişmiş…
İnsan hayatından neden memnun olmaz? Sıkıntıları olur. Ekmek sıkıntısı, gecim sıkıntısı, şu veya bu…
Adam sıkılır ve niye sıkıldığını bilir. Benim param var, karnım doyuyor, sorumsuz yaşıyorum. Hicbir şey umurumda olmadığı icin, sıkılacak şeyim yok; yine de, olecekmişim gibi canım sıkılıyor. Hayat, yani gunluk cekişmeler, budalaca gurur, sersemce gosteriş, ahmacta tevazu tamamen benim dışımda. Herşeye karşıdan bakıyor ve sıkıntıdan catlıyorum. Bir şeyler yapmalıyım. Muhakkak! Fakat ben, daima bir şeyler yaptım. Tahsilimi terkettim. Askerlik ettim. Aşık oldum. Vazgectim. Kamarot oldum. Kacakcı oldum. Hep “bir şeyler yapıp kurtulmak” icin. Netice ne oldu? Hic! Yine canım sıkılıyor. İstanbul ’a gelmeden , İstanbul ’dan uzak olduğum icin sıkıldığımı sanıyorum. Şimdi İstanbul ’da, Beyoğlu ’nun suslu ve gosterişci kalabalığı arasındayız. Bu defa, buraya geldiğim icin sıkıldığıma eminim…
Yakub ’un, on iki numarada Melahat ’ı var. Benim hicbir numarada kimsem yok…
Yine de gidiyorum. Yakub, Melahat ’ı anlatıyor. Ben acılmamış yelkenlerimi duşunuyorum. Ruzgar esiyor ve yelkenler acılmıyor. Şimdi, bir an icin, Marsilya ’da oluversem. “Aux Quatres Vents ’a” gidip, Rose-Marie ’yi ve olu gozlu Macarını bulsam… Abanoz sokağı yapışkan, ıslak ve mustekreh. Taşra kılıklı, tesbihli, lacivert elbiseli adamlar, inatla kapılara sokuluyor. Kapılardan biri acılıyor. Kara bıyıklı, cingeneye benzer bir herif, oksurerek cıkıyor. Ve cigarasını ateşliyor. Cigarasının ateşi, avucunun icinde parlıyor. Uzaklaşıyor. Nedense, Kıbrıs sahillerindeki deniz defenerlerini hatırlıyorum. Hatırlamak iyi bir his. Bir sarhoşun daima hatırlayacak şeyleri bulunur ve butun hatırladıkları, onu eksiksiz mutsuz kılar. Mutsuz olunca adam, artık yaşadığına emindir. Emin olmak iddialı bir soz. Ben neden ve neyimden eminim sanki? Bir hayvan gibi tıkınıyor, tepiniyor ve uluyorum…
Kime ne? Bilhassa bana ne? Duşunuyorum da…
Kendi kaderi bile, kendisinde ufak buyuk hicbir kaygı uyandırmayan bir adamdan başkalarının kaderi ile ilgilenmesini beklemek budalalığın daniskası. Kendi kendimden bile kurtulmuşum ben. Bir manada kaybolmuşum. Bu etrafımızdakiler umurumda değil. Olaylara bir tabanca, bir demet cicek, bir kutu penisilin kayıtsızlığı ile katılıyor; hayattan eski ya da yeni şairlerin soylediği tarzda, hicbir zevk almıyorum. Oyle ya, ruhsatlı veya ruhsatsız olmak, tabancayı asla ilgilendirmez. Aslolan onun maddi varlığıdır. Benimki de aşağı yukarı oyle. Bunun dışında; gulme, yaşama, nefes alma, koklama, gorme, duşunme yeteneklerimden hicbir cıkarım yok…
Ben bazan hukumetten yana, bazen muhalifim; bazen gerici, bazen komunist diye evimi polisler basar…
Beni alır gotururler. Fakat ekmek asla ucuzlamaz. Bazan evimde oturur kanarya beslerim. Gazeteye, radyoya elimi surmem. Ekmek yine ucuzlamaz. Aksine bozulur, esmerleşir, bir kuruş da uste koyar. Allah mı? Ben Allah ’ıma inanırım. Ezanlar Turkce okunurken de inanırdım. Her şeyin başı odur. O istemezse, hicbir şey olmaz. Herkes dua ediyor. Hele şimdilerde, camiler adam almıyor. Sokaklarda sakallı kimseler turedi. Koylerde şeyh salgını varmış diyorlar. İkide bir cat kapı: Ne o? Filan camii inşaatı icin bağış. Şu din dergisini al. Buna abone ol. İşin icyuzunu bilenlere bakarsanız, onlar da birbirlerine girmişler. Kimisi ben Sunni ’yim diye bağırıyormuş, kimisi sen Şii ’sin diye. Her birinin peşinde, işşiz gucsuz, dilenci kılıklı adamlar. Ben namaz kılamıyorum. Vaktim olmuyor. Sabahtan akşama kadar işteyim. Allah beni affeder ama. Değil mi ki, Adalar ’da, Boğaz ’da, sabahlara kadar işret edenleri affediyor…
Ağzını ağzıma uzattı. Ağzı şaşılacak derecede manalıydı…
Dudaklarının once sınırı cizilmiş, sonra boyanmıştı. Opuşurken govdesini bana yasladı, gozlerini yummadı. Ben yummuştum. Onun yummadığını farkedince, canım sıkıldı. Zaten opuşmesinde boğucu, olağan dışı, iştahlı ve baştan cıkarıcı bir şeyler de vardı. Hemen ayağa kalktı:
“-Evde, dedi, kimse yok.”
Ben kimse var mı diye sormamıştım. Bir cigara yaktı. Bu defa uzun ve beyaz bir ağızlığa iliştirdi. Pencerenin onune gittiği zaman, yuzune gecenin ışığı vuruyor, geceye ait bir şeymiş gibi gorunuyordu. İcilecek bir şey istedim. Bir şişe vokta cıkardı. Benimle birlikte icti. Hep deliklerinde, dudaklarında, memelerinin uclarında, tir tir titriyordu. Mutemadiyen “Canavar!.. Canavar!..” deyip duruyordu. Artık ruzgar durmuştu. Bıckı da durmuştu. Yalnız yoğun karanlıklarda birtakım ppullar ışıl ışıl yanıyor sonuyor. Her şey kirli, bıktırıcı ve murdar! Bilhassa murdar! Sanki bir cirkefte yuvarlanıyorum. Her tarafa illet sıcrıyor. İllet ve pislik!
Artık pencerenin onundeyim. Yağmuru anlamam lazım. Sersemce bir duşunce. Evet, fakat ben hep sersemce duşundum…
Yağmur altında dolaşmak romantizmini icat eden, belki de benim. Bazı bazı gemi, acık denizde uslu bir yağmura tutulur. İşte o vakitler, kıcta, kafama ac insanların hayvanca oburluğuyla saldıran o sersemce duşuncelerin, beni artık rahatsız etmediklerini hissederim. Ama, gayet kısa bir zaman icin. Sanki bir an, bir saniye film durmuştur. Sonra tekrar, aynı gurultu, aynı kıyamet, aynı tereddutler ve her şey! Şimdi yağmuru anlamıyorum. O bir ana razıyım. Ama olmuyor. Meryem kaşlarını yoluyor, memelerini seviyor. Herkesin yuzune tukuren bir hayatı var. Herkes onun hayatına tukuruyor. Meryem, bu tukuruk cenneti icinde memnun. Yaşlanmış ve cahil bir orospuda kıskandığım bu…
Hergele yeniden denize tukurdu. Benim işte boyle antika bir tarafım var; biri denize tukurdu mu, icerlerim.
Diyeceksin ki Allahın denizi, isteyek tukurur isteyen tutar ortasına işer. İşesin birader, işesin. Ama duşun, deniz bu, onun ustundeyiz, sabah akşam, yaz kış, daima onun icindeyiz; istese, yani kafası kızsa diyorum, bizi batırması oyuncak onun icin; hani canın cekerse, velinimetimiz de! Hah, sonra da kalk, suratına tukur. Yok, ben yapamam. Yaptılar mı icerlerim. Hepsi bilirler. Selim de bilir. Ya mahsus yapıyor, puşt, ya da unuttu.
“-Bak, dedim, Selim! Denize tukurme.
Gozleri camdanmış gibi suratıma baktı:
-Neden?
-Nedeni var mı ulan? Tukurme işte!…
Bir şehri sırtta taşımak; sulanmış, zuppe parklarını; takma kirpikli kadınlarını,; daima saatinden evvel, ya da sonra gecen otobuslerini sırtta taşımak ya da bir şehrin sırtında gezinmek, ne yurek uzuntusune mal olur ki?
Bunu beni gormeden anlayamazsınız. İşin kotusu, şehrin icinde ezeli seyranımı yaparken, gozgoze geldiğimiz oluyor; size gulumsuyorum, beni tanımıyorsunuz. Tunelin kapıları şrak! diye kapanıyor. İnsanlar telaşlı telaşlı koşuyorlar. Tam o sırada beni goruyor ve tanımıyorsunuz. Cunku ben, sizinki de dahil, herkesin yukunu taşıyorum. İstanbul ’u taşıyorum. Yeşil badem gozlu hazin bir orospunun, bin senelik gunahlarını, kahrını, topunu ve tufeğini. Aşk yatağa duştuğu anda, butun kadınların fahişe, butun fahişelerinse erkek olduğu, bence malumdur. Cunku: Ben, aynı zamanda fahişeyim. Hayvanlıkta kimsenin benden aşağı olmadığı bir guruh ortasında, vesikalı olarak yaşıyor ve genelevlerin kapatılacağından dolayı yanıp yakılıyorum…
Ve dışarısı. Fakultenin denize bakan cephesi. Kaybedilmiş bir mac kadar huzunlu cehresiyle, sonbahar denizi. Ve Nemrud ’un develeri. Ağır ve ezgin develeri…
Tam karşıda bizim gemiyi goruyorum. Bizim gemiyi Ayhan ’ın başının ardında goruyorum. Nemrud ’un develerini. Asaletli hergeleyi dehledik. Bu işi Ayhan yaptı. “Dersten sonra buluşuruz, Orhan” dedi ve yaptı. Oysa insan yapamaz sanır. Hic olmazsa, yapmaz sanır. Gozlerinde, eskisine gore, biraz daha başka turlu bir huzun. Biraz daha aydınlanmış, sağlığını ve bakirliğini kaybetmiş bir huzun. Ama huzun. Artık bere giymiyor. Saclarını, gozlerinin renginde bir eşarba sarmış.
-Artık diyorum, bere giymiyorsun.
Gulunce gozleri nasıl aydınlanıyor:
-Giyiyorum, diyor, evde iki tane berem var.
Giyiyormuş. Evde iki tane beresi varmış. Ben beresi evde olmayan bir Ayhan duşunuyorum…
Hatırlıyor musun, diyorum, son defa şurada 23 ’uncu ilkokulun bahcesinde…
Kaşları alnına yukseliyor:
-Hatırlamaz olur muyum? diyor, durmadan kavga ediyorduk. Cocuklar oyun oynuyorlardı. Biz halbuki, kavga ediyorduk. Sonraları, ara sıra, o gunu duşundum.
-Ben, diyorum, ben de duşundum Ayhan.
İkimizin aynı şeyi duşunmuş olmamız, beni boğuyor.
Antonio ağzının bir tarafıyla ağlıyor;
-Bu, diye inliyor, bu ben olabilir miyim, bandito, İsa aşkına!..
-Seni, diyorum, bazı bazı seni de duşundum Ayhan.
-İnsafsız, diyo, demek bazı bazı. Halbuki iki yıl.
-Kaybolmuş iki yıl, diyorum.
-Peki ondan sonrakiler, diye soruyor, onları kazanmış sayıyor musun kendini? Gemici olduğunu soylemişlerdi.
-Kamarot, diye duzeltiyorum, gemim işte karşıda. Bir gun, bir limanda, elimle gemimi Ayhan ’a gosterebilmek! Kız beğenmeye hazır insaflı gozleriyle, vefalı gemiye bakıyor, beğeniyor. Onu, denizin, gemimin karşısında sacları acık mavi bir eşarba sarılmış, dayanılmayacak kadar sevimli buluyorum. Arka arkaya:
-Ayhan, diyorum, Ayhan! Ve birdenbire: -Seni, diyorum, o kadar aradım ki.
Utanıyor: -Ama, diyor, başka şeyler de arıyordun.
-Evet! Seni de, başka şeyleri de! Oysa ikisi birlikte aranamıyordu. Cunku, seni bulmak icin, butun otekileri kaybetmek lazımdı. Ben aksini denemek istedim. Ben, biliyorsun artık kaybolmuşum.
Bana yaralanmış bir askere bakar gibi baktı:
-Neden boyle soyluyorsun? dedi. Ve şaşılacak yumuşaklıkla ismimi soyledi: -Hasan! Sen istedikten sonra… Ve omuzlarını kaldırdı. Bu herhalde bir şey demekti. Ben anlamadım.
-Yazılar yazıyormuşsun, dedim, gazetelerde.
Bunu bilmem, onu cocuk gibi sevindirdi. Yazdığı sacmalar uzerinde, yarım saat konuştu. Hala bir masaldaki kadar, iyi ve guzeldi…
“Sizin ev, diye soruyordu, neredeydi? Unutmuşum:” İnanır mısın, ellerim titriyordu. Evi tarif ettim sonra:

Gecen gun tarif etmiştim Hasan, dedim, unuttun mu?
-Unuttum, dedi, cunku dinlememiştim.
-Gelmeyecektin, dedim.
-Gelmeyecektim, dedi.
-Peki, dedim, ya telefon numarası Hasan? Onu nereden buldun?
-Onu unutmamıştım ki! dedi, hic unutmamıştım.
İşte bu yuzden hep icimde, Hasan gelmeyecekmiş gibi bir his vardı. Ve hep o, mutlaka gelsin istiyordum. Nasıl geldiğini, hatırlıyor musun? Neden hic yuzume bakmıyordu? Sen anlayamazsın, o yuzume bakmıyordu, fakat iyice gorduğune emindim. Beni iyice goruyordu…
Birdenbire duruyor, elleriyle omuzlarımı tutuyor; korkudan, sevincten, heyecandan oleceğim. Elleriyle omuzlarımı tutuyor:
-Ayhan, diyor, seni unutamadım. Bunun: -Ayhan seni seviyorum! demek olduğunu biliyorum.
-Ben de diyorum, Hasan! Unutmak zor bir iş.
-İnsan, icin icin istemediği zaman, hele.
-Biz ne olacağız Hasan? diyorum. Bunu soylerken utanıyorum,, ama diyorum: -Biz ne olacağız Hasan, diyorum. Neden herkes gibi bizim de bir mutluluğumuz olmasın, kendimize gore bir mutluluğumuz?
Uykuda gibi: -Bir ev, bir kadın, bir cocuk, diyor.
-Evet, dedim, bir ev, bir kadın, bir cocuk. Biraz fedakarlık edebilirsek kendimizden. Neden olmasın?
-Ayhan, dedi, fedakarlığın sonu gelmez…
“Ve seni Babil ’den ote gotureceğim.” İşte benim icin, butun mesele bu! Babil ’den ote gitmek. Kotu bir tabiatım var…
Babil ’den sıkılıyorum. Babil bana gore değil. Otesi nasıl, bunu bilmiyorum. Fakat, Babil ’i istemediğim muhakkak.
Uykuda gibi: -Babil ’den ote, diye mırıldanıyorum. -Babil ’den ote…
-Dunya! diyor.
-Dunya! diyorum.
-Ayhan, diyor seni sevdiğimi biliyorsun, diyor.
-Ya ben, diyorum, senelerce…
-Beni sev ve beni unut, diyor, Sen Babil ’desin.
Evet! Bunu butun vucudumda, ruhumda hissediyorum: Ben Babil ’deyim. Ahlaksızlıklar, dalavereler, karaborsalar, ihtilaller, hukumet darbeleri, iki yanımda, beygir cesetleri gibi curuyorlar. Aşağılık ve kibar fahişeler, seviciler, puştlar; kumarbazlar, hırsızlar, teşkilatlı propagandalar, zehirli ağlarını geriyor. Ben bunların ortasındayım ve Babil ’deyim.
-Hasan, diyorum, ben Babil ’deyim.
Ayrılmadan beni opecek gibi oldu. Opmedi ve birdenbire gitti. Yalnız kırık bir sesle:
-Yarın akşam, dedi, beraber olalım! Yuzune baktım. Yuzu hic değişmemişti. Senelerce onu ne kadar uzduğumu hatırladım. Bunu marifetmiş gibi yapıyordum. Oysa o, Mohikanların sonuncusuydu…
Gozlerimle onu seviyorum: -Beni bir anlayabilsen, Ayhan! demek istiyorum, kafamın icindeki cehennemi…
-Kafanın icindeki cehennem, diyor. Beni ne kadar uzuyorsun, Hasan.
-Seni o kadar uzuyorum Ayhan. Docent olacak bir hanım icin, bu kadarcık uzuntu. Oysa ben…
-Oysa sen, Hasan?
-Ben dunyayı donduren ağrıyım. Ben olmasam dunya durur. Her şey biter. Ben olduğum halde, dunya duracak, her şey bitecek.
-Ya ben Hasan?
-Sen dunyasın, sevgilim…