
Hak dostu murşid-i kÂmiller, mÂnevî terbiye, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi hususundaki nebevî vazifeyi devam ettiren peygamber vÂrisleridir. Onların en buyuk feyz menbaı, mubÂrek sîretiyle Âdeta canlı bir Kur ’Ân olan Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’dir.Âyet-i kerîmede buyrulur:
“...(Rasûlum!) Bu Kur ’Ân ’ı daha onceki kitapları tasdik etmek, inananlar icin bir rehber ve mujde olmak uzere, AllÂh ’ın izniyle CebrÂîl Sen ’in kalbine indirmiştir.” (el-Bakara, 97)
Yani Kur ’Ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz ’in kalbine indirilmekle O ’nun her hÂlinde akis buldu; sozlerine, davranışlarına, vicdan ve şuuruna, velhÂsıl mevcûdiyetinin butun zerrelerine işledi. Boylece Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in butun hayatı, canlı bir Kur ’Ân tefsîri mÂhiyetinde tezÂhur etti. CenÂb-ı Hak, ilÂhî hakîkat ve fazîletleri O ’nun ornek şahsında sergiledi.
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de mÂnevî terbiyesi altındaki ashÂbına, telkîn ettiği zuhd ve takv ile, dÂim Kur ’Ân ikliminde rûhÂnî bir hayat yaşatırdı. Boylece ashÂbın kalpleri yumuşar, gonulleri rakikleşir, Âdeta Âhiret ehlinden olurlar, cennet ve cehennemi ayne ’l-yakîn mertebesinde goruyormuş gibi kuvvetli bir mÂnevî dirilik ve mustesn bir hÂlet-i rûhiyeye burunurlerdi.[1]
NESİLDEN NESİLE AKTARILAN İRFANİ BİLGİLER
Nitekim sahÂbeden HÂrise bin MÂlik -radıyallÂhu anh-:
“Dunyanın nefsÂnî arzularından el etek cekince, gunduzlerim susuz, gecelerim uykusuz hÂle geldi. Rabbimin Arş ’ını acıkca gorur gibi oldum. Birbirini ziyaret eden Cennet ehli ile yekdiğerine duşman kesilen Cehennem ehlini gorur gibiyim.” demiştir. (Heysemî, Mecmau ’z-ZevÂid, I, 57)
SahÂbe-i kirÂm, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’den tahsil ettikleri bu ulvî his, heyecan, aşk, vecd, istiğrak ve enerjiyi, hÂl yoluyla kendilerinden sonraki nesillere nakletmişler ve bu kalbî hayat, gunumuze kadar teselsul etmiştir. Ancak yaşanarak tadılan bu kalbî ve rûhÂnî hayatı, kelimelerin mahdut imkÂnlarıyla yazılı veya sozlu olarak tam mÂnÂsıyla îzah etmek mumkun olmadığından, o rûhÂnî hayat, daha ziyÂde sadırdan sadıra nakledilmiştir.
Ayrıca; Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bÂzı yuksek istîdatlı sahÂbîlerine husûsî ve irfÂnî bilgiler vermiştir. Bu bilgiler, mÂnevî seviyesi yuksek bÂzı zevÂt arasında nesilden nesile nakledilerek gunumuze kadar gelmiştir.[2]
Nitekim MuÂz bin Cebel -radıyallÂhu anh- bir gun Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in terkisine binmiş, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- orada kendisine bir bilgi vermiş ve onu herkese acıklamasına musÂade etmemiştir.[3]
TASAVVUFİ TERBİYEDE HÂL TRANSFERİ
Ebû Hureyre -radıyallÂhu anh- şoyle buyurmuştur:
“Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’den iki kap (ilim) ezberledim. Birisini insanlara neşrettim. Diğerine gelince, eğer onu yaysaydım şu boynum kesilirdi.” (BuhÂrî, İlim, 42)[4]
Şuphesiz ki Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- dînin emir ve yasaklarıyla ilgili temel esasları butun ashÂbına acıkca bildirmiştir. Ancak dînin metafizik yonuyle ilgili bÂzı sırrî bilgileri herkesin aynı derecede anlayabilmesi mumkun değildir. Zira insanların zÂhirî istîdat ve kÂbiliyetleri muhtelif seviyelerde olduğu gibi, bÂtınî ve kalbî istîdatları da aynı seviyede değildir. Yani idrak seviyeleri birbirinden farklıdır. Bu durum ashÂb-ı kirÂm icin de gecerlidir. Dolayısıyla Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ashÂbından bÂzılarının istîdÂdına, bÂzılarının da ilgi ve merakına gore bÂzı husûsî bilgiler vermiştir. Bu bilgiler sahÂbe kanalıyla, idrak seviyesi musÂit olan TÂbiîn ’e, onlardan da sonraki nesillere nakledilmiştir. Ve bu bilgiler, ehil kişilerce kıyÂmete kadar nakledilecektir.
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ile ashÂbı arasındaki hÂl ve hissiyat transferi, zÂhirî ve kalbî beraberliklerdeki in‘ikÂs ve insibağ neticesinde gercekleşmiştir. Bu sebeple tasavvufî terbiye de, daha ziyÂde, sÂlihlerle bir arada bulunma ve sohbet yoluyladır.
MURŞİDİNDEN GOREREK GONULDEN GONULE TELAKKİ
Samimî ve gayretli bir murîd, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in hÂllerini ve Sunnet-i Seniyye ’sini, murşidinin hÂlinden ve yaşayışından bizzat gorerek telÂkkî eder. Gonulden gonule vÂkî olan bu akış, zamanın ilerlemesiyle tabiî olarak bir “silsile”nin teşekkulune vesîle olmuştur.
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; ibadet, muÂmelÂt ve ahlÂktaki zÂhirî ve bÂtınî fazîletlerin merkezi ve zirvesidir. O Varlık Nûru, Mekke ’deki on uc yıllık tebliğ mucÂdelesi ve tezkiye mucÂhedesinden sonra Medîne ’ye hicret ederken, kendisine Sevr Mağarası gosterildi. Burada bÂzı tecellîler yaşandı. Zira bu mağara, bir nevî ilÂhî hikmetlere gark olma ve kalbi inkişÃ‚f ettirme dergÂhı mesÂbesindeydi. Buradaki misafirlik, uc gun, uc gece surdu. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh- idi. Hazret-i Sıddîk, burada Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e buyuk bir sadÂkatle hizmet etti. Diğer insanlara mahrem kalan bu beraberlikte, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ile Ebû Bekir -radıyallÂhu anh- arasında rûhî bir alışveriş oldu. Bu alışverişle Ebû Bekir Efendimiz, nebevî tÂbiriyle; “ucunculeri Allah olan «ikinin ikincisi»”[5] olma şerefine erdi. Varlık Nûru -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bu aziz arkadaşına:
“…Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..”[6] buyurup, Allah ile beraberlik (maiyyet) sırrını telkîn etti. Ârifler bu hÂli, yani gonlun Allah ile huzur ve itmi ’nÂna ermesi keyfiyetini, aynı zamanda “hafî zikir” tÂliminin başlangıcı sayarlar.
ALTIN SİLSİLE
Bu gibi kalbî alışverişler bereketiyledir ki Ebû Bekir -radıyallÂhu anh-, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in soz, fiil, hÂl ve tavırlarını pek cok sahÂbînin kavrayamadığı derecede derin bir vuk¯ufiyetle idrÂk ederdi. Neticede Hazret-i Sıddîk -radıyallÂhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in hem zÂhir hem de bÂtınına vÂris olarak -inşÃ‚allah- ucu kıyÂmete kadar devam edecek olan “Altın Silsile”nin, Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’den sonraki ilk halkasını teşkil etti. Daha sonra bu ulvî hikmet ve esrar denizinin bir limanı da Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- olmuştur.
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, “cehrî zikri” Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- ile birlikte diğer bÂzı sahÂbîlere de tÂlim etmiştir.[7] O sahÂbîlere Âit silsileler, zaman icinde sona ermiştir. Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’den gunumuze kadar, sadece Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali ’ye ulaşan silsileler devam etmiştir. Bunlar da zaman zaman farklı kollara ayrılmışlardır.
Bu vesîleyle belirtelim ki biz bu kitapta, tarîkatler icerisinde Nakşîliğin HÂlidî kollarından gunumuze kadar ulaşmış bulunan “Silsile-i Şerîfe”lerin yalnızca birini ele almaktayız.
MEŞAYIHIN RUHANİYETİNDEN FEYZ ALMAK
Yûsuf HemedÂnî Hazretleri şoyle buyurmuştur:
“Zikir telkîni, once Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh- ’ın gonlune olmuş ve onda kıvam bulmuştur. Ondan SelmÂn-ı FÂrisî ’ye ulaşmış, ondan CÂfer-i SÂdık ’a, ondan BÂyezîd-i BistÂmî ’ye, ondan Ebû ’l-Hasan Harakānî ’ye, ondan buyuk şeyh Ebû Ali FÂrmedî ’ye ve ondan da bana ulaşmıştır.”[8]
BahÂuddîn Nakşibend Hazretleri ’nin sohbetinde bulunmuş olan SalÂh bin MubÂrek BuhÂrî, CÂfer-i SÂdık ile SelmÂn-ı FÂrisî arasında KÂsım bin Muhammed ’i de zikreder.[9]
Başta BahÂuddîn Nakşibend Hazretleri olmak uzere bÂzı Hak dostları, hayattaki şeyhlerinden istifÂde etmekle birlikte, Uveysîliğe, yani kendilerinden once yaşamış meşÃ‚yıhın rûhÂniyetinden de feyz alarak yetişmeye misal teşkil etmişlerdir.
Tarih boyunca tasavvufî silsileleri tespit eden pek cok eser kaleme alınmış ve bunlara “Silsile-nÂme” adı verilmiştir. İcerisinde Ehl-i Beyt ’ten bir Hak dostunun yer aldığı silsilelere, bir tÂzim ve hurmet ifÂdesi olarak “Silsiletu ’z-Zeheb: Altın Silsile” denilmiştir.
[1] Bkz. Muslim, Tevbe, 12; Tirmizî, Cennet, 2/2526.
[2] Bkz. Ebû ’l-KÂsım Muhammed b. Mes ’ûd el-BuhÂrî, er-RisÂletu ’l-BahÂiyye, Kayseri RÂşid Efendi Ktp., nr. 1110, vr. 22b.
[3] Bkz. BuhÂrî, İlim, 49.
[4] Ebû Eyyûb el-EnsÂrî t da vefÂt edeceği zaman; “Rasûlullah r Efendimiz ’den işittiğim bir şeyi sizden gizlemiştim.” deyip onu cevresindekilere acıklamıştır. (Muslim, Tevbe, 9)
Abdullah bin CÂfer v şoyle der:
“Bir gun Rasûlullah r Efendimiz beni terkisine bindirdi ve bana bir sır soyledi. O sozu insanlardan hic kimseye soylemem!” (Muslim, Hayz, 79)
Enes t şoyle anlatır:
“…Bir gun annemin yanına donmekte gecikmiştim. Yanına vardığımda annem:
«−Niye geciktin?» diye sordu. Ben:
«−Allah Rasûlu r beni bir iş icin gondermişti.» dedim. Annem:
«−O iş neydi?» diye sordu. Bunun uzerine ben:
«−RasûlullÂh ’ın sırrıdır?» dedim. Annem:
«−Oyleyse Rasûlullah r ’in sırrını muhÂfaza et!» dedi.”
Bu hadîsi rivÂyet eden SÂbit der ki:
“−Enes bana: «Eğer o sırrı birisine soyleyecek olsaydım sana soylerdim ey SÂbit!» dedi.” (Ahmed, III, 195)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ’in, sırdaşı Huzeyfe t ’a verdiği husûsî bilgiler de bu meyanda mutÂlaa edilebilir. (Mesel bkz. BuhÂrî, MenÂkıb, 25, (IV, 178); Muslim, Fiten, 28; İbn-i MÂce, Fiten, 26)
Rasûlullah r Efendimiz, bÂzı bilgileri ise hic kimseye acıklamamışlar ve:
“Eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, cok ağlar az gulerdiniz.” buyurmuşlardır. (BuhÂrî, Kusûf, 2; Muslim, SalÂt, 112)
[5] Bkz. BuhÂrî, Tefsîr, 9/9; Muslim, FedÂilu ’s-SahÂbe, 1.
[6] et-Tevbe, 40.
[7] Bkz. Ahmed, IV, 124.
[8] AbdulhÂlık GucduvÂnî, RisÂle-i SÂhibiyye (MakāmÂt-ı Yûsuf-i HemedÂnî


[9] SalÂhaddîn bin MubÂrek el-BuhÂrî, a.g.e, s. 60.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan