Maun ne demek? Maun suresi ne zaman ve nerede nuzul olmuştur? Maun suresi kac ayettir? Maun suresi ne anlatıyor? Maun suresinin okunuşu, anlamı ve tefsiri nasıldır? Maun suresi meali ve Arapca.Maun suresi, Mekke doneminde nuzul olmuştur. Maun suresi, 7 Âyettir. Maun, yardım ve zekÂt demektir.
MAUN SURESİ ARAPCA
MAUN SURESİ TURKCE OKUNUŞU* (*Turkce okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun gorulmemektedir. Ayetler Turkce olarak arandıkları icin aramalarda cıkmak icin sitemize eklenmiştir.)
BismillÂhirrahmÂnirrahîm.
Eraeytellezî yukezzibu bi ’d-dîn. FezÂlike ’l-lezî yedu ’ul-yetîm. Ve l yehuddu al ta ’Âmi ’l-miskîn. Feveylun lil-musallîn. Ellezînehum an salÂtihim sÂhûn. Ellezînehum yurÂûn. Ve yemne ’ûne ’l-m ’ûn. MAUN SURESİ ANLAMI RahmÂn ve Rahîm olan Allah ’ın adıyla.
Din gununu (İslam ’ı, ahirette ceza ve mukÂfatı) yalanlayanı gordun mu? İşte o, yetimi itip kakar. Yoksulu doyurmayı teşvik etmez (onayak olmaz). Şu namaz kılanların vay haline! Onlar namazlarından gafildirler (onem vermezler). Onlar gosteriş (icin ibadet) yaparlar. Ve onlar en kucuk bir yardımı (zekÂtı) da engellerler. MAUN SURESİ TEFSİRİ Âhirete, ilÂhî huzurdaki hesap ve cezaya iman, İslÂm ’ın onemle uzerinde durduğu bir esastır. Dolayısıyla burada gecen “din” kelimesinden maksat, dinin bizzat kendisi olabileceği gibi, daha ziyade “hesap ve ceza” mÂnası tercih edilir. Kur ’an, insanın her turlu inanc, soz ve fiillerini oraya bağlar. Bir gun mutlaka bunların hesabının goruleceğini ısrarla tekrar eder.
İnsanın dunyadaki hal ve hareketleri, hesap ve cezaya inanıp inanmamasına gore şekillenir. Buna inanan kişi, hayatını Allah ’ın dinine gore yaşamaya son derece dikkat gosterirken, inanmayan icin bağlayıcı bir şey soz konusu değildir. O, kendisini bir kısım haramlardan kacınmaya ve bir kısım buyrukları yapmaya mecbur tutan dini kabul etmez. Nefsinin istediği gibi yaşamayı arzu eder. Burada Âhirete, hesap ve cezaya imanı olmayan kişinin, pek cok yanlışı arasından sadece ornek olması icin iki muhim ozelliği one cıkarılır:
Birincisi; din, yetimlerin haklarını korumayı, onlara şefkat ve merhametle muameleyi emrederken, onun yetimlere olan muamelesi cok kotudur. Yetimin hakkını yer. Babasından kalan mirasa el koyarak yetimi kovar. Yetim ona yardım icin gelse merhamet etmez, hatta yanından defeder. Yetim caresizlik dolayısıyla gitmeyip beklese bu kez iterek kovalar. Yetime zulmeder. Mesela bakmak uzere yetimi evine aldıysa evin butun işlerini ona yaptırır. Yetim evde herkesin kahrını cekmek zorunda kalır. Boyle davranmak, artık o yalancının cirkin ahlÂkı ve mezmûm karakteri olmuştur. Hep boyle davranır. Yaptığı işin kotu olduğunu bile duşunmez. Hicbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder. Yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun icin yetimin hakkını yemekte bir sakınca gormez.
Halbuki yetimlerin hakları konusunda Kur ’an ’ın beyÂnı cok keskin ve serttir:
“Yetimlere mallarını verin. HelÂli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Cunku boyle yapmanız, gercekten cok buyuk bir gunahtır.” (Nis 4/2)
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında cılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nis 4/10)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, yetimlere zulmedenleri ikaz ederken, bir taraftan da onlara şefkatle muamele edenleri en buyuk mukÂfatla mujdeler. Nitekim birgun:
“Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz” buyurmuş, aralarını biraz acarak işaret ve orta parmağını gostermiştir. (BuhÂrî, Edeb 24)
Efendimiz (s.a.s.) yine, ummetini toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şoyle buyurmuştur:
“Muslumanlara ait en hayırlı ev; icinde yetime iyi muamele edilen evdir. muslumanlara ait en kotu ev de yetime kotu muamele edilen evdir.” (İbn MÂce, Edeb 6)
“Bir kimse, Muslumanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip icirmek uzere evine gotururse, affedilmeyecek bir suc işlemediği takdirde, Allah TeÂl onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr 14/1917)
Hak dostlarından D­vûd-i TÂî Haz­ret­le­ri ’nin şu hÂli bu konuda pek guzel bir numûnedir:
Hiz­me­ti­ne ba­kan mu­rî­di bir­gun ona:
“– Bi­raz et pi­şir­dim; bu­yur­maz mı­sı­nız?” de­di ve us­t­dı­nın su­kût et­me­si uze­ri­ne eti ge­tir­di. An­cak D­vûd-i TÂî (k.s.), onu­ne ko­nan ete ba­ka­rak:
“– Fa­lan­ca ye­tim­ler­den ne ha­ber var ev­l­dım?” di­ye sor­du. Mu­rîd, du­rum­la­rı­nın ye­rin­de ol­ma­dı­ğı­nı iz­hÂr sa­de­din­de ici­ni ce­kip:
“– Bil­di­ği­niz gi­bi efen­dim!” de­di. O bu­yuk Hak dos­tu:
“– O hÂl­de bu eti on­la­ra go­tu­ru­ver!” de­di. Ha­zır­la­dı­ğı ik­r­mı us­t­dı­nın ye­me­si­ni ar­zu eden sa­mî­mî mu­rîd:
“– Efen­dim, siz de uzun za­man­dır et ye­me­di­niz!..” di­ye ıs­rar ede­cek ol­du. Fa­kat D­vûd-i TÂî Haz­ret­le­ri ka­bul et­me­yip şoy­le bu­yur­du:
“– Ev­l­dım! Bu eti ben yer­sem dı­şa­rı cı­kar, fa­kat o ye­tim­ler yer­se, arş-ı a‘l­ya cı­kar!..” (el-HadÂiku ’l-Verdiyye, s. 355)
İkincisi; din, fakir ve yoksullara yardımı, onları doyurmayı ve ihtiyaclarını karşılamayı en muhim bir ictimÂî ibÂdet sayarken, bu inancsız kişi, onları yedirmediği, doyurmadığı gibi başkasını da buna teşvik etmez. Kendi malını vermeye kıyamadığı gibi, başkasının malını da kıyamaz. Cimrilik ve mal hırsı bu kadar onun benliğini sarmıştır. Bu kadar bencil ve hodgÂmdır. Âyette اِطْعَامُ الْمِسْك۪ينِ (it‘Âmu ’l miskin) değil, طَعَامُ الْمِسْك۪ينِ (ta‘Âmu ’l miskin) tÂbiri kullanılır. Eğer "“it ’Âmu'l miskîn” denilseydi mÂna, “yoksullara yemek yedirmeye teşvik etmez” olurdu. Halbuki “ta ’Âmu ’l miskîn” tÂbiri ise “Miskinin kendi yemeğini, bizzat onun hakkı olan yemeği vermez” mÂnasına gelir. O yemek, haddi zÂtında yemeği verenlere değil, o yoksula aittir. Cunku bu, imkÂnı olanların vermek mecburiyetinde bulundukları yoksulun hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak değil, aksine yoksulun hakkı olduğu icin zorunlu olarak vermektedir. Bu hususta Hak dostlarından Ubeydullah Ahrar Hazretleri ’nin şu ornek davranışı ne guzeldir. O şoyle anlatıyor:
“Bir gun pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:
«−Acım, beni Allah rızÂsı icin doyurur musun!..» dedi.
O an, hicbir imk­nım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhÂneye girip aşcıya:
«−Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Ancak bu­nun mukÂbilinde şu ac insanı doyurur musun?» dedim.
Aşcı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iÂde etmek istedi. Butun ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de ac olduğum hÂlde o fakîr doyuncaya kadar bekledim.”
Nitekim Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Takv sahibi o kullar, mallarından hem yardım isteyen fakirlere, hem de muhtac olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten cekinen yoksullara pay ayırırlardı.” (ZÂriyÂt 51/19)
Sûrede resmedilen ikinci tip insana gelince:
İkinci olarak tasvir edilen insan, birincisi gibi acıktan dini, hesap ve cezayı yalanlamasa da, iman henuz kalbine tam yerleşmemiştir. İbadetlerindeki hal ve tavrı bunun acık tezÂhurudur. Burada onun namaz ve zekÂt hususunda sergilediği gÂfil, riyÂkÂr ve engelleyici tavır uzerinde durulur:
Birincisi; bu kimseler namaz kılarlar, fakat namazlarından gafildirler. Ona gereken ehemmiyeti vermezler. Bu gaflet ve dikkatsizliği şoyle izah edebiliriz:
Onlar namazın onemini kavrayamadıkları icin onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar. Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar. Vaktine dikkat etmezler, vaktin gecip gecmediğine aldırmayıp geciktirirler. Namazın terkinden endişe ve rahatsızlık duymazlar. Kıldıkları vakit de, Allah icin hÂlis niyetle kılmayıp dunyevî birtakım maksatlar icin kılarlar İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hÂlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk ’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tÂzim icinde değil, gosterişle kılarlar.” (bk.Elmalılı, Hak Dîni, VIII, 6168) Onlar hakkında başka bir Âyet-i kerîmede: “Onlar namaza tembel tembel gelirler” (Tevbe 9/54) buyrulur.
Ağırdan alarak namazı son vaktine kadar geciktirmek ve zoraki kalkarak vazîfe savar gibi hemen farzını kılıvermek, Allah muhÂfaza buyursun, insanı munafıklığa goturen kotu bir haslettir.
Al b. AbdurrahmÂn anlatıyor:
Bir oğleden sonra Enes bin MÂlik ’in yanına gitmiştik. Enes, biz varınca hemen kalkarak ikindi namazını kıldı. Namazını bitirince kendisine namazı erken kıldığını soyledik. O da nicin boyle erken kıldığını anlatarak şoyle dedi:
Resûlullah (s.a.s.) ’in şoyle buyurduğunu işittim:
“O munafıkların namazıdır! O munafıkların namazıdır! O munafıkların namazıdır! Onlardan biri oturur, oturur, tam guneş sararıp batmaya yuz tutunca, şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dort def yatıp kalkar, namazda Allah ’ı da pek az zikreder.” (Muslim, MesÂcid 195; Muvatta, Kur ’Ân-ı Kerîm 46)
Cunku onların niyeti, Allah rızÂsı icin ibÂdet etmek, namaz kılmak değil, gosteriş yapmaktır. ZÂhiren muslumanlarla beraber bulunmaktır. Onlardan gelecek menfaatin devamını sağlamak, bir zarar ihtimali varsa ona da engel olmaktır. Nitekim Hz. MevlÂnÂ, gosteriş icin yapılan amellerin bir fayda sağlamayacağını, Hz. Omer zamanında Medine ’de vuku bulan bir yangın felÂketini sozkonusu ederek şoyle anlatır:
Hz. Omer ’in halifeliği zamanında Medine ’de bir yangın oldu. Ateş taş­ları bile kuru odun gibi yakıyordu. Binaları, evleri saran ateş, kuşların yuvalarını, hatta havada ucarken ka­natlarını bile tutuşturuyordu. Şehrin yarısı alevlerle sarıldı, su bile bu ateşten korktu da şaşırıp kaldı. Bazı akıllı kişiler, ateşe, kovalarla su ve sirke dokuyorlardı. Ateş ise inadına artıyordu. Sanki ona gayb Âleminden, otelerden yar­dım geliyordu. Halk koşarak Hz. Omer ’e geldiler. “Bu yangın su ile sonmuyor” dedi­ler. Hz. Omer buyurdu ki:
“- O ateş Allah ’ın ayetlerinden, işaretlerindendir. Sizin hasisliklerinizin bir alevidir. Suyu bırakın, yoksullara ekmek dağıtın, eğer benim soyumdan iseniz, hasislikten vazgecin.” Halk, Hz. Omer ’e:
“- Bizim kapılarımız acıktır. Biz comert kişileriz, iyilikten, yardım etmekten hoşlanırız” dediler. Hz. Omer buyurdu ki:
“- Siz verdiğiniz ekmeği, Allah rızÂsı icin değil de, gosteriş icin veriyorsunuz. Geleneğe, goreneğe uyarak iyilik elinizi acıyorsunuz. Siz, ovunmek icin, gosteriş icin verdiniz; Allah ’tan cekinerek, korka­rak vermediniz.”
Bu kıssayı nakleden MevlÂn (k.s.) oğut olarak der ki:
“Allah ’ın ihsan ettiği malı nefsine uymuş kotu kişilere vermek, yol ke­sen eşkiyanın eline kılıc vermek gibidir. Din ehlini, kin ehlinden ayır, Allah ’a dost olanı ara, bul; onunla duş, kalk. Herkes kendi huyunda olanlara iyilik eder, yardımda bulunur; kotu kişi de, boylece bir iş yaptım sanır.” (MevlÂnÂ, Mesnevî, 3707-3720. beyitler)
ŞÃ‚ir NÂbî der ki:
“Ne belÂdır bu riy bÂşına halkın ki eder
MubtelÂsın iki Âlemde safÂdan mahrûm.”
Hz. Omer, vÂlilerine şoyle nasihat ederdi:
“Benim katımda en muhim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur, kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta, Vukûtu ’s-SalÂt 6)
İkincisi; o riyÂkÂr munafık tip zekÂt, sadaka ve diğer yardımlar hususunda da ihmÂlkÂrdır. Hesaba ve cezaya inancı olmadığı veya son derece zayıf olduğu icin bu tur emirlere gereken ihtimamı gostermez. Mesuliyetini yerine getirmez. Her turlu hayra ve iyiliğe mÂni olur.
Âyette gecen اَلْمَاعُونَ (m‘ûn) kelimesi cok şumulludur. “ZekÂt, sadaka, diğer mÂlî mesuliyetler, insanların kendi aralarında odunc alıp verdikleri eşyalar” gibi mÂnalar ifade eder. Dolayısıyla bu kelime farz olan zekÂttan başlayarak, insanın odunc olarak verdiği elek, kova ve iğneye kadar her şeye şÃ‚mildir. Bundan hareketle “mÂûn”u, “kendisinde insanlar icin fayda bulunan kucuk ve az bir şey” olarak tarif etmek mumkundur. Bu mÂnada zekÂt da “mÂûn”dur. Cunku o da cok olan maldan, yoksullara verilen kucuk bir paydır. Diğer taraftan umûmî ihtiyac eşyaları da “mÂûn”dur. Bunlar, gerektiğinde alınmasında bir mahzur olmayan, zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyac duyduğu eşyalardır. Bu tur eşyaları odunc vermekte bile cimrilik gosteren kişi, gercekten ahlÂken cok seviyesiz bir davranış yapmış olur. Zira bunlar odunc verildiğinde onda bir eksiklik meydana gelmeyeceği ÂşikÂrdır. HÂsılı, Âhirete inanmayan, yaptığı iyiliklerin karşılığını orada fazlasıyla bulacağına imanı olmayan bir kimsenin, bırakalım Allah yolunda candan, maldan gecmeyi, başkalarına boyle en kucuk bir fedakÂrlığı bile gostermeyecek kadar kucuk kalpli olduğu belirtilir. İmansızlık ve aşırı cimrilik gostergesi olan bu davranışlar kınanır. Boyle yapanlar ikaz edilir; hesap, ceza ve cehennem azabıyla uyarılırlar.
Bu sebepledir ki, ashÂb-ı kirÂm, kucuk ve onemsiz gibi gorulen yardımlardan bile mustağnî kalmazlar, dÂim birbirlerine infÂk etmeye calışırlardı. İbn Mes ’ûd (r.a.) şoyle buyurur:
“Biz, Resûlullah (s.a.s.) zamanında kova, tencere gibi eşyÂları odunc olarak vermeyi insanlara yardım cumlesinden sayardık.” (Ebû DÂvûd, ZekÂt 32/1657)
MAUN SURESİ HAKKINDA BİLGİLER Maun suresi, Mekke doneminde nuzul olmuştur. Maun suresi, 7 Âyettir. Maun, yardım ve zekÂt demektir.
Maun Suresinin Nuzûlu Nuzul sırasına gore on yedinci, mushaftaki sıraya gore yuz yedinci sûredir. TekÂsur sûresinden sonra KÂfirûn Sûresi ’nden once Mekke ’de nuzul olmuştur. 4-7. Âyetlerin Medine ’de munafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır. (bk. İbn Âşûr, XXX, 563)
Maun Suresinin Adı /Ayet Sayısı Sûre adını son Âyetinde gecen mÂûn kelimesinden almıştır. “Eraeyte, Eraeytellezî, Dîn, Tekzîb, Yetîm” adlarıyla da anılmaktadır.
Maun Suresinin Konusu Sûrede, biri Allah ’ın nimetlerini ve hesap gununu inkÂr eden nankor, diğeri amellerini gosteriş icin yapan riyakÂr olmak uzere iki tip insan tasvir edilmektedir.
İslam ve İhsan
MAUN SURESİ OKU, DİNLE - FATİH COLLAK
MAUN SURESİNİN KISA TEFSİRİ