
Takva ne demektir? Nasıl takva sahibi olunur? Hak katında en ustun insan kimdir? Takva ile ilgili ornekler.TakvÂ, kalbi mÂsivÂdan, yÂni Allah ’tan uzaklaştıran her şeyden korumak sûretiyle cemÂlî tecellîlerin mÂkesi hÂline gelmektir. TakvÂ, mu ’minin, AllÂh ’ın hıfz u emÂnına sığınarak, Âhirette kendisine zarar ve elem verecek şeylerden titizlikle korunması ve gunahlardan sakınarak sÂlih amellere sarılmasıdır.
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz, takvÂnın Hak katındaki yegÂne kıymet ve makbûliyet miyÂrı olduğunu Ebû Zer -radıyallÂhu anh- ’a hitÂben şoyle ifÂde buyurmuştur:
“Bak! Sen ne kırmızıdan ne de siyahtan ustun değilsin. Onlara karşı ancak takv ile ustun olabilirsin.” (Ahmed, V, 158)
Yine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“Sizin en muttakî olanınız benim.” (BuhÂrî, ÎmÂn, 13; Muslim, SıyÂm, 74) buyurmuş ve hayÂtının her safhasında takv olculeriyle hareket etmiştir. İşte bu sebeple muttakî bir mu ’min olabilmek icin, Allah Resûlu ’nun Sunnet-i Seniyye ’sine riÂyet şarttır.
NASIL TAKVA SAHİBİ OLUNUR? Hazret-i Îs -aleyhisselÂm-, takvÂyı ne guzel tÂrif eder:
Bir kimse Îs -aleyhisselÂm- ’a gelerek:
“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allah TeÂl ’ya karşı nasıl takv sahibi olur?” diye sordu.
Îs -aleyhisselÂm-:
“–Bu kolay bir iştir: Allah TeÂl ’yı cÂn u gonulden hakkıyla seversin, O ’nun rızÂsı icin gucun yettiğince sÂlih amellerde bulunursun, butun Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gosterirsin!” cevÂbını verdi. Sonra da şoyle buyurdu:
“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman AllÂh ’a karşı hakkıyla takv sÂhibi olursun!” (Ahmed, ez-Zuhd, s. 59)
Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- da, bir gun Ubey bin KÂ ’b -radıyallÂhu anh- ’a takvÂnın ne olduğunu sorar. Ubey -radıyallÂhu anh- da ona:
“–Sen hic dikenli bir yolda yurudun mu ey Omer?” der.
Hazret-i Omer:
“–Evet, yurudum.” karşılığını verince bu sefer:
“–Peki, ne yaptın?” diye sorar.
Hazret-i Omer:
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi icin butun dikkatimi sarf ettim.” cevÂbını verir.
Bunun uzerine Ubey bin KÂ ’b -radıyallÂhu anh-:
“–İşte takv budur.” der.[1]
TakvÂnın başı, kufur ve şirkten, ateşe duşmekten kacar gibi kacmaktır. Bunun tezÂhuru de farzları hakkıyla ed etmek ve butun gunahlardan sakınmaktır.
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol Allah ’tan ittik et ve kotuluğun arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da guzel ahlÂk ile muÂmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)
TakvÂnın zirve hÂli; kulun, kalbini Allah ’tan gÂfil kılacak her şeyden uzaklaşarak butun varlığıyla Allah TeÂl ’ya yonelmesidir ki, bu mertebenin nihÂyeti yoktur. İşte bu son merhale:
“Ey îmÂn edenler! Allah ’tan, nasıl korkmak gerekiyorsa oyle korkup gerektiği gibi sakının ve ancak Muslumanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrÂn, 102) Âyetinde emredilen hakîkî takvÂdır.
TakvÂda kemÂle erebilmek icin şupheli şeylerden de şiddetle kacınmak gerekmektedir. Allah Resûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“Kul, mahzurlu şeylere duşme endişesiyle mahzûru olmayan bÂzı şeyleri de terk etmedikce gercek muttakîlerin derecesine ulaşamaz.” buyurur. (Tirmizî, KıyÂme, 19/2451; İbn-i MÂce, Zuhd, 24)
AbdullÂh bin Omer -radıyallÂhu anh- da şu îkazda bulunur:
“Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikce takv makÂmına ulaşamaz.” (BuhÂrî, ÎmÂn, 1)
Kul, takv sÂhibi olabilmek icin nefsini dÂim hesÂba cekmelidir. ZîrÂ, kalbin en buyuk duşmanı olan nefs-i emmÂrenin şiddetli arzularına direnebilmek ve Âfetlerinden korunabilmek, ancak takv duygusunun kuvvetlenmesiyle mumkundur.
Yûsuf -aleyhisselÂm-, onune serilen onca dehşetli cÂzibelerin aldatmalarına kanmamak icin “maÂzallÂh” diyerek, yegÂne cÂrenin yuksek bir takv ile “AllÂh ’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilÂhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi icin, takvÂnın bir zarûret olduğunu gostermektedir.
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz de, duÂlarında CenÂb-ı Hak ’tan kendisine takv bahşetmesini şoyle niyÂz ederdi:
“AllÂh ’ım! Nefsime takvÂsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevl ’sısın.” (Muslim, Zikir, 73)
“AllÂh ’ım! Sen ’den hidÂyet, takvÂ, iffet ve gonul zenginliği istiyorum.” (Muslim, Zikir, 72)
ALLAH KATINDA EN USTUN İNSAN
Hak katında insanların en ustunu, en cok takv sÂhibi olanlardır.[2] Allah TeÂl muttakî kullarını sever[3] ve dÂim onlarla beraberdir.[4] Muttakîlere genişliği gokler ve yer kadar olan cennetler vaad etmiştir.[5] Yine Hak TeÂl Hazretleri, takv sÂhibi kuluna iyi ile kotuyu ayırmaya yarayan bir anlayış bahşeder ve onun gunahlarını bağışlar.[6] Sıkıntı Ânında ona bir cıkış yolu gosterir ve umulmadık yerden rızık lûtfeder. İşlerine kolaylık verir, kotuluklerini affeder ve buyuk ecirler bahşeder.[7]
Nitekim Ebû Zer -radıyallÂhu anh- ’ın rivÂyetine gore Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir gun:
“–Ben bir Âyet biliyorum. ŞÃ‚yet insanlar onu tutsalardı hepsine de kÂfî gelirdi.” buyurmuştu.
AshÂb-ı kirÂm:
“–Ey AllÂh ’ın Resûlu, bu hangi Âyettir?” dediler.
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“...Kim AllÂh ’a karşı takv sÂhibi olursa, Allah TeÂl ona bir cıkış yolu ihsÂn eder.” (et-TalÂk, 2) Âyetini tilÂvet buyurdu. (İbn-i MÂce, Zuhd, 24)
Peygamber Efendimiz ’e mÂnen en yakın kimseler muttakîlerdir. MuÂz bin Cebel -radıyallÂhu anh- der ki:
“Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- beni Yemen ’e vÂli olarak gonderirken, uğurlamak icin Medîne ’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek uzerindeydim, O ise yuruyordu. Bana bÂzı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“–Ey MuÂz! Belki bu seneden sonra beni bir daha goremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.
Bu sozleri duyunca, dosttan yÂni Allah Rasûlu ’nden ayrılmanın verdiği huzunle ağlamaya başladım. RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Ağlama ey MuÂz!” buyurdu ve sonra yuzunu Medîne ’ye doğru cevirerek:
“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun AllÂh ’a karşı takv sÂhibi olan muttakîlerdir.” buyurdu.[8]
Yine Fahr-i KÂinÂt Efendimiz:
“Şuphesiz benim dostlarım muttakîlerdir.” buyurmuştur. (Ebû DÂvûd, Fiten, 1/4242)
TakvÂda kemÂle eren bir kalp, artık nazargÂh-ı ilÂhî olma şerefine erişir, ilÂhî hikmet ve esrÂrın tecellî mekÂnı olur.
TAKVA HAKKINDA ORNEKLER Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin TakvÂsı İmÂm-ı Âzam, İmÂm ŞÃ‚fiî, Ahmed bin Hanbel gibi gercek Âlim olan Hak dostları, hayatlarını hep takv olculeri icinde surdurmuşlerdir. Nitekim bir defasında elbisesindeki cok ufak bir kiri temizlerken İmÂm Ebû Hanîfe ’yi gorenler sorarlar:
“–YÂ İmÂm! Verdiğiniz fetvÂya gore şu ufacık leke namaza mÂnî bir kir değil; ne diye zahmet cekip onu gidermeye calışıyorsunuz?”
İmÂm-ı Âzam Hazretleri buyurur:
“–O fetvÂdır, bu ise takvÂ!..”
Gorulduğu uzere takvÂ, AllÂh ’ın emir ve nehiyleri karşısında sergilenen Âzamî bir titizlik ve hassÂsiyettir.
Kur ’an Kelamıyla Konuşan Kadın Bir gunÂha duşuveririm korkusuyla Kur ’Ân Âyetlerinden başka bir soz konuşmayan şu muttakî hanımın hÂli ne kadar ibretlidir:
AbdullÂh bin MubÂrek Hazretleri anlatıyor:
AllÂh ’ın Beytu ’l-HarÂm ’ını (KÂbe ’yi) haccetmiş ve Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in kabrini ziyÂret maksadıyla yola cıkmıştım. Yolda bir karaltı gordum. Dikkatlice baktım, bir de ne goreyim?! Sırtında yunden bir burgu, başında da yunden bir başortusuyle yalnız bir kadın!.. Kendisine:
“–EsselÂmu aleykum ve rahmetullÂhi ve berakÂtuh!” diyerek selÂm verdim.
O da, YÂsin Sûresi ’nden:
“(Bu da) cok esirgeyici Rab ’lerinden bir selÂmdır!” (YÂsîn, 58) Âyetini okuyarak selÂmıma mukÂbele etti.
“–AllÂh sana iyilik versin! Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordum. A ’rÂf Sûresi ’nin 186. Âyetinden:
“AllÂh kimi şaşırtırsa, onu yola getirecek yoktur...” kısmını okudu. Anladım ki, yolunu kaybedip orada kalmış. Ona:
“–Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum. İsr Sûresi ’nin 1. Âyetinden:
“...Kulunu bir gece Mescid-i HarÂm ’dan alıp Mescid-i Aks ’ya goturen...” bolumunu okudu. Anladım ki, kendisi haccetmiş, Beytu ’l-Makdis ’e (Kudus ’e) gitmek istiyor. Kendisine:
“–Sen kac gundur buradasın?” diye sordum. Meryem Sûresi ’nin 10. Âyetinden:
“...Sen sapasağlam olduğun hÂlde, uc gece...” kısmını okudu.
“–Yanında yiyecek bir azığın da yok?” dedim. Şuar Sûresi ’nin:
“Beni yediren, iciren O ’dur!” meÂlli 79. Âyetini okudu.
“–Sen bu susuz colde ne ile abdest alıyorsun?” diye sordum. Nis Sûresi ’nin 43. Âyetinden:
“...Su da bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmum ediniz!..” bolumunu okudu.
“–Benim yanımda yiyecek var. Yemek ister misin?” dedim. Bakara Sûresi ’nin 187. Âyetinden:
“...Sonra, akşama kadar orucu tamamlayınız!..” bolumunu okudu.
“–Bu ay Ramazan ayı değil ki?” dedim. Bakara Sûresi ’nin 158. Âyetinden:
“...Kim gonlunden koparak (vÂcib olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mukÂfÂtını gorur). Cunku AllÂh, tÂatlerin ecrini veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir!” kısmını okudu.
“–Seferde iftar bize mubah kılınmıştı ya?” dedim. Bakara Sûresi ’nin 184. Âyetinden:
“...Eğer bilirseniz (gucluğune rağmen) oruc tutmanız sizin icin daha hayırlıdır.” bolumunu okudu.
“–Nicin benim seninle konuştuğum gibi konuşmuyorsun?” diye sordum. KÂf Sûresi ’nin:
“İnsan hicbir soz soylemez ki, yanında gozetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın!” mealli 18. Âyetini okudu.
“–Seni deveme bindirip kÂfilene yetiştireyim.” dedim. Bakara Sûresi ’nin 197. Âyetinden:
“...Siz ne hayır işlerseniz, AllÂh onu bilir...” mealli bolumu okudu.
Onu bindirmek uzere hemen devemi hazırladım. Nûr Sûresi ’nin 30. Âyetinden:
“Mu ’minlere soyle; gozlerini haramdan sakınsınlar!..” mealli bolumu okudu.
Deveye binince, Zuhruf Sûresi ’nin 13 ve 14. Âyetlerinden:
“...Bunları bize rÂm eden AllÂh ’ın şÃ‚nı ne yucedir! Yoksa, biz bunlara guc yetiremezdik. Biz şuphesiz Rabbimiz ’e doneceğiz.” kısmını okudu.
Yola koyulunca da Muzzemmil Sûresi ’nin 20. Âyetinden:
“...Artık Kur ’Ân ’dan, kolayınıza geleni okuyun!..” mealli bolumu okudu. Ben de:
“...Kime hikmet verilirse muhakkak ki ona pek cok hayır verilmiş demektir...” (el-Bakara, 269) Âyetinden ilhamla:
“–Sana cok hayır verilmiştir!” dedim. O da, bu Âyetin devÂmındaki:
“...SÂlim akıl sÂhiplerinden başkası iyi duşunmez!” (el-Bakara, 269) mealli bolumu okudu.
NihÂyet kÂfileye yetiştik ve:
“–İşte kÂfilen bu! Onun icinde senin kimin var?” dedim. Kehf Sûresi ’nin 46. Âyetinden:
“Servet ve oğullar, duny hayÂtının ziynetidir...” mealli bolumu okudu. Anladım ki kÂfilenin icinde oğulları var.
“–Onların hac kÂfilesindeki vazîfeleri nedir?” diye sordum. Nahl Sûresi ’nin:
“Daha nice alÂmetler (yarattı). Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” mealli 16. Âyetini okudu. Anladım ki, oğulları kÂfilede kılavuzdurlar. Cadırları ve imÂretleri işÃ‚ret ederek:
“–Şunlar icinde senin oğulların kimlerdir?” diye sordum. Nis Sûresi ’nin 125. Âyetinden:
“...AllÂh, İbrÂhim ’i dost edinmiştir.” mealli son bolumu, 164. Âyetinden “...AllÂh, Mûs ile gercekten konuştu.” mealli bolumu, Meryem Sûresi ’nin 12. Âyetinden; “Ey YahyÂ! KitÂba var gucunle sarıl!..” mealli birinci bolumu okudu. Bunun uzerine, ben de:
“–Ey İbrÂhim! Ey MûsÂ! Ey YahyÂ!” diyerek seslendiğimde, ay parcası gibi uc genc cıkageldi. Gelip oturduklarında anneleri, onlara Kehf Sûresi ’nin 19. Âyetinden:
“...Şimdi siz birinizi gumuş para ile şehre gonderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temizse ondan size bir erzak getirsin!..” mealli bolumu okudu. Genclerden biri giderek yiyecek satın aldı, onu onume koydular. Kadın, HÂkka Sûresi ’nin:
“Gecmiş gunlerde işlediğiniz iyiliklerin karşılığı olarak Âfiyetle yeyiniz, iciniz!” mealli 24. Âyetini okudu. Fakat ben kadının oğullarına:
“–Şimdi siz annenizin hÂlini haber vermedikce, yemeğiniz bana harÂm olsun!” dedim. Bunun uzerine gencler:
“–Bu bizim annemiz, RahmÂn olan AllÂh ’a karşı bir hatÂya duşme korkusuyla, kırk yıldan beri Kur ’Ân-ı Kerîm Âyetlerinden başkasını konuşmaz!” dediler. Ben de Cuma Sûresi ’nin:
“Bu, AllÂh ’ın kime dilerse ona vereceği bir fazl (u inÂyetidir)! AllÂh buyuk fazl (u kerem) sÂhibidir!” mealli 4. Âyetini okudum.[9]
Osmanlı Sultanının HarÂm HassÂsiyeti TakvÂ, harÂma duşme endişesiyle şupheli şeyleri, hatt birtakım mubahları dahî terk etmeyi îcÂb ettirir. Bunun bir misÂli şoyledir:
Ordu ve donanmasını goz kamaştıracak bir seviyeye getiren, ic karışıklıkları mÂhirÂne bir siyÂsetle bertarÂf eden ve boylece devleti, eski îtibarlı mevkiine doğru yukseltmeye başlayan Sultan Abdulazîz HÂn, butun dunyÂnın alÂkasını celbetmişti. Bundan dolayı Sultan, Fransa ve İngiltere ’ye dÂvet edildi.
Son derece dindar bir pÂdişÃ‚h olan Abdulazîz HÂn, Avrupalılar ’ın yemeklerinin şer ’an mahzurlu olabileceğini duşunerek beraberinde Bolulu aşcılar goturdu.
Abdulazîz HÂn, gÂyet dindarÂne ve intizamlı bir hayat suren sÂlih bir insandı. HayÂtı boyunca su yerine zemzem icecek kadar takv sÂhibi idi. Hatt Avrupa ’ya seyahate gittiği zaman, abdest suyunu beraberinde goturduğu rivÂyet edilir. Namazını muntazam bir sûrette kılar ve cokca Kur ’Ân-ı Kerîm okurdu. Hunharca şehîd edildiği zaman odasındaki kucuk masanın uzerinde “Sûre-i Yûsuf” acık olduğu hÂlde bir Kur ’Ân-ı Kerîm bulunmuştu. Onun mubÂrek kanlarına boyanan bu Kur ’Ân-ı Kerîm, şimdi Topkapı Sarayı ’nda muhÂfaza edilmektedir.
Abdestsiz Yere Basmayan Sultan Hassas takv olculeri uzere yaşayan diğer bir tÂrihî şahsiyet de 2. Abdulhamid HÂn ’dır. O, Âcil bir iş zuhûr edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi gune bırakılmasına rız gostermezdi. Bu hususta MÂbeyn BaşkÂtibi Es ’ad Bey, hÂtırÂtında şoyle demektedir:
“Bir gece yarısı, cok muhim bir haberin imzÂsı icin SultÂn ’ın kapısını caldım. Fakat acılmadı. Bir muddet bekledikten sonra tekrar caldım, yine acılmadı. «Acab SultÂn ’a emr-i Hak mı vÂkî oldu?» diye endişelendim. Biraz sonra tekrar caldım; bu sefer kapı acıldı ve Sultan, elinde bir havlu ile kapıda gorundu. Yuzunu kuruluyordu. Tebessum etti:
«–EvlÂdım! Bu vakitte cok muhim bir iş icin geldiğinizi anladım. Kapıya daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım icin geciktim! Zîr ben bu kadar zamandır milletimin hicbir evrÂkına abdestsiz imz atmadım... Getir imzÂlayayım!..» dedi ve besmele cekerek evrÂkı imzÂladı.”
2. Abdulhamid HÂn ’ın zevcesi, onun bu hassÂsiyetiyle alÂkalı şoyle bir nakilde bulunmuştur:
“Abdulhamid HÂn, yatağının başında dÂim temiz bir tuğla bulundururdu. Yataktan kalktığında ceşme mahalline gidene kadar abdestsiz yere basmamak icin tuğlayla teyemmum ederdi. Bir keresinde bunun sebebini sorduğumda:
«–Bunca muslumanların halîfesi olarak, biz Sunnet olculerine dikkat etmezsek, ummet-i Muhammed bundan zarar gorur!..» diye karşılık verdi.”
Takv hayÂtı, onu siyÂsette de bir deh hÂline getirdi. En zor ve tehlikeli yıllardaki idÂresiyle firÂsetini duny tÂrihine tescîl ettirdi.
Hayatı Guzelleştiren Hasletler HÂsılı takvÂ, dînin ozu ve mÂnevî hayÂtı guzelleştiren hasletlerin başıdır. Âhiret saÂdetinin en buyuk sermÂyesi takvÂdır. TakvÂsız bir hayat muhÂtaralarla doludur. Takv uzere yaşanmayan bir hayat; “Nasıl yaşarsanız oyle olursunuz.”[10] hakîkati muktezÂsınca -AllÂh muhÂfaza buyursun- son nefes bedbahtlığına ve netîcede de ebedî husrÂna sebep olur. Bu fÂnî dunyÂda, nefsÂnî arzuların şerrinden korunmak icin, mayınlı bir arÂzîde yurur gibi titiz ve dikkatli bir hayat surmek zarûrîdir.
Harpler, belli zaman ve mekÂnlarda yapılır ve biter. Nefse karşı girişilen takv mucÂhedesinin ise bir omur boyu inkıtÂsız devÂm ettirilmesi gerekir. Âyet-i kerîmede:
“...Sana yakîn (olum) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devÂm et!” (el-Hicr, 99) buyrulmuştur.
Dipnotlar:
[1] İbn-i Kesîr, Tefsîru ’l-Kur ’Âni ’l-Azîm, Beyrut 1988, I, 42.
[2] Bkz. el-HucurÂt, 13.
[3] Bkz. Âl-i İmrÂn, 76.
[4] Bkz. en-Nahl, 128.
[5] Bkz. Âl-i İmrÂn, 133.
[6] Bkz. el-EnfÂl, 29.
[7] Bkz. et-TalÂk, 2-5.
[8] Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau ’z-ZevÂid, Beyrut 1988, IX, 22.
[9] Ebu ’l-Feth ŞihÂbuddin, el-Mustetraf, I, 128; SemerÂtu ’l-EvrÂk, I, 71; M. Âsım Koksal, KitÂb ve Sunnet, İstanbul 1999, 21-25.
[10] MunÂvî, V, 663.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları
TAKVA NEDİR? TAKVA İLE İLGİLİ HADİSLER
TAKVA NEDİR?
TAKVA SAHİPLERİNİN OZELLİKLERİ NELERDİR?
İslam ve İhsan