Allah ’a iman nedir, neden Allah ’a iman ederiz? Allah ’a iman neden onemlidir? Allaha iman etmek ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir?Kainatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yuce varlık olan Allah ’a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Allah ’a iman; Allah ’ın varlığı ve birliği (tevhid) inanmak, O ’nu tanımak ve O ’na kulluk etmektir.
ALLAH ’A İMAN NEDİR? Allah ’a iman; Allah ’ın varlığına ve birliğine inanmak ve O ’nu sıfat ve isimleriyle guzelce tanımaktır.
Allah ’ın sıfatlarını zati/selbiyye ve subutiyye olmak uzere ikiye ayırırlar:
Zati/Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır: a) Vucud: Allah ’ın varlığı,
b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması,
c) BekĂ‚: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması,
d) MuhĂ‚lefetun li ’l-havĂ‚dis:Allah ’ın varlıklardan hicbir şeye benzememesi,
e) Kıyam bi zĂ‚tihi: Varlığının kendisinden olması,
f) Vahdaniyet: Allah ’ın bir olmasıdır.
Subûtî sıfatlar sekizdir: a) Hayat: Allah ’ın diri olması,
b) İlim: Her şeyi bilmesi,
c) İrade: Her mumkunu caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi,
d) Kudret: Her şeye gucunun yetmesi,
e) Semî: Her şeyi işitmesi,
f) Basar: Her şeyi gormesi,
g) KelĂ‚m: Ses ve harfe muhtac olmadan konuşması,
h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve oldurme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır.
İnsan aklı; gokleri, yeri ve ikisinin arasındakileri yoktan var eden Allah TeĂ‚lĂ‚ ’yı kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da idrĂ‚k edemez. Zira beşerî ilmin yolu, beş duyu, akıl ve kalptir. Butun bu idrak kĂ‚biliyetlerinin kudreti ise sınırlıdır. Kudret ve selĂ‚hiyeti sınırlı olan vĂ‚sıtalarla BĂ‚kî, Mutlak, Ezelî ve Ebedî olan bir varlık kavranamaz. Mahdut vĂ‚sıtalarla olan idrak, ancak mahdut olarak gercekleşebilir. Zira sınırlı olanın sınırsızı idrĂ‚ki mumkun değildir. Okyanustan ancak kabımız kadar su alabiliriz. Şu hadîs-i şerîf, bu gerceği ne guzel hulĂ‚sa eder:
“(Hızır -aleyhisselĂ‚m- ’ın, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a acĂ‚ip, garĂ‚ip ve hikmeti mechul hĂ‚diseler gosterdiği seyahat esnĂ‚sında), bir serce kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselĂ‚m-, bu manzarayı MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’a gostererek şu teşbihte bulundu:
«–AllĂ‚h ’ın ilmi yanında senin, benim ve butun mahlûkĂ‚tın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.»” (BuhĂ‚rî, Tefsîr, 18/2-4)
Bu sebeple CenĂ‚b-ı Hakk ’ı zĂ‚tı itibĂ‚rıyla duşunup tefekkur etmeye kalkışmak, birtakım hayaller ve evhamlardan ote bir şey kazandırmaz ve sĂ‚lim inancı zedeler. Zira gozun bir gorme mesĂ‚fesi vardır. Kulağın işitme mesafesi vardır. Vucuttaki her Ă‚zĂ‚nın mahdut bir guc ve tĂ‚kĂ‚ti vardır. Aynı şekilde aklın da bir hudûdu vardır ve onun otesinde başka Ă‚lemler bulunmaktadır. Aklın mesĂ‚fesi aşılırsa akıl infilĂ‚k eder ve cinnet hĂ‚li meydana gelir. Bu sebeple Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuşlardır:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın yarattıkları ve nîmetleri uzerinde tefekkur edin, fakat ZĂ‚t ’ı uzerinde duşunmeyin! Zira siz, O ’nun kadrini (lĂ‚yık olduğu şekilde) aslĂ‚ takdîr edemezsiniz.” (Bkz. Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81; Beyhakî, Şuab, I, 136)
İbn-i Arabî Hazretleri (v. 638/1240) de şoyle buyurmuştur:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ ile alĂ‚kalı olarak aklına hangi duşunce gelirse gelsin, bilesin ki Allah TeĂ‚lĂ‚ onun cok otesindedir.”
Zira CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bir sıfatı da “MuhĂ‚lefetun li ’l-havĂ‚dis: Sonradan yaratılan varlıklara benzememek”tir.
Ancak sıfattan mevsûfa, eserden muessire, sanattan sanatkĂ‚ra ve sebepten musebbibe gecerek CenĂ‚b-ı Hakk ’ın azamet, kudret ve rahmetini idrĂ‚k etmeye calışmak, her zaman teşvik edilmiştir. Mikrodan makroya kĂ‚inattaki her şey, ilĂ‚hî azametin bir aynası veya vitrini mĂ‚hiyetindedir. Eğer idrĂ‚k, selîm bir irĂ‚de ve temiz bir tefekkurle CenĂ‚b-ı Hakk ’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun munkir olması aslĂ‚ duşunulemez. Zira inkĂ‚r, zihnî ve fikrî faaliyet ile kalbî tahassusun bozulduğu yerde başlar. Akl-ı selîm sahibi bir kişi, kufur Ă‚leminde gozunu acmış bile olsa, kufurden kurtulma ihtimĂ‚li cok yuksektir. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, buna ornek olarak Hazret-i İbrahim ’i gosterir. O, muşrik bir cevrede doğup buyumesine rağmen sırf zihnî sĂ‚fiyet ve kalbî melekeleriyle Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın varlık ve birliğini idrĂ‚k etmiştir.
Bu itibarla akl-ı selîmin mutlak mĂ‚nĂ‚da munkir olması mumkun değildir. Zira bir şeye yok demekle işin icinden cıkılamaz. İknĂ‚ edici, doğru delil ve ispatlar gerekir. Hayat, kĂ‚inĂ‚t ve olum otesi muammĂ‚sını cozemeyince, sadece “yok” demekle kurtulmaya calışanlar, vucut sıhhati bozulduğu hĂ‚lde farkında olmayan kimselere benzerler. Onların ac oldukları hĂ‚lde ac değilim demeleri, ancak hastalıklarının bir ispatıdır. Narkoze edilen hasta, uzuvlarını bir kumaş gibi kesip bicen neşteri fark etmez. Aynen bunun gibi rûhunu yuce hakîkatlere karşı hasta edip de hastalığının farkında olmayan cok kimseler vardır. CenĂ‚b-ı Hak onlar hakkında:
“Korler, sağırlar...” tĂ‚birini kullanır.[1]
Zira Allah TeĂ‚lĂ‚, her insanın fıtratına, inanma ihtiyĂ‚cı ve hakîkati tanıma kĂ‚biliyeti lûtfetmiştir. Buna rağmen îman ve hakîkatten uzaklık, ancak rûhî bir korluk ve sağırlık sebebiyledir. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da AllĂ‚h ’ı idrĂ‚ke hazırdır, ama bu husûsiyetini mĂ‚nevî korluk ve sağırlığı sebebiyle şuur ustune cıkaramamaktadır. Tıpkı gorulup de hatırlanmayan ruyĂ‚lar gibi... Veya kafeste doğup buyuyen ve kanatları kireclenerek ucma melekesini kaybeden bir kuş gibi…
Dikkat edilirse beşerî ve semĂ‚vî dînlerin hepsinde “Allah inancı” vardır. Ancak bu inanc, zaman icinde tevhid muhtevĂ‚sının dışına cıkmış olup ceşitli yanlışlıklar arz etmektedir. Bu sebeple İslĂ‚m nazarında gecerli kabul edilmezler. Zira onların inancı; kĂ‚inatın yegĂ‚ne Yaratıcı ’sının noksan sıfatlardan munezzeh, kemĂ‚l sıfatlarla muttasıf ve muteĂ‚l, yani idrĂ‚k otesi mukemmel oluşuyla bağdaşmaz.
Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’in Rabb ’inden naklettiği şu hadîs-i kudsîde, bu yanlışlıkların bir kısmı şoyle zikredilir:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyurdu: Âdemoğlu Ben ’i yalanladı. HĂ‚lbuki Ben ’i yalanlamaya hakkı yoktu. Âdemoğlu Bana hakaret etti, hĂ‚lbuki buna hakkı yoktu. Ben ’i yalanlamasına gelince; oldukten sonra onu tekrar diriltemeyeceğimi iddiĂ‚ etmesidir. Hakaret etmesine gelince; o da bana cocuk isnĂ‚d etmesidir. HĂ‚lbuki Ben zevce ve cocuk edinmekten munezzehim.” (BuhĂ‚rî, Tefsîr, 2/8)
ALLAH ’IN SIFATLARI Âhir zamanda, Allah TeĂ‚lĂ‚ hakkındaki yegĂ‚ne sahih îtikad, ancak İslĂ‚m ’dan oğrenilebilir. İslĂ‚m, AllĂ‚h ’ın ve Peygamberi ’nin beyĂ‚nına bağlı olarak CenĂ‚b-ı Hakk ’a dĂ‚ir birtakım sıfatlar ortaya koyar ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilĂ‚vesini kabul etmez. Bu sıfatlar umûmî ve meşhur tasnîfe gore iki kısma ayrılır:
ZĂ‚tî sıfatlar Subûtî sıfatlar ZĂ‚tî Sıfatlar/SıfĂ‚t-ı Selbiyye Vucûd: Allah vardır ve varlığı hicbir şeye muhtac değildir. Bu itibarla O ’na vĂ‚cibu ’l-vucûd denir. Yani O ’nun, var olmama ihtimĂ‚li yoktur. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın dışında butun varlıklar ise, O ’nun yarattığı mahlûkattır ve mumkinu ’l-vucûddur. Yani olsalar da olur, olmasalar da.
Kıdem: Varlıkların sebep-netice munĂ‚sebetlerine bağlı olarak bir ilk sebepten başlaması, mantıkî bir zarûrettir. Oyle bir sebep ki, var edilmeye muhtac olmaktan munezzeh ve bizzat var etmeye muktedir olmalıdır. İşte bu sebep, Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dır. Dolayısıyla O ’nun yuce varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyin başlangıcı O ’dur. O, kadîm ve ezelîdir.
Bekà: Varlığının sonu yoktur, ebedîdir.
VahdĂ‚niyet: Allah TeĂ‚lĂ‚ tektir. O ’nun; zĂ‚tında, sıfatlarında ve fiillerinde, şerîki (ortağı) ve nazîri (benzeri) yoktur.
KĂ‚inĂ‚tın yaratıldığı andan itibĂ‚ren akıp giden Ă‚henkli seyri, hic aksamayan nizĂ‚mı ve ic ice sonsuz hikmet ve esrĂ‚rı, her şeyin sadece bir tek kudretin eseri olduğunu gostermektedir. Şayet bu kudret, tek değil de birden fazla olsaydı, irĂ‚deler arasındaki farklılık sebebiyle kĂ‚inĂ‚ttaki sonsuz Ă‚henk, emsalsiz nizĂ‚m ve hikmetler birbirine karışır ve hayat imkĂ‚nsız hĂ‚le gelirdi. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Allah evlĂ‚t edinmemiştir; O ’nunla beraber hicbir ilĂ‚h da yoktur. Eğer oyle olsaydı, her ilĂ‚h kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlakĂ‚ onlardan biri diğerine galebe calardı (birbirlerine ustun gelmeye calışırlardı). Allah, o (muşriklerin) yakıştırdığı şeylerden munezzehtir.” (el-Mu ’minûn, 91)
“Eğer yerde ve gokte Allah ’tan başka ilĂ‚hlar olsaydı, her ikisi de kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş ’ın Rabb ’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan munezzehtir.” (el-EnbiyĂ‚, 22)
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm baştan başa dikkatli bir nazarla gozden gecirildiğinde gorulur ki, AllĂ‚h ’ın, kullarını mukellef kıldığı husûsiyetlerin en muhimi, zĂ‚tı hakkındaki inanctır. Bu inancın en hassas noktası da vahdĂ‚niyettir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammulu yoktur. Bu sebeple AllĂ‚h ’a şirk koşma, ilĂ‚hî gazabı davet etme yonunden İslĂ‚m nazarında birinci sırayı teşkîl eder. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, bu fikrî sefĂ‚lete suruklenmekten korunmayı sağlayacak tehdit, îkaz ve irşadlara bilhassa yer vermiştir:
“...Kim AllĂ‚h ’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona Cennet ’i haram eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (el-MĂ‚ide, 72)
(Rasûlum!) Şuphesiz Sana da Sen ’den oncekilere de şoyle vahyolundu: Yemin ederim ki eğer AllĂ‚h ’a şirk koşarsan, amellerin mutlakĂ‚ boşa gider ve husrana duşenlerden olursun!” (ez-Zumer, 65)
“Doğrusu Allah TeĂ‚lĂ‚, kendisine şirk koşulmasını aslĂ‚ mağfiret etmez; bundan başkasını, dilediği kimse icin mağfiret buyurur. Kim AllĂ‚h ’a şirk koşarsa o buyuk bir gunah (ile) iftirĂ‚ etmiş olur.” (en-NisĂ‚, 48)
VahdĂ‚niyet husûsundaki en kucuk bir eksiklik, fazîlet ifĂ‚de eden sayısız amelle telĂ‚fî olunamaz. Tıpkı şunun gibi ki, bir insana cokca maddî iyilikler yapılsa, bunun yanında şeref ve haysiyetine yonelik bir kusur işlense, yapılan iyiliklerin hicbir kıymeti kalmaz. Bu acıdan bakıldığında AllĂ‚h ’ı inkĂ‚r etmek, O ’nun izzet-i ilĂ‚hiyyesine karşı affedilmez bir kusur işlemektir. Affedilmeyişinin sebebi de taşıdığı bu mĂ‚nevî ağırlıktır. Yani bir kişi kufur ve şirk uzere olurse affedilmesi mumkun değildir. Olmeden evvel şirk ve kufurden vazgecip tevbe ederse, bu tabiî ki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın lûtfu ile affedilir. Bu itibarla kullardan CenĂ‚b-ı Hakk ’ın istediği ilk husus îman, sonra da amel-i sĂ‚lihlerdir.
MuhĂ‚lefetun li ’l-havĂ‚dis: Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın eşi ve benzeri yoktur. O, yaratılmış olan, sonradan meydana gelen hicbir şeye benzemez. Dolayısıyla O, her turlu beşerî sıfatlarla tavsiften munezzehtir.
KıyĂ‚m bi-nefsihî: Allah TeĂ‚lĂ‚, bi-zĂ‚tihî vardır. Ezelden ebede kendi zĂ‚tıyla kàim ve dĂ‚imdir. Varlığında hic kimseye ve hicbir şeye muhtac değildir. BilĂ‚kis var olmak husûsunda her şey O ’na muhtactır.
Subûtî Sıfatlar Hayat: Allah TeĂ‚lĂ‚ diridir, devamlı ve mutlak bir hayat sahibidir. Bu husûsiyeti kendi zĂ‚tıyla kàimdir. Diğer butun hayatlar ise, O ’nun bu yuce sıfatının bir tecellîsi olarak vardır ve izĂ‚fîdir.
Hayat, Hak TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri ’nin ilim ve kudret gibi kemĂ‚l sıfatları ile muttasıf olmasının sahihliğini mumkun kılan bir sıfat-ı ezeliyyedir. Cunku ilim, ancak hayat sahibi bir zĂ‚tta bulunabilir. Hayat sıfatıyla muttasıf olmayan bir zĂ‚t, ilim ve emsĂ‚li kemĂ‚l sıfatlarının hicbirisi ile muttasıf olamaz.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın hicbir sıfatı kulların sıfatlarına benzemediği icin, O ’nun hayat sıfatı da mahlûkĂ‚tın hayatı gibi değildir. Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın Hayy sıfatı, ZĂ‚t-ı BĂ‚rî ’sinden aslĂ‚ ayrılmayan bir kemĂ‚l sıfatıdır. Zira AllĂ‚h ’a Ă‚it olan hayat, zıddı olum olan bir hayat değil, bilĂ‚kis yalnız ona mahsus ezelî ve ebedî bir hayattır. MahlûkĂ‚tın hayatı ise, bir beden ile rûhun birlikteliğinden doğan gecici bir hayattır, hakîkî hayat değildir. Onun icin gunu geldiğinde her fĂ‚nîden geri alınır.
İlim: Allah TeĂ‚lĂ‚ ezelî ilim sahibidir ve O ’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O ’nun ilminin dışında kalan hicbir şey yoktur. O, olmuş olacak her şeyi hakkıyla bilir. Onun ilmi icin gizli veya sır da mevzubahis değildir. Her şey O ’na ayĂ‚n ve Ă‚şikĂ‚rdır. İnsanoğluna verilen butun ilimler ise, bu sıfattan bir nebzedir ve izĂ‚fîdir.
İlm-i ilĂ‚hî, duşunce ve fikir mahsûlu olmaktan munezzehtir. Şu kĂ‚inĂ‚tta gorulen, hicbir akıl ve irĂ‚denin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan bu nizam, Ă‚henk ve irtibat, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sĂ‚dık delîlidir. Zerrelerden kurelere kadar her şey, tamamen ve kemĂ‚len CenĂ‚b-ı Hakk ’ın ilmi dĂ‚hilinde olmasa idi, Ă‚lemde devamlı temĂ‚şĂ‚ edip durduğumuz şu umûmî irtibat ve Ă‚henk vucut bulamazdı. Zira ufacık bir şeyi bile muntazam bir sûrette yaratmak; elbette onu ve onun ne sûrette, ne gibi sebep ve şartlar ile vucûda geleceğini bilmeye bağlıdır.
İnsanoğlu, kucucuk bir buluşa bile asırlar boyunca ust uste biriken pek cok tecrube neticesinde ulaşabilmektedir. HĂ‚lbuki bu keşif, îcat ve henuz cozulememiş sonsuz sırlar; CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, kĂ‚inĂ‚tın nizĂ‚mına bir anda ilm-i ilĂ‚hîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu hakîkati hatırlatmak uzere CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
(Ey insanlar!) Yaratan (Allah) hic bilmez mi? Hic şuphesiz O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (el-Mulk, 14)
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Şayet yeryuzundeki ağaclar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (murekkep olsa) yine AllĂ‚h ’ın sozleri (ilmi) tukenmez. Şuphe yok ki Allah Azîz ve Hakîm ’dir.” (LokmĂ‚n, 27)
Semî‘: Allah her şeyi işiticidir. O ’nun işitmesi bizim işitmemize benzemez. O ’na gizli kalan hicbir ses yoktur. HattĂ‚ meşhur tarifiyle bir kaya uzerinde sessizce yuruyen bir karıncanın ayak seslerini dahî işitir. İşitme sıfatını hĂ‚iz butun varlıklar CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bu sıfatının tecellîsi ile işitirler. Bunlar, bu tecellî kendilerinden alındığı an, hicbir şey duyamazlar.
Besar: CenĂ‚b-ı Hakk ’ın gormesi de diğer sıfatları gibi zĂ‚t-ı ilĂ‚hîsinin muktezĂ‚sıdır. O her şeyi hakkıyla gorur. O ’nun nazarına gizli kalan hicbir şey yoktur. Yine meşhur tabirle O, son derece karanlık bir gecede siyah bir taşın uzerinde duran simsiyah karıncanın ayak izlerini dahî gorur.
CenĂ‚b-ı Hak, mahlûkĂ‚tının en gizli duşuncelerini dahî bilir, butun sozlerini işitir ve yaptıkları her şeyi eksiksiz olarak gorur. CenĂ‚b-ı Hak bu sıfatlarını Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de sık sık hatırlatır ki kulları emir ve nehiylerine dikkat ederek, durust kişiler ve sĂ‚dık mu ’minler olsunlar.
İrĂ‚de: Allah TeĂ‚lĂ‚ emirlerinde, hukumlerinde ve fiillerinde hurdur. Dilediğini murĂ‚d eyler ve dilediğince işler. Bir şeyin olmasını murĂ‚d ettiğinde O ’nun emri sadece “كُنْ: Ol!” demekten ibarettir; o şey hemen oluverir. (Bkz. el-Bakara, 117)
CenĂ‚b-ı Hak yegĂ‚ne fĂ‚il-i muhtĂ‚rdır. Her oluş ve fiil, onun irĂ‚desine bağlıdır. Kısaca:
“AllĂ‚h ’ın dilediği olur, dilemediği olmaz!”
Bu itibarla CenĂ‚b-ı Hakk ’ın rĂ‚zı olduğu fiiller O ’nun murĂ‚dı ile tahakkuk ettiği gibi, rĂ‚zı olmadığı fiiller de imtihan muktezĂ‚sı yine O ’nun izn-i ilĂ‚hîsi ile gercekleşir.
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm incelendiğinde Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın mutlak irĂ‚desinin sınırlandırılmasına hicbir zaman musĂ‚ade etmediği gorulur. CenĂ‚b-ı Hak, sık sık irĂ‚desinin mutlak hur olduğunu, her istediğini yapabileceğini bildirir. HattĂ‚ “Kur ’Ă‚n ’ın baştan sona butun ifadeleri, bu esas uzere binĂ‚ edilmiştir.” diyebiliriz. Oyle ki CenĂ‚b-ı Hak; inkĂ‚r, şirk ve kul hakkı hĂ‚ric, kullarının gunah ve curumleri husûsunda azap takdîrini dahî mechul bırakmış ve dilediği şekilde muĂ‚mele edeceğini bildirmiştir. Yani dilediği kulunu affedecek, dilediğini affetmeyecektir. Bu hĂ‚lin sırrî tarafı, beşer idrĂ‚kinin otesindedir. Bu hakîkat, Ă‚yet-i kerîmede şoyle beyan buyrulur:
“Goklerde ve yerde ne varsa AllĂ‚h ’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azĂ‚b eder. Allah cok bağışlayıcı ve cok merhametlidir.” (Âl-i İmrĂ‚n, 129)
Kudret: O, sonsuz kudret sahibidir, her şeye kĂ‚dirdir. O ’nun icin hicbir gucluk yoktur. Dilediğini, eksiği ve fazlası olmaksızın hikmet cercevesinde yapar.
Şu muşĂ‚hede ettiğimiz Ă‚lemin, dehşet verici bir intizam uzere yaratılmış olması, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kudretine acık bir delildir.
Kudret-i ilĂ‚hiyyeyi kendi acziyetimizle mutĂ‚laa ederek bu hususta hatĂ‚ya duşmemeliyiz. Zira bizdeki guc ve kudret hem sınırlıdır, hem de onların zıddı olan acziyet ile mĂ‚lûldur. Ancak CenĂ‚b-ı Hakk ’ın sonsuz kudreti hem mahdut değil, hem de acziyet gibi her turlu menfî vasıftan munezzehtir. Dolayısıyla O ’nun sonsuz kudreti karşısında Ă‚ciz olmayan hicbir varlık yoktur. Bizim kudretimiz de ancak O ’nun verdiği kadardır.
O kudrete baş kaldıran nice gĂ‚fillerin hazin Ă‚kıbetleri insanlık tarihinin felĂ‚ket dolu husran sayfalarını teşkîl etmiştir. Nemrud, Firavun, KĂ‚run, Ebû Cehil ve daha niceleri, bir hic hĂ‚linde bu dunyadan gocup gitmiştir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, azĂ‚b icin ebedî Ă‚leme alırken onlara takdîr ettiği olum de, Ă‚deta bir istihzĂ‚ mĂ‚hiyetinde olmuştur. Bilhassa ilĂ‚hlık dĂ‚vĂ‚sı guden koca Nemrud ’un cılız ve topal bir sivrisineğe mağlûb edilmesi, kudret-i ilĂ‚hiyye husûsunda cĂ‚lib-i dikkat bir mesaj taşımaktadır. Yine ordusundaki fil surulerine guvenerek KĂ‚betullĂ‚h ’a saldırmaya cur ’et eden Ebrehe ve askerlerinin, sıkletsiz ebĂ‚bîl kuşları tarafından helĂ‚k edilmeleri de ayrı bir ibrettir.
KelĂ‚m: Allah TeĂ‚lĂ‚, kelĂ‚m sahibidir. Bunun icin sese, harflere, kelime ve cumleleri tertip etmeye muhtac değildir. Yani O ’nun konuşması, harften de sesten de munezzehtir; insanların soz ve konuşmasına aslĂ‚ benzemez. Zira insanların konuşması, O ’nun kelĂ‚mından nasîb alarak gercekleşir.
“KelĂ‚m” sıfatının tecellîsi ile Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ve diğer mukaddes kitaplar vucut bulmuştur.
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kelĂ‚mı olduğu icin herkesin Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in mubarek lĂ‚fızlarına ihtiram etmesi lĂ‚zımdır. Ona abdestsiz dokunmak haramdır, buyuk gunahtır. Zira CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Şuphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur ’Ă‚n ’dır; ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası el suremez! O, Âlemlerin Rabbi ’nden indirilmiştir.” (el-VĂ‚kıa, 77-80)
Hadîs-i şerîflerde ise şoyle buyrulur:
“Kur ’Ă‚n ’a ancak temiz olan dokunsun!” (Muvatta ’, Kur ’Ă‚n, 1)
“Kur ’Ă‚n ’a temiz olan dışında hic kimse dokunmasın!” (HĂ‚kim, Mustedrek, I, 553/1447)
Tekvîn: CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yaratma sıfatıdır. Bu, yoktan var etme demektir; yalnız O ’na mahsustur. Sayısız Ă‚lemler O ’nun eseridir.
Tekvîn, el veya Ă‚letle bir şey yapmayı ifade etmez. Tekvîn, irĂ‚de ile kudretin taalluku ve kĂ‚inĂ‚tın emre boyun eğdirilmesiyle gercekleşen bir yaratmadır.
Hak TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri ’nin butun ulvî sıfatları gibi tekvîn sıfatı da kadîm ve ezelî olmakla birlikte, onun tesir ve tecellîsi ile hĂ‚sıl olan kĂ‚inĂ‚tın her cuz ’u hĂ‚distir (sonradan meydana gelmiştir).
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kulları tarafından bilinmesi, başlıca bu sıfatlarla mumkundur. Bahsettiğimiz bu sıfatlar ve diğer sonsuz sıfĂ‚t-ı ilĂ‚hiyye, ayrı ayrı zaman ve mekĂ‚n şartlarına gore değil, her an CenĂ‚b-ı Hakk ’ın varlığında mevcuttur.
O ’nun yuce zĂ‚tına Ă‚it butun sıfatların muhtevĂ‚ları tĂ‚riflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arz eder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O ’nda mutlaktır ve sonsuz husûsiyetlere sahiptir. Yani hicbir sıfatının hudut ve sĂ‚hili yoktur. Bu itibarla O ’nun ilmi, kelĂ‚mı, kudreti, tekvîni ve diğer butun evsĂ‚fı bu mĂ‚hiyetleriyle her turlu teşbih ve îzahtan da munezzehtir. Bizim ve dunyamızın husûsiyetleri ise hem mahdut, hem de fĂ‚nîdir. Bu hĂ‚liyle daha kendisini kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki CenĂ‚b-ı Hakk ’a Ă‚it husûsî mĂ‚hiyetteki sıfatları lĂ‚yıkı vechile idrĂ‚ki mumkun değildir. Yani nasıl ki Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın zĂ‚tının hakîkat ve mĂ‚hiyetini idrĂ‚k edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mĂ‚hiyetini kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da idrĂ‚k edemeyiz. O ’nun sıfatlarından dunyamızda tecellî edenler, ancak birer kırıntı mesĂ‚besindedir.
Necip FĂ‚zıl ne guzel soyler:
Atomlarda cumbuş, donanma, şenlik;;
Ve cevre cevre nûr, cevre cevre nûr.
İcice mîmĂ‚rî, ic ice benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhûr!
AllĂ‚h ’ın Varlık ve Birliğinin Delilleri Şu ucsuz bucaksız kĂ‚inatta akılları hayret ve acze duşuren bir nizam ve Ă‚henk olduğu Ă‚şikĂ‚rdır. Bu nizam ve Ă‚henk, kĂ‚inĂ‚t yaratıldığından beri son derece mukemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi icerisinde, hic şaşmadan devam edip gitmektedir.
Bir meyve bahcesinin sahibi, bir sabah kalktığında fidanların bĂ‚zılarının duzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu gorse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir Ă‚fetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağacların devrilişinde bir hesap ve duzen olsa, meselĂ‚ her uc veya beş ağactan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir Ă‚fetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. O hĂ‚lde duşunmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hĂ‚disenin, şuuru olmayan sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idrĂ‚kler, kĂ‚inattaki bunca hesĂ‚bî inceliğe rağmen onun tesĂ‚dufen veya kendi kendine var olduğunu iddiĂ‚ etmesi ne abes bir gaflettir![2]
ŞĂ‚ir Necip Fazıl, boyle bir gaflete suruklenenlere şoyle seslenir:
Yon yon sarılmışım ne yana baksam,
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yuzu cizen sanatkÂr ressam;
Gecip de aynaya soran olmaz mı?
Fıtratı bozulmamış her sĂ‚lim akıl, kĂ‚inattaki sebepler zincirini şuurlu bir şekilde fark eder ve hepsinin bir musebbibu ’l-esbĂ‚ba, yani butun sebeplerin asıl sebebi olan CenĂ‚b-ı Hakk ’a vardığını idrĂ‚k ile îmĂ‚n eder. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkurunu yanıltmak icin her koşe başında insanoğluna binbir hîle ve tuzak kurmuştur. Dolayısıyla, sĂ‚lim bir kafayla duşunup insafla hareket ederek şeytanın tuzaklarından kurtulmak îcĂ‚b eder.
Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de:
“Kulları icinde ancak ilim sahibi olanlar Allah ’tan (lĂ‚yıkıyla) korkarlar.” buyrulur. (FĂ‚tır, 28)
Bu sebeple AllĂ‚h ’ın azamet ve kudretini lĂ‚yıkıyla kavramak, her şeyden once bir ilim işidir. Bu gercek dolayısıyladır ki makro ve mikro Ă‚lemlerin incelikleri uzerinde calışan Ă‚limler, muşĂ‚hede ettikleri dehşet verici nizam ve kĂ‚nunlar sebebiyle Yaratıcı ’nın varlığını ve kudretini herkesten daha mukemmel bir şekilde idrĂ‚k ederler.
Bunun bir misĂ‚lini Hint Ă‚limlerinden Doktor İnĂ‚yetullah el-Maşrikî şoyle anlatır:
1909 yılında yağmurlu bir Pazar gunu Cambridge Universitesi profesorlerinden meşhur astronomi Ă‚limi Sir James Jones ’i gordum. İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hĂ‚lde kiliseye gidiyordu. Ona yaklaşarak selĂ‚m verdim, cevap vermedi. Tekrar selĂ‚m verince:
“–Benden ne istiyorsun?” dedi.
“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim.
Gulumseyerek derhĂ‚l şemsiyesini actı. Devamla dedim ki:
“–İkincisi de, sizin gibi dunya capında soz sahibi olan bir Ă‚limi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”
Sir James, bu suĂ‚lim karşısında kısa bir sure durakladıktan sonra:
“–Bugun bize gel de akşam cayını birlikte icelim!” dedi.
Akşam evine gittiğimde, bana semĂ‚vî cisimlerin yaratılışından, onlardaki muthiş sistemlerden, aralarındaki korkunc uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mĂ‚cerĂ‚larından, mihverlerinden, cekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs. bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin AllĂ‚h ’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum. Sir James ’in ise Allah korkusuyla sacları diken diken olmuş, gozlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu. Bir ara durdu ve sozlerine şoyle devĂ‚m etti:
“−İnĂ‚yetullah dostum! AllĂ‚h ’ın yaratmış olduğu butun bu guzelliklere ve ihtişĂ‚ma goz attığımda, AllĂ‚h ’ın celĂ‚linden vucûdum titremeye başlar. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın huzûrunda eğilerek O ’na: «AllĂ‚h ’ım Sen buyuksun!» dediğimde, vucûdumdaki her bir hucrenin bu sozumu tasdik ettiğini hissederim. İşte o zaman ben, buyuk bir huzur ve saĂ‚det duyarım ve bu saĂ‚detimin, diğer insanların saĂ‚detinden bin defa daha ustun olduğunu bilirim.”
Bunun uzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu Ă‚yet-i kerîmeyi okudum:
“Kulları icinde ancak ilim sahibi olanlar Allah ’tan (lĂ‚yıkıyla) korkarlar.” (FĂ‚tır, 28)
Sir James, Ă‚yet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:
“–Ne diyorsun, «Kulları icinden ancak Ă‚limler, Allah ’tan (gereğince) korkarlar.» oyle mi? Bu cok muthiş, aynı zamanda cok garip ve acĂ‚yip bir şey!.. Benim elli yıllık uzun araştırma ve tecrubelerim neticesinde keşfettiğim bir şey, Hazret-i Muhammed ’in onceden haber verdiği şeyler arasında mı bulunuyor? Bu Ă‚yet hakîkaten Kur ’Ă‚n ’da var mı? Eğer oyleyse, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şĂ‚hitlik ettiğimi bir tarafa yaz!.. Hazret-i Muhammed ummî idi, okuma-yazma bilmiyordu. Bu yuzden O ’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mumkun değildir. O hĂ‚lde bu sırrı O ’na bildiren CenĂ‚b-ı Allah ’tır.” (Vahiduddin Han, İslĂ‚m Meydan Okuyor, s. 251-253)
Boyle musbet ilimlerle meşgul olan nice gayr-i muslim ilim erbĂ‚bı musluman olmuş ve niceleri de îmĂ‚n etmese bile kendilerini hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde hissetmişlerdir. Bu hĂ‚l, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’in bir mûcizesidir. Allah TeĂ‚lĂ‚ buyurur:
(Habîbim!) Gercek ilim erbĂ‚bı, Rabb ’inden Sana indirilen ilĂ‚hî vahyin tamĂ‚men hakîkatten ibaret olduğunu ve Hamîd olan AllĂ‚h ’ın yoluna ilettiğini elbette goreceklerdir.” (es-Sebe ’, 6)
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde Ă‚yetlerimizi gostereceğiz ki, onun (Kur ’Ă‚n ’ın) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabb ’inin her şeye şĂ‚hid olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)
KĂ‚inĂ‚ta ibret nazarıyla bakan her goz, onda bu Ă‚yet-i kerîmelerin sayısız tezĂ‚hur sahnelerini seyreder:
Kudret-i İlĂ‚hiyye Misalleri Dunyada sadece insanlar ve hayvanlar mevcut olsaydı, havadaki butun oksijeni kullanıp karbondioksite cevirirler ve bir muddet sonra oksijenin azalmasına mukàbil gittikce artan karbondioksit ile zehirlenip yok olurlardı. Ancak bu Ă‚lemi var eden kudret bir de bitkileri yaratmış ve onlara da karbondioksiti kullanıp oksijene donuşturme kĂ‚biliyeti vermek sûretiyle Ă‚lemde bir denge ve devam edip giden bir akış meydana getirmiştir.
Diğer taraftan CenĂ‚b-ı Hak, dunyanın dortte ucunu su ile doldurmuştur. Dortte birinin buyuk kısmını da bitki yetiştirme kĂ‚biliyeti olmayan kayalıklar veya coller olarak yaratmıştır. Geride kalan cok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yuce bir kudrettir ki, bu toprağı, ebedî bir değişim ve hĂ‚lden hĂ‚le geciş ile butun canlıları doyuracak gıdĂ‚ların kaynağı kılmıştır. Şoyle ki:
Bir hayvan turunu ele alalım. Bu turden ne kadar canlı gelmiş ve gelecek ise hepsi dunyaya bir anda gonderilmiş olsa idi, dunya mekĂ‚n olarak sadece o ture kĂ‚fî gelmeyeceği gibi, gıdĂ‚lar da onlara yetmezdi. Ancak Allah TeĂ‚lĂ‚, onları zaman sırrı ile mekĂ‚ndakinden daha geniş bir şekilde yayıp bir teselsul kanunu ile yaratmaktadır. Butun canlılar icin aynı nukte gecerlidir. Dolayısıyla Dunya, zaman ve mekĂ‚n sırrı ile, normal kapasitesinin trilyonlarca katı fazlasına sahne olabilmektedir. Yani varlıkların Ă‚lemimizde yer alışları da bir denge ile tahdîde tĂ‚bîdir.
MeselĂ‚ bir cınar ağacı, her yıl milyonlarca tohum uretir. Bunların etrafa dağılması icin tuyden Ă‚deta birer paraşutleri bulunur. Bu tohumlar ruzgĂ‚r vĂ‚sıtasıyla cok uzak mekĂ‚nlara ulaşır. Eğer bir tek cınar ağacına Ă‚it butun tohumlar yeni bir cınar olsaydı, kısa bir zaman sonra Dunya ’nın her tarafı cınarların istilĂ‚sına uğrardı. Yani koca Dunya bir tek ağaca dar gelirdi. Diğer butun varlıklar icin de bu misĂ‚li şumullendirmek mumkundur. Bu da kĂ‚inatta kolay kolay akıl sır erdirilemeyecek bir Ă‚henk ve dengenin mevcûdiyetini gosterir.
Boylesine mukemmel, girift ve cok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, Yaratcı ’sının varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişĂ‚nedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, semĂ‚yı yukseltti ve mîzĂ‚nı (olcu ve dengeyi) koydu.” (er-RahmĂ‚n, 7)
“O ki, birbiri ile Ă‚henktar yedi goğu yaratmıştır. RahmĂ‚n olan AllĂ‚h ’ın yaratışında hicbir uygunsuzluk goremezsin. Gozunu cevir de bir bak, bir bozukluk gorebiliyor musun? Sonra gozunu, tekrar tekrar cevir bak; goz (aradığı bozukluğu bulmaktan) Ă‚ciz ve bitkin hĂ‚lde sana donecektir.” (el-Mulk, 3-4)
Ayrıca CenĂ‚b-ı Hak, butun bu canlılara oyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdĂ‚larla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı butunuyle mumkun kılacak şekilde birbirlerini tamamlamaktadır. MeselĂ‚ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, sut ve yun hĂ‚sıl ettiği hĂ‚lde, kucucuk bir kurtcuk olan ipek boceği aynı yapraktan ipek istihsĂ‚l etmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar. Arının cicek tozlarından bal yapabilmesi, kĂ‚inattaki en mukemmel varlık olan insanın iktidĂ‚rı hĂ‚ricindedir. Ciceklerin topraktan bulup cıkardığı renkler, kokular ve hayat kudretini hĂ‚iz yapraklar, hicbir kimyagerin muktedir olamayacağı hĂ‚rika keyfiyetlerdir. Hayvan, otu et ve sut yaparken, insan bir kimya laboratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya sut îmĂ‚l etmeye muktedir değildir.
Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kĂ‚inĂ‚tta nereye yonelse, AllĂ‚h ’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber gondermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlĂ‚kıyla beşeriyeti kemĂ‚le erdirmek, aralarından Ă‚limler yetiştirmek gibi tecellîler, hep ilĂ‚hî lûtfun eseridir. Diğer taraftan insana binbir istifadeler takdîm ederek hizmet eden butun ilimlerin neticesi de, nihĂ‚yet AllĂ‚h ’ın varlık ve azametini gosterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrĂ‚ke yardımcı olmaktır. İnsan kendisine ve kĂ‚inĂ‚ta insafla bakınca derhĂ‚l anlar ki, zĂ‚hir olan ilĂ‚hî kudret ve saltanat karşısında îmĂ‚n etmemek ne kadar gulunc ve tuhaf olur!
Gokyuzunde siyah ve beyaz delikler mevcuttur. CenĂ‚b-ı Hak, musbet ilmin yeni keşfettiği bu boşluklara şoyle yemîn etmektedir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz bu, gercekten buyuk bir yemindir.” (el-VĂ‚kıa, 75-76)
Bugunku ilmin henuz tespit edebildiği şu hakîkat ne kadar dehşet verici bir ihtişamla karşı karşıya olduğumuzu gosterir. Yıldızların doğduğu yere beyaz delik; olduğu yere de kara delik adı verilir. Beyaz deliklerden kucuk bir cisim cıkmakta ve Ă‚nî bir genişlemeyle govdesinin trilyonlarca katı buyuyerek dev bir yıldız kutlesini meydana getirmektedir. Diğer taraftan dunyamızdan kat kat buyuk nice dev yıldızlar da, vakti gelince kara deliklerin icine girip olmektedir. Bu itibarla bizim semĂ‚mızı aydınlatan Guneş de bir gun:
“Guneş durulup ışığı kalmadığı zaman...”[3] Ă‚yetinde buyrulan gerceği yaşayacaktır.
O gun onun omru de sona erecektir. O gun elbette ki kıyĂ‚met gunu olacaktır. Oradan otesi!..
İnsan icin, derhĂ‚l secdeye kapanıp AllĂ‚h ’a sığınmaktan başka bir cĂ‚re yok!
ElhĂ‚sıl goren gozler idrĂ‚k eder ki, ilĂ‚hî saltanat karşısında bu dunya, fezĂ‚da yuzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun icerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hicten ibĂ‚rettir!..
Okyanuslardan bir damla kabîlinden verdiğimiz bu misĂ‚ller; HĂ‚kim, KĂ‚dir, Kayyûm, RezzĂ‚k… bir varlığın mevcûdiyetini kabul etmenin mantıkî bir zarûret olduğunu ifĂ‚deye kĂ‚fîdir. Fakat bu hakîkati gormek icin basardan ziyĂ‚de basîretin, yani baş gozlerinden ziyĂ‚de gonul gozlerinin acık olması lĂ‚zımdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hic yeryuzunde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette duşunecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gercek şu ki, gozler kor olmaz; lĂ‚kin goğusler icindeki kalpler kor olur.” (el-Hac, 46)
Her Şey Hareket ve Değişim HĂ‚linde Duşunecek olursak, şu gorduğumuz Ă‚lemde her şey değişiyor. Bir sûretten diğer bir sûrete geciyor. MeselĂ‚ nutfe alekaya, aleka mudğaya, mudğa et ve kemiğe donuşuyor. Bu tur tahavvulĂ‚t/değişim, yıldızlarda, gezegenlerde, madenlerde, bitkilerde, yani her şeyde oluyor.
Atomun icinde muazzam bir hareket var. Elektronlar cok ince bir hesapla ve akla hayĂ‚le sığmayacak bir hızla donuyorlar. Cekirdek elemanları olan proton ve notronlar ise, cok daha kucuk bir hacme sıkıştıklarından, hızları da elektronlara nisbetle fevkalĂ‚de yuksektir. Oyle ki saniyede yaklaşık 60.000 kilometreyi aşan bir hızla donerler.
Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 100 trilyon atom olduğunu hatırlarsak, kĂ‚inĂ‚ttaki hareketleri idĂ‚re eden Yuce ZĂ‚t ’ın kudretini tam olarak anlamanın imkĂ‚nsız olduğunu daha iyi idrĂ‚k ederiz.
İşte butun bu hareket ve değişimin meydana gelmesi icin hakîkî bir muessire ihtiyac vardır. O da HallĂ‚k-ı MuteĂ‚l olan Allah TeĂ‚lĂ‚ ’dır. Zira aklı hayrete duşuren şu hĂ‚rikulĂ‚de hĂ‚llerin herhangi bir muessir olmadan meydana gelmesi veya şuursuz bir fĂ‚ilden zuhûr etmesi, kesinlikle mumkun değildir.
Bunları tefekkur ettiğimizde, eserden muessire intikal edebilmek icin bir zerrenin bile kĂ‚fî olduğunu goruruz. ŞĂ‚ir bunu ne guzel ifĂ‚de eder:
Varlığın bilme ne hĂ‚cet kure-i Ă‚lem ile,
Yeter isbĂ‚tına halk ettiği bir zerre bile. (ŞinĂ‚s&#238
Aynı Maddeden Farklı Eserler Vucûda Geliyor Cevremizde gorduğumuz farklı varlıkların aslı hep aynıdır. Hepsi de maddeden vucûda gelmiştir. Farklı unsurlar hep aynı mĂ‚hiyetin parcalarıdır. MeselĂ‚ gok cisimleri de hep aynı maddeden meydana gelirler. Ancak her birinin kendine mahsus bir huviyeti, vaziyeti, miktarı ve omru vardır. Bir kısmı soğuk, bir kısmı son derece sıcaktır…
Azot, karbon, oksijen, hidrojen gibi elementlerden bitkiler ve hayvanlar meydana geliyor. HĂ‚lbuki bu maddelerle hayat arasında ve hele ilim, irĂ‚de, kudret, işitme, gorme gibi sıfatlar arasında aslĂ‚ bir munĂ‚sebet yoktur.
İşte butun bunlar, ilĂ‚hî sanat hĂ‚rikalarıdır. KĂ‚inĂ‚tta gorduğumuz bu kadar farklı ve mukemmel varlık, yuce kudret sahibi bir sanatkĂ‚rın eseridir. Bu kadar sanat hĂ‚rikasını meydana getiren bir varlığın sonradan olanlara benzemesi mumkun değildir. O, VĂ‚cibu ’l-Vucûd olan, yani varlığı zarûrî, kendinden ve ezelî olan CenĂ‚b-ı Hak ’tır.
Her Şey Bir GĂ‚ye ile Yaratılmış Şu Ă‚lemde her şeyin bir hikmet ve fayda icin yaratıldığı acıkca goruluyor.
- Guneş ve Ay ’ın ışığıyla Dunya uzerindeki mahlûkĂ‚t aydınlanıp neşv u nemĂ‚ buluyor. Dunya ve Ay ’ın Guneş etrafında donmesiyle vakitler meydana geliyor. Yer ’in donuşuyle mevsimler, seneler, gun ve geceler; Ay ’ın donuşuyle aylar husûle geliyor.
- Devamlı teneffus ettiğimiz hava, akciğere giderek kanı temizliyor. Vucûdumuzun her şeyden cok ona ihtiyacı olduğu icin hava son derece kolay ve cok bulunuyor.
- RuzgĂ‚rlar bulutları sevk ederek ihtiyac olan yere yağmur goturuyor. Yine ruzgĂ‚rlar, bitkileri ve ağacları aşılıyor, sıcaklığı ayarlıyor, havayı temizliyor…
- Aynı şekilde denizlerin faydaları da saymakla bitmez…
Butun bunların ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice hususların, insan hayatındaki ehemmiyeti mĂ‚lûmdur. Dolayısıyla bunları ibret nazarıyla seyredip tefekkur eden bir insan şu neticeye varır ki, butun eşyĂ‚nın yaratılışında buyuk bir hikmet ve gĂ‚ye bulunmaktadır. Bunu tesĂ‚duf olarak kabullenmek ise, akıl, iz ’an ve insafın iptali demektir. Bunlar, ilim, hikmet, kudret ve azamet sahibi bir ZĂ‚t ’ın eseridir. O da Allah TeĂ‚lĂ‚ Hazretleri ’dir.
HĂ‚sılı akl-ı selîm sahibi olup da tefekkur eden bir insanın Rabb ’ini bulması, O ’na ve bu ilĂ‚hî ihtişam ve azamete hayran olması gĂ‚yet kolaydır. Bu, selîm aklın ve berrak bir vicdĂ‚nın en tabiî neticesidir. Bir insan, kĂ‚inĂ‚tta ve kendisinde olup bitenleri hakkıyla tefekkur etse, kĂ‚fir ise îmĂ‚na kavuşur, mu ’min ise îmĂ‚nına seviye kazandırır; mĂ‚rifet ve muhabbet basamaklarında yol almaya başlar.
Allah ’a imanın Faydaları CenĂ‚b-ı Hak, insanın fıtratına, yani yaratılışına îman etme ihtiyacını koymuştur. Bu sebeple, sahih bir îmĂ‚na sahip olamayan insan, mĂ‚nen huzursuz olur. Kalbinde taşıdığı derin bir tatminsizlik hissiyle yaşar. Bunun yegĂ‚ne cĂ‚resi, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın gosterdiği şekilde îmĂ‚n etmektir.
Diğer taraftan, kendisini dĂ‚imĂ‚ goren, işiten ve bilen bir AllĂ‚h ’a îmĂ‚n eden kişi, guzel ahlĂ‚k sahibi olup, hakka hukûka riĂ‚yet eder. Bu sebeple de huzurlu bir hayat yaşar. Kimseye zarar vermediği gibi, kimseden de zarar gormez. Âhiretteki ebedî hayatı ise dunyasından daha guzel olur.
AllĂ‚h ’a boyle inanan kimse, hic kimsenin gormediği bir yerde bile olsa, ahlĂ‚ksızlık yapamaz. Cunku Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın kıyĂ‚met gunu kendisini hesĂ‚ba cekerek amellerinin karşılığını -iyi veya kotu- mutlakĂ‚ vereceğini bilir ve ona gore hareket eder.
AllĂ‚h ’a îmĂ‚n eden kişi, gurur ve kibirden korunur, tevĂ‚zû sahibi olur. Gurur ve kibir, insanlarda bulunan en kotu kalbî hastalıktır. Butun tartışma, kavga ve mucĂ‚delelerin altında hep kibir duygusu yatar. Dolayısıyla, kibirli kimse bir muddet sonra butun dostlarını kaybederek yalnızlığa itilmeye mahkûmdur. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallĂ‚hu anh-:
“En buyuk yalnızlık, kendini beğenmektir.” buyurmuştur.
TevĂ‚zû ise insanı susleyen en guzel hasletlerden biridir. AllĂ‚h ’a îman eden kişi, kendisinde bulunan her şeyin Allah tarafından lûtfedildiğini bilir. Bu sebeple de dĂ‚imĂ‚ tevĂ‚zû ve şukur hĂ‚linde bulunur. Bu da onun insanlarla guzel gecinmesini ve herkes tarafından sevilmesini sağlar.
Bunun yanında îman, başa gelen sıkıntı ve belĂ‚lara karşı buyuk bir tesellî kaynağıdır. Îmansız insan sıkıntılar karşısında kendini harĂ‚b eder, kolay kolay tesellî yolu bulamaz. Mu ’min ise elinden geleni yaptıktan sonra AllĂ‚h ’a tevekkul eder ve teslîm olur. Guzel bir neticeyle karşılaşırsa şukreder, AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını kazanır. İstemediği bir şeyle karşılaşırsa sabreder, yine AllĂ‚h ’ın rızĂ‚sını kazanır. Yani her hĂ‚li onun icin hayırdır. (Bkz. Muslim, Zuhd, 64)
AllĂ‚h ’a îmĂ‚n eden ve bunun gereğini yapan kişi, olumden cok fazla korkmaz. Îmansız kimse ise olum korkusuyla hayatını kendisine zehir eder. Bu dunyada huzur bulamadığı gibi Ă‚hirette de rahat yuzu goremez. Olum sonrasını hesĂ‚ba katmadığından, dunyada eline fırsat gectiğinde her turlu zarar ve ihĂ‚neti yapabilir. Ufacık bir menfaati icin butun dunyayı ateşe vermeyi bile duşunebilir.
AllĂ‚h ’a îman ve ibĂ‚det, sıhhat acısından da faydalıdır. International Journal of Psychiatry in Medicine ’ın Şubat 2002 ’de yayınladığı araştırmaya gore, mu ’minlerin beraberce yaptığı ibadetlere sık sık devam edenlerin, kanser dışı sindirim hastalıklarına yakalanma ihtimalleri yarı yarıya daha azdır. Damar rahatsızlıklarından (kalp krizi ve felc dĂ‚hil) olme oranları yuzde 21, solunum hastalıklarından olme oranları ise yuzde 66 daha azdır.
Bu araştırma şu husûsa dikkat cekiyor: Dînin psikolojik faydaları giderek daha cok anlaşılıyor. Kişinin îmĂ‚nı ve mĂ‚neviyĂ‚tı kuvvetlendikce, rûhu endişe ve stresten uzaklaşıyor. Daha iyi kĂ‚biliyetlere, guclu sahiplenme duygusuna, daha berrak bir idrĂ‚ke ve aydınlık bir hayata kavuşuyor.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Bakara, 18. [2] Bkz. İsmĂ‚il Fennî Ertuğrul, Îman Hakîkatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İstanbul, 1978, s, 21-22. [3] el-Tekvîr, 1.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan