Kaza ve kadere iman nedir?AllĂ‚h ’ın irĂ‚desi, butun oluşlarda mevcuttur. O ’nun irĂ‚de ve kudretinin dĂ‚hil olmadığı hicbir şey gercekleşemez. Bir toz bile yerinden kalkamaz ve kucuk bir sineğin kanadı bile kıpırdayamaz. Dolayısıyla Allah TeĂ‚lĂ‚, sonsuz ilim sahibi olduğundan, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Olacak bir şeyin CenĂ‚b-ı Hak tarafından ezelde yazılması “kader”, onun gercekleşmesi ise “kazĂ‚”dır.
Kaderin, beşerî olculerle lĂ‚yıkıyla anlaşılması mumkun değildir. Bu sebeple de pek cok kereler suistimĂ‚l edilmiştir. Onun icin bu mevzuda derinleşmek, kişiye hicbir şey kazandırmaz. Zira:
“Gaybın anahtarları AllĂ‚h ’ın yanındadır; onları O ’ndan başkası bilmez...”[1] beyĂ‚n-ı ilĂ‚hîsi kader mevzuunda derinliğe musĂ‚ade etmez.
ZĂ‚ten gormeyen bir insana, nasıl renk tĂ‚rif edilemez ise, beşerî idrĂ‚kle de boyle keyfiyetlerin sırrına erilemez. Ancak CenĂ‚b-ı Hakk ’ın ledunnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi olabilir. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de beyĂ‚n buyrulan şu hĂ‚dise, bunun en bĂ‚riz bir misĂ‚lidir:
CenĂ‚b-ı Hak, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ı, ledunnî ilme sahip olan Hızır -aleyhisselĂ‚m- ’a gonderir ki bu ilmi ondan tahsîl etsin.[2] Bu ilim, sebeplerin ve bahĂ‚nelerin otesinden, yani Levh-i Mahfûz ’dan bir pırıltı aksettiren ilimdir. Hazret-i MûsĂ‚ ile Hazret-i Hızır, yolculuğa cıkarlar. Yolculukta MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ’ı hayret ve dehşete duşuren bĂ‚zı hĂ‚diseler yaşanır. Hızır -aleyhisselĂ‚m-, bindikleri bir gemiyi delerek ona zarar verir. Sonra rastladıkları bir erkek cocuğu, ortada hicbir sebep gorunmediği hĂ‚lde oldurur. Daha sonra da vardıkları bir koyun halkından yiyecek isterler, fakat kendilerine hicbir şey veren olmaz. Hızır -aleyhisselĂ‚m- ise o koyde gorduğu yıkılmak uzere olan bir duvarı, hicbir ucret almadan tamir eder.
MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, kader sırrına ve hĂ‚diselerin istikbĂ‚ldeki neticelerine vĂ‚kıf olmadığı icin, bu olup bitenlere bir turlu mĂ‚nĂ‚ veremez ve her defasında Hızır -aleyhisselĂ‚m- ’a îtiraz eder. NihĂ‚yet Hızır -aleyhisselĂ‚m- yolculuğun sonunda hĂ‚diselerin ic yuzunu îzah eder:
ZĂ‚hiren, geminin delinmesi, sahiplerine karşı haksızlık ve zulumdur; hakîkatte ise o fakir gemicilerin gecim vĂ‚sıtası olan bu geminin gasbına mĂ‚nî olmaktır. Zira o geminin peşinde, sağlam gorduğu her gemiyi gasp eden bir kral vardı.
ZĂ‚hiren, cocuğun oldurulmesi, bir cinĂ‚yettir; hakîkatte ise, hem onun hem de sĂ‚lih birer kul olan ebeveyninin Ă‚hiret hayatlarının korunmasıdır. Zira o cocuk yaşasaydı ileride anne-babasını azgınlık ve nankorluğe surukleyecek, hem kendisinin hem de anne-babasının Ă‚hiretini mahvedecekti.
ZĂ‚hiren, kendilerine iyi davranmayan koylulerin duvarının ucretsiz yapılması, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetime Ă‚it emĂ‚netin muhĂ‚fazasıdır. Zira o duvarın altında yetim cocuklara Ă‚it bir hazine vardı. Duvar yıkılsa hazine ortaya cıkacak, haksız ellerin malı olacaktı. CenĂ‚b-ı Hak ise o hazineyi, buyuduklerinde o yetimlerin bulmasını murĂ‚d ediyordu.
Bu hĂ‚llerin sırları, ancak ledunnî (Hak vergisi) bir ilimle ortaya cıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrĂ‚k edilemez. Cunku kaderi butunuyle kavramak, beşer idrĂ‚kinin uzerinde bir keyfiyettir. Bunun icindir ki Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-, kadere îmĂ‚n etmekle iktifĂ‚ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz munĂ‚kaşalardan menetmiştir. Kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
“–Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun icin mi gonderildim? Sizden oncekiler bu meselede munĂ‚zara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helĂ‚k oldular. Sakın, sakın bu meseleyi munĂ‚kaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)
Dolayısıyla kader mevzuunda derinleşmekten ziyĂ‚de onun hikmetini doğru bir şekilde kavramak, bu hususta en muhim ve kĂ‚fî bir olcudur. İşin ozu şudur:
KADERE İMAN Allah TeĂ‚lĂ‚, insan icin takdir buyurduğu fiilleri iki kısımda tecellî ettirmiştir:
1. Ef ’Ă‚l-i IztırĂ‚riyye (Zarûrî Fiiller)
Bunlar kendi arzu ve isteğimizin dışında gercekleşir ki, tamamen kader ve kazĂ‚nın tecellîsinden ibarettir. Bunun aksine hareket etmek aslĂ‚ mumkun değildir. Doğmak, olmek, dirilmek, uyumak, acıkmak, bedenî yapımız, omur suremiz ve benzeri durumlar hep kaderin bu kısmına dĂ‚hildir. Bunlara kader-i mutlak da denir ki, insanoğlu zarûreten tĂ‚bî olduğu bu fiillerden mes ’ûl değildir.
Kaderin bu kısmına dĂ‚hil olan hususlarda kazĂ‚ vakti gelince insanların goren gozu gormez, işiten kulağı duymaz olur, kulun tedbiri hukumsuz kalır. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ buyurur:
“KazĂ‚ gelip catınca, balıklar kendilerini denizden dışarı atarlar. Havada ucan kuşlar, yerde kendileri icin hazırlanan tuzaklara koşmaya başlarlar. Boyle bir kader ve kazĂ‚dan ancak yine kader ve kazĂ‚ya kacanlar kurtulabilir.”
Zira Allah TeÂl buyurur:
“...AllĂ‚h ’ın emri mutlakĂ‚ yerine gelecek olan yazılmış bir kaderdir.” (el-AhzĂ‚b, 38)
Ancak kazĂ‚ ve kader deyince sadece meydana gelen Ă‚fet vesĂ‚ire anlaşılmamalıdır. Kader, bir mĂ‚nĂ‚da kĂ‚inĂ‚ttaki dengeyi ve o dengenin ilĂ‚hî olcusunu ifĂ‚de eder. Allah TeĂ‚lĂ‚ buyurur:
“Biz, her şeyi bir kadere/olcuye gore yarattık.” (el-Kamer, 49)
Onun icin kaderin hukmunu tenkit, bir cehĂ‚lettir, tĂ‚biri cĂ‚izse bir hamĂ‚kattir. Zira onun hukmu, dĂ‚imĂ‚ yerli yerincedir. MeselĂ‚ icinde yaşadığımız Ă‚lemde bir an ve bir milimetre dahî şaşmayan bir denge ile devamlı donen ve dunyamızı aydınlatan Guneş hakkında kimsenin endişesi yoktur. Herkes inanır ki Guneş, bir an dahî şaşmayan belirli bir nizam icinde her gun doğar ve batar. Bunun gibi -musbet veya menfî- meydana gelen her hĂ‚disenin de hikmeti bilindiği takdirde bilĂ‚-istisnĂ‚ soylenecek yegĂ‚ne soz dĂ‚imĂ‚; “En doğrusu bu!” ifadesinden ibĂ‚rettir.
En aşırı kĂ‚firler bile kendi bunyelerinde takdîr olunan ilĂ‚hî tenĂ‚sup, nizam ve cihazların işleyişine hayran olurlar. İlĂ‚hî takdîr programından CenĂ‚b-ı Hakk ’ın musĂ‚adesi nisbetinde cozulebilen her sır, tenkit şoyle dursun, kĂ‚fir bile olsa akl-ı selîm sahibi her insanı, Ă‚deta ebedî bir hayret ve şaşkınlık vĂ‚disinde dolaştırmaktadır. Bu hususta ileri geri konuşanlar, sadece takdîrin sırrından habersiz olan, akıl ve idrĂ‚k mahrumlarıdır. Bunlar, hayır-şer, doğru-yanlış, hak-bĂ‚tıl bilmeyen cehĂ‚let kurbanlarıdır.
Diğer taraftan mĂ‚lûmdur ki kader ve kazĂ‚, bir mechûldur. Bu da, hakîkatte fĂ‚nî bir varlık olan insan icin ilĂ‚hî bir lûtuftur. Zira bir kimse başına gelecek menfî-musbet her şeyi bilse, onun icin hayat yaşanmaz hĂ‚le gelir. Yemeden icmeden, calışmadan el ceker. Ancak CenĂ‚b-ı Hak, kader ve kazĂ‚yı gizlediği icindir ki, insanoğlu olumle burun burunayken bile hayat umidi taşır ve hayatî faĂ‚liyetlerden kopmaz. Bu da, dunya hayatında yaşamayı mumkun kılan muazzam ve mukemmel bir ilĂ‚hî nizamdır.
HĂ‚sılı kalbin safĂ‚sı, kadere rızĂ‚da gizlenmiştir. Bunun aksi hicbir hareket, fayda getirmez. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ ne guzel buyurur:
“Sen, AllĂ‚h ’ın verdiklerine rĂ‚zı olmadıkca, rahat etmek ve kurtulmak umidi ile nereye kacarsan kac, orada karşına bir Ă‚fet cıkar; gelecek olan belĂ‚ gelir ve yine sana isĂ‚bet eder.
Bilesin ki, bu fĂ‚nî cihĂ‚nın hicbir koşesi tuzaksız değildir. Hakk ’ı gonulde bularak ve O ’na sığınarak, O ’nun mĂ‚nevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fĂ‚nî Ă‚lemde en emin yerlerde yaşayanlar da en guclu zannedilenler de nihĂ‚yet olumun tuzağına duşmuyorlar mı?
Sen fĂ‚nî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk ’a sığınmaya bak! O dilerse senin icin zehri şifĂ‚ yapar, dilerse suyu zehir hĂ‚line getirir!”
2. Ef ’Ă‚l-i İhtiyĂ‚riyye (Tercihe Bağlı Fiiller)
CenĂ‚b-ı Hak, kullarına cuz ’î ve izĂ‚fî bir irĂ‚de lûtfetmiştir. Kul, bu irĂ‚denin kullanılması ile vucûda gelen fiillerden mes ’ûldur. Yaptığı şey hayırsa mukĂ‚fĂ‚ta nĂ‚il olur, şerse cezĂ‚sını ceker. Allah TeĂ‚lĂ‚, kulun kendi irĂ‚desini kullanarak yapmak istediği fiili yaratır. Boyle fiillerde CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yaratma sıfatının yanında bir de yapma (kesb) sıfatı vardır. Bu, kula Ă‚ittir. Ancak CenĂ‚b-ı Hak, kulun her istediği şeyi yaratmaz.
Diğer taraftan Allah katında zaman mevcut olmadığından CenĂ‚b-ı Hak icin olacak bir şeyin bilinmesi ile olmuş bir şeyin bilinmesi arasında fark yoktur. Biz, zamanlı bir Ă‚lemde fikir yuruttuğumuzden, AllĂ‚h ’ın olacak şeyleri bilmesini, O ’nun tarafından takdîr ve Ă‚deta icbĂ‚r gibi telĂ‚kkî etmeye meyilliyizdir. Bu, icinde yaşadığımız zamanlı-mekĂ‚nlı Ă‚lem sebebiyle hicbir şeyi zamansız duşunemeyişimizden doğan bir zaaf ve acziyettir. HĂ‚lbuki zaman perdesi kalktığında her şey aynı anda muşĂ‚hede edilir. Nitekim Allah Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Mîrac gecesindeki muşĂ‚hedelerini aktarırken bir yandan ezel Ă‚lemine vĂ‚kıf olarak:
“(O gece) semĂ‚ya yukseltildim. Oyle bir makĂ‚ma cıktım ki, orada (kĂ‚inatın mukadderĂ‚tını yazan) kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.”[3] buyurmuş, diğer yandan da ebed Ă‚lemini seyrederek Cennet ’e ve Cehennem ’e en cok hangi tur insanların girdiğinden bahsetmiştir. (BuhĂ‚rî, RikĂ‚k 51, Muslim, Zuhd 93)
Zaman kaydından cıkarılarak Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e Mîrac gecesi ikrĂ‚m edilen bu hakîkat, CenĂ‚b-ı Hak icin her zaman vĂ‚riddir. Zira O, zaman kaydından munezzehtir.
Dolayısıyla zaman husûsundaki zaaf ve acziyet perdemizi araladığımızda goruruz ki, Allah TeĂ‚lĂ‚ kullarına mes ’ûliyetleri nisbetinde irĂ‚de ve kudret; irĂ‚de ve kudretleri nisbetinde mes ’ûliyet vermiştir. Bu boyle olmasaydı RahmĂ‚n ve Rahîm olan Allah, kullarına herhangi bir mes ’ûliyet yuklemez ve onları emir ve nehiylerini yapıp yapmama husûsunda hesĂ‚ba cekmezdi. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Allah her şahsı, ancak gucunun yettiği olcude mukellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine lehine, yapacağı (şer) de aleyhinedir…”
Bunun akabinde CenĂ‚b-ı Hak şu duĂ‚yı oğretir:
“…Rabb ’imiz! Unutursak veya hatĂ‚ya duşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabb ’imiz! Bizden oncekilere yuklediğin gibi bize de ağır bir yuk yukleme! Ey Rabb ’imiz! Bize gucumuzun yetmediği işler de yukleme! Bizi affet! Bizi mağfiret eyle! Bize merhamet eyle! Sen bizim MevlĂ‚ ’mızsın. KĂ‚firler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (el-Bakara, 286)
CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, kullar icin mes ’ûliyet ve hesĂ‚bı takdir buyurması, bunu îcĂ‚b ettirecek bir seviyede onlara irĂ‚de, ihtiyĂ‚r (tercihte bulunabilme) ve kudret de lûtfettiğini gosterir. Bu hakîkati goremeyenlere MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri tefekkur Ă‚leminden şoyle seslenir:
“Eğri gidersen kalem eğri yazar, doğru gidersen saĂ‚det doğurur.
Bir hırsız polis tarafından yakalanınca ona dedi ki: «Efendim, yaptığım iş AllĂ‚h ’ın hukum ve takdîridir.» Bunun uzerine polis şu cevabı verdi: «A efendi, benim yaptığım da AllĂ‚h ’ın hukum ve takdîridir. Hem kabahati işle hem de kadere havĂ‚le eyle; bu akıllının işi değildir.»
Sozun hulĂ‚sası şudur ki: Şeytan, insana şerri; rûh da hayrı gosterir. İhtiyĂ‚r (tercih etme) istîdĂ‚dı olmasa, ne diye uğraşırlardı ki!...
Ey cebrî! «Kul irĂ‚desinde hur değil!» derken gûyĂ‚ Hak ’tan aczi gidermek gĂ‚yesindesin, fakat gormuyorsun ki O ’nun kulu mes ’ûl tutmasındaki sırrı inkĂ‚r ederek -hĂ‚şĂ‚- AllĂ‚h ’a, bilgisiz ve ne yaptığını bilmeyen beşere Ă‚it bir sıfat izĂ‚fe etmektesin! O HallĂ‚k-ı Ă‚lem, vermediği bir husûsiyetin tezĂ‚hurunu isteyip kullarına zulum eyler mi? Sen aklını başına devşir de CenĂ‚b-ı Hakk ’ın nicin kullarına; «Şunu yap veya yapma!» diye emir verdiğinin hikmetini kavra! O ’nun bu emir ve nehyi bile, verdiği irĂ‚denin bir nişĂ‚nesidir.
Hem don de kendi Ă‚lemine bir bak; Allah ’tan başkasında irĂ‚de yoksa neden malını calan hırsıza ofkeleniyorsun. Neden birilerini duşman biliyor ve onlara gece-gunduz diş biliyorsun? Nasıl oluyor da irĂ‚desi olmayanların sırtına gunah ve suc muhrunu vuruyorsun? Demek ki irĂ‚de var! Yoksa hapishanelere ne luzum vardı!”
Burada ifĂ‚de edilmesi gereken bir husus daha vardır:
Kula lûtfedilen irĂ‚de ve ihtiyĂ‚ra, ehemmiyetinden fazla değer vermek ve aklı her şeyin uzerine cıkarmak da doğru değildir. Nitekim ilimden ziyĂ‚de irfan arttıkca, beşerî irĂ‚de ve ihtiyĂ‚rın kullî irĂ‚de karşısında ne kadar kucuk olduğu kolaylıkla kavranır. NihĂ‚yet kucuk bir kırıntı hukmunde bir nasîb olan irĂ‚de-i cuz ’iyye, “fenĂ‚ fillĂ‚h”a eren kullarda yok denilecek kadar azalır. Hele AllĂ‚h ’ın, kullarının “goren gozu, tutan eli” olması[4] tarzında gercekleşen fenĂ‚ fillĂ‚h yolunda ilerleyenler icin cuz ’î irĂ‚de, Ă‚deta Guneş ışığı altında cılız bir mum ışığının yok olması gibidir.
HAYIR VE ŞER ALLAH ’TANDIR Şerrin de Allah ’tan olması meselesine gelince, hicbir şer O ’nun murĂ‚dı ile değildir. Ancak CenĂ‚b-ı Hak, -rĂ‚zı olmasa da- imtihan îcĂ‚bı olarak, şerrin de vukû bulmasına izin vermiştir. İrĂ‚de ve istek kuldan, yaratmak Allah ’tandır. Ustelik şerrin zuhûruna CenĂ‚b-ı Hakk ’ın “izin vermek” gibi -tĂ‚biri cĂ‚izse- bir vize koyması, O ’nun kullarına olan engin merhametinin ayrı bir tezĂ‚hurudur. Zira bu vize, her şerre izin vermemekte ve farkında olsak da olmasak da bizi maddî-mĂ‚nevî nice felĂ‚ket ucurumlarından muhĂ‚faza etmektedir. Yoksa insanoğlu, nefis ve şeytanın iğvĂ‚sıyla işlediği curum ve gafletlere kim bilir daha nicelerini ekleyecektir. Cunku o, bilerek ve bilmeyerek, hayra olduğu kadar şerre de tĂ‚lip olur. Bu gerceği Hak TeĂ‚lĂ‚ şoyle beyan buyurur:
“İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” (el-İsrĂ‚, 11)
“Eğer Allah insanlara, hayrı carcabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu...” (Yûnus, 11)
İnsanoğlu ne denli kendini murĂ‚kabe ederse bu Ă‚yet-i kerîmelerin hakîkatine o derecede vĂ‚kıf olur. MeselĂ‚ bir yalancı, muhĂ‚tabını inandırmak icin «İki gozum kor olsun ki, doğru soyluyorum.» derken umûmiyetle gozleri kor olmamakta ve kendisine verilen imtihan muhleti yine normal şartlarında devam etmektedir. Yine pek cok kimse; «Şoyle yaparsam ellerim kırılsın; şunu yapmazsam Allah belĂ‚mı versin; bunu işlediğim takdirde olumumu gor!” gibi, o an icin samimî bir niyetle, gĂ‚yet ciddî sozler sarf ederler. Ancak an gelir bu dediklerine muhĂ‚lif durumda kalırlar. Boyle olmasına rağmen ne elleri kırılır, ne belĂ‚ya uğrarlar, ne de olurler. İnsan hayatında buna benzer nice misĂ‚ller vardır. İşte CenĂ‚b-ı Hak, boyle durumlarda merhametinden dolayı bu şer taleplerini yerine getirmemektedir.
Ama bĂ‚zen de kişinin bu tur yanlış istekleri yerine gelivermektedir. Bu durumda o kişi, dilinin ve akılsızlığının cezĂ‚sını cekmektedir. Dolayısıyla bu tur yanlış ifĂ‚deleri kullanmamaya dikkat etmeliyiz. Ağzımızdan cıkacak her kelimeyi dikkatle secmeliyiz.
Diğer taraftan CenĂ‚b-ı Hak, yapılan hayırlardan rĂ‚zı olurken, şerre rızĂ‚sı yoktur. Sadece imtihan îcĂ‚bı izin verir ve yaratır.
CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
“Şuphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez...” (en-NisĂ‚, 40)
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yuzundendir. (Bununla beraber) Allah bircoğunu da affeder.” (eş-ŞûrĂ‚, 30)
Dolayısıyla Ă‚rif gonuller, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bu rahmet ve merhametini idrĂ‚k ederek kaderin musbet-menfî her tecellîsi karşısında:
“Hoştur bana Sen ’den gelen,
Ya gonca gul yahut diken,
Ya hil ’at u yahut kefen,
Kahrın da hoş lûtfun da hoş!” derler.
ZĂ‚ten Hak TeĂ‚lĂ‚ da kullarına bu rızĂ‚ hĂ‚lini emretmektedir:
(Ey Rasûlum!) De ki: AllĂ‚h ’ın bizim icin yazdığından başkası bize aslĂ‚ erişmez. O bizim MevlĂ‚ ’mızdır. O hĂ‚lde mu ’minler yalnız AllĂ‚h ’a tevekkul etsinler.” (et-Tevbe, 51)
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O ’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O ’nun keremini geri cevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yûnus, 107)
Ancak bu durum hicbir zaman gereken tedbirleri almaya mĂ‚nî değildir. Kader mechul olduğu icin insan, her şeyin en iyisine ulaşabilmek icin elinden geleni yapmalıdır.
KISACA KADERE İMAN Bu temel esasları derinleştirdiğimizde, karşımıza îzĂ‚ha muhtac pek cok mesele cıkar ki, bunlar ilm-i kelĂ‚m munĂ‚kaşalarına sermĂ‚ye olmaktan ileriye gitmez. İşin ozu kısaca şudur:
Kul, bir irĂ‚de sahibidir. Bu irĂ‚de veya kudret, ona CenĂ‚b-ı Hak tarafından bahşedilmiştir. Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın her oluşta irĂ‚desi bulunmakla birlikte, rızĂ‚sı sadece hayırdadır. Bir hocanın gĂ‚yesi, talebesinin bilgi ile mucehhez olup sınıf gecmesidir. Talebe calışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazifesi de, hastasını şifĂ‚ya kavuşturmaktır. Hasta, verilen receteyi tatbik etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes ’ûldur. Doktora herhangi bir curum isnĂ‚d edilemez.
Bu itibarla, irĂ‚demiz dĂ‚hilinde olduğu icin mes ’ûl bulunduğumuz hususlarda kaderi bahane ederek kendimizi mĂ‚zur sayamayız.
İbĂ‚detsiz veya kotu yola duşen bir kimsenin; “Ne yapayım, kaderim boyle imiş!” demesi, ancak gaflet muktezĂ‚sıdır. Namaz kılmak ve diğer ibadetlerini yapmak isteyen kişiye CenĂ‚b-ı Hak sebeplerini ihsĂ‚n eder.
İşlediğimiz gunahlar husûsunda kendimizi mĂ‚zur gormemiz ise, “kadere buhtĂ‚n” etmek demektir ki, ancak akılsızlık ve edepsizlik tezĂ‚hurudur.
Dipnotlar:
[1] el-En ’Ă‚m, 59.
[2] Bkz. el-Kehf, 60-82; BuhĂ‚rî, Tefsîr, 18/2-4.
[3] BuhĂ‚rî, SalĂ‚t, 1.
[4] Bkz. BuhĂ‚rî, RikĂ‚k, 38.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
KADER NEDİR? - VİDEO