
Ahirete hazırlık nasıl yapılır? “Her canlı olumu tadacaktır” ayetini nasıl anlamalıyız? Olum nasıl guzelleşir? Muslumanın kendisine sorması gereken sorular nelerdir? İşte Ahiret yolculuğunun durakları...CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yarattığı butun canlılar icin tĂ‚yin ettiği ilĂ‚hî bir kĂ‚nundur ki; her doğan, kendisine takdir edilen omur kadar yaşar ve bu zaman dilimi nihĂ‚yete erince muhakkak olur. Hicbir canlı, bu ilĂ‚hî kĂ‚nunun dışına cıkamaz. Hayat, bir fĂ‚nîlik akışı icinde deverĂ‚n edip gider.
Nitekim bu hakîkat, Ă‚yet-i kerîmede şoyle ifĂ‚de buyrulmaktadır:
“Yeryuzunde bulunan her şey fĂ‚nîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zĂ‚tı bĂ‚kī kalacaktır.” (er-RahmĂ‚n, 26-27)
Bu cihan; ilĂ‚hî bir imtihan Ă‚lemi mĂ‚hiyetinde yaratılmıştır. Onda meydana gelen her hĂ‚disede sayısız hikmet tecellîleri; her nîmet veya musîbette de nice ibret tezĂ‚hurleri mevcuttur. İşte bu cihĂ‚nın vazifesi, uzerinde yaşayan son insanın vefĂ‚tıyla son bulacak ve daha sonra bu dunya infilĂ‚k edecektir. Akabinde de CenĂ‚b-ı Hakk ’ın dilemesiyle yeni baştan bir duzen, kıyĂ‚met ile bambaşka bir hayat tarzı başlayacaktır.
İnce gĂ‚yeler ve sonsuz hikmetlerin tezĂ‚hur aynası olan bu kĂ‚inĂ‚t, insana, kulluk şuur ve idrĂ‚kini kazandırmak icin tezyîn edilmiş ilĂ‚hî bir dershĂ‚ne hukmundedir. Yani insan, kulluk tahsili yapmak ve CenĂ‚b-ı Hakk ’a sadĂ‚katini tescil ettirmek icin dunyaya gonderilmiştir.
İnsanın yeryuzundeki mevcûdiyeti, aslĂ‚ hikmetsiz bir mĂ‚cerĂ‚nın tesĂ‚dufu değildir. Bu şuur ve idrĂ‚ki kazanabilmesi icin de insana akıl, iz ’Ă‚n ve idrĂ‚k verilmiş, CenĂ‚b-ı Hak gonderdiği peygamberlerle, indirdiği suhuf ve kitaplarla ona dĂ‚imĂ‚ istikĂ‚met yolunu gostermiştir. Zerreden kurreye, mikrodan makroya butun varlıklar, bir hikmet ve gĂ‚ye uzerine yaratılmıştır.
Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Biz gokleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-DuhĂ‚n, 38)
“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?!” (el-KıyĂ‚me, 36)
“Biz ’im sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mu ’minûn, 115)
HER CANLI OLUMU TADACAKTIR “Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t, 56) buyuran Yuce Rabbimiz, bizlerden yalnızca ibadet ve kulluk istiyor. Bunun neticesinde de mĂ‚nen merhaleler katederek mĂ‚rifetullĂ‚h ’a nĂ‚il olmamızı, yani Rabbimiz ’i kalben tanıyabilmemizi arzu ediyor.
Dolayısıyla, bir kimsenin şu fĂ‚nî dunya misĂ‚firhĂ‚nesine geliş gĂ‚yesini, cihandaki mes ’ûliyetini, hayata doğup bir muddet sonra olumun girdaplarına atılmanın hikmetini bilmeden, gĂ‚fil bir yolcu edĂ‚sıyla hareket etmesi; ne hazin bir aldanıştır! Âhirette hesĂ‚bını vereceğini duşunmeden, dunyayı cirkin amellerin bir rezĂ‚let meydanına cevirmek; ne acı bir husrandır! Bu husrandan kurtulabilmek, ancak sayılı nefesleri ebediyet yolculuğunun saĂ‚det hamleleri olarak değerlendirebilmekle mumkundur.
Şuphesiz ki her hayat seyyĂ‚hının muhakkak başına gelecek olan “olum”, butun idrĂ‚k sahiplerinin cozmeye mecbur bulunduğu bir muammĂ‚dır. Nitekim EnbiyĂ‚ Sûresi ’nin 35. Ă‚yetinde CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurmaktadır:
“Her canlı olumu tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak Bizʼe donduruleceksiniz.”
Mulk Sûresi ’nin 2. Ă‚yetinde de:
“O ki, hanginizin daha guzel davranacağını denemek icin olum ve hayatı yaratmıştır...” buyrulmaktadır.
Yani olum, her fĂ‚nî icin kacınılmaz bir istikbal gerceğidir. Unutmayalım ki; ne dunyada olumden kacacak bir mekĂ‚n, ne kabirde geri donmeye imkĂ‚n, ne de kıyĂ‚metin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm, olum hakîkatinden kacmak isteyenlere şoyle seslenir:
“De ki: Sizin kendisinden kactığınız olum, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da goruleni ve gorulmeyeni bilen AllĂ‚h ’a donduruleceksiniz de O size butun yaptıklarınızı haber verecektir.” (el-Cum ’a, 8)
“(Ey Resûlum!) De ki: Nerede olursanız olun, olum size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..” (en-NisĂ‚, 78)
OLUMU GUZELLEŞTİRMEYE CALIŞMAK MĂ‚dem ki olumden kacış yok, oyleyse yapılması gereken; olumu guzelleştirmeye calışmak.
Peki, olum nasıl guzelleşir? Olum, kimler icin Ă‚deta gurbetten sılaya donuş huzuru ve sevdiğine vuslat sevinci olur?
Nasıl ki, guzel ve hayırlı bir netice icin guzel bir gidişat zarurî ise, mesut bir Ă‚hiret hayatı icin de îman ve sĂ‚lih amellerle muzeyyen, istikĂ‚met uzere bir dunya hayatı elzemdir. Ebedî saĂ‚dete acılan bir olum, ancak îman ve Kur ’Ă‚n nurları altında gecen nezih bir hayatın mukĂ‚fĂ‚tıdır.
Dolayısıyla bir Muslumanın, İslĂ‚m ’ı hayatının hicbir safhasında unutmaması gerekir. Yirmi dort saatini, kendisine en zirve rehber olarak takdim edilen Peygamberler SultĂ‚nı Efendimiz gibi değerlendirme gayreti icinde bulunması îcĂ‚b eder. Bu hususta da kendi hĂ‚lini ciddiyetle ve sık sık mîzĂ‚n etmesi gerekir.
Zira Hazret-i Omer şoyle buyurmuştur:
“HesĂ‚ba cekilmeden evvel kendinizi hesĂ‚ba cekiniz. En buyuk arz (yani Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın huzûruna cıkarılıp O ’na arz edileceğiniz gun) icin (sĂ‚lih amellerle) susleniniz! Şuphesiz dunyadayken nefsini hesĂ‚ba ceken kimse icin kıyĂ‚met gunundeki hesap hafif olacaktır.” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25/2459)
MUSLUMANIN HER GECE KENDİSİNE SORMASI GEREKEN 40 SORU MeselĂ‚ bir Musluman her gece; yaşadığı gunun muhĂ‚sebesini yapmalı ve kendine şu sualleri sormalıdır:
Bu sabah hayat defterini nasıl actın? Sana yeni bir gun bahşeden Rabbine şukrettin mi?- CenĂ‚b-ı Hakk ’ın seni istiğfĂ‚ra dĂ‚vet ettiği seher vaktinde, O ’nunla buluşmaya koşabildin mi? O vakitte tuğyĂ‚n eden ilĂ‚hî rahmet ve mağfiretten ne kadar nasiplenebildin? Yoksa o husûsî fırsat demlerini, uykuyla zĂ‚yî mi ettin? Seher vaktinin feyzini butun gunune taşıyabildin mi? Bugun, hayatın ne kadar zikrullah ikliminde gecti? Ne kadar Rabbini hatırlayabilmenin rûhĂ‚niyeti icinde oldun? Bugun, nefsĂ‚nî lezzetleri yok eden olumu tefekkur ettin mi? Bugun hayatın gereksiz telĂ‚şlarından sıyrılıp ne kadar Rabbine yoneldin? Karşılaştığın ilĂ‚hî kudret ve azamet nakışları, gonlunde ne kadar bir tefekkur derinliği meydana getirdi? Minarelerden yukselen ilĂ‚hî dĂ‚vete kulak verip kac vaktini cemaatle kılabildin? Namazlarını Hakk ’ın rĂ‚zı olduğu kıvamda; yani huşû icinde, kalp ve beden Ă‚hengiyle edĂ‚ edebildin mi? Bugun kazancının, yediğinin, ictiğinin ve giydiğinin; helĂ‚l mi, şupheli mi, haram mı olduğuna dikkat ettin mi? Haramlardan sakınma duygusu her davranışında seninle beraber oldu mu? Bugun kul haklarına dikkat ettin mi? “Uzerime hicbir kul hakkı gecmedi, kimseyi incitmedim.” diyebilir misin? Bugun mahlûkĂ‚ta, HĂ‚lık ’ının şefkat, merhamet ve muhabbet nazarıyla bakabildin mi? Kapındaki kedinin ve kopeğin hakkına dikkat ettin mi? Kedisini ac bırakarak olumune sebep olan bir kişinin ilĂ‚hî azĂ‚ba, susuz bir kopeğe su veren bir kişinin de ilĂ‚hî affa nĂ‚il olduğunu duşunerek, mahlûkĂ‚ta merhametle muĂ‚melede bulundun mu? Bugun, annenin, babanın, akrabalarının hĂ‚lini hatırını sorup gonullerini alabildin mi? Eğer onlar Ă‚hirete intikal etmiş iseler, ruhları icin bir FĂ‚tiha okuyup hediye edebildin mi? Bugun aile yuvanı gonul gozuyle seyredip, oranın bir cennet bahcesi olduğu idrĂ‚kiyle; sokakların, carşı-pazarın, modaların, reklĂ‚mların, televizyonun, internetin menfî tesirlerinden kendini ve coluk-cocuğunu koruyabildin mi? Bu hususta; “Ey îmĂ‚n edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) emr-i ilĂ‚hîsini hayatına ne kadar tatbik edebildin? Şayet evinin hanımı isen, beyini guler yuz ve muhabbetle uğurlayıp helĂ‚l rızık getirmesi icin duĂ‚ ettin mi? Akşam yine onu tebessum ve tatlı dille karşılayıp yorgunluğunu gidermeye, nezih ve ornek bir aile olmaya calıştın mı? Şayet evinin beyi isen, hanımına ve evlĂ‚tlarına karşı ne kadar muşfik ve merhametli davrandın? Senin onlara bırakabileceğin en buyuk mîrĂ‚sın, Ă‚hiret mîrĂ‚sı olduğunu duşunup onların dînî, ahlĂ‚kî ve mĂ‚nevî terakkîleri icin ne kadar gayret gosterebildin? AllĂ‚h ’ın sana emĂ‚net olarak ihsĂ‚n ettiği evlĂ‚tlarına, bugun terbiye ve Ă‚dĂ‚b olarak ne oğrettin? Allah ve Rasûlu ’nun aşkını, enbiyĂ‚ ve evliyĂ‚nın sevgisini onların gonullerine aşılayabildin mi? Yarın seni temsil edecek, senin devam eden parcan olacak evlĂ‚tlarına İslĂ‚m şahsiyeti kazandırabilmek icin bugun neler yaptın? KıyĂ‚met gunu, senin icin yuz akı ve goz aydınlığı olmaları gayesiyle bugun yavrularının gonul bahcelerine hangi fazîlet tohumlarını ektin? EvlĂ‚tlarına dînin, îmĂ‚nın, vatanın, butun mukaddesĂ‚tın bir emĂ‚net olduğu şuurunu verebildin mi? Bu cennet vatanı bizlere hediye eden ecdĂ‚dını ve Allah yolunda canlarını seve seve fedĂ‚ eden aziz şehidleri, onların îman heyecanlarını evlĂ‚tlarına hatırlatabildin mi? AllĂ‚h ’ın en buyuk nîmeti olan Kur ’Ă‚n ’ın, semĂ‚larımızda yankılanan ezanların ve hur bir şekilde dalgalanan bayrağımızın, en buyuk şeref ve haysiyetimiz olduğunu idrĂ‚k ettirebildin mi? EvlĂ‚dının dunyevî tahsili icin yıllarca emek, zaman ve masraf sarf ediyorsun; ya onun Ă‚hiret tahsili icin ne yaptın? EvlĂ‚dının ebedî istikbĂ‚lini ilgilendiren bu tahsil icin, sadece yaz mevsiminde bir-iki ay cĂ‚miye gondermeyi yeterli mi gordun? Bugun hidĂ‚yete muhtac insanlara; yumuşak bir dil, hayranlık uyandıran bir hĂ‚l ve rahmet tevzî eden bir kalp ile yaklaşabildin mi? Onlara emr-i bi ’l-mĂ‚rûf ve nehy-i ani ’l-munker ’de bulunup hidĂ‚yetleri icin duĂ‚ ettin mi? Onlara hĂ‚linle de ornek bir “musluman şahsiyeti” sergileyebildin mi? Bugun selde suruklenen kutukler misĂ‚li nesiller kaybolurken; başta aile efrĂ‚dın olmak uzere, mes ’ul olduğun insanları devrin fitne ve şerlerinden muhafaza icin hangi tedbirleri aldın? Bir cocuğun yahut bir gencin elinden tutup cĂ‚miye goturebildin mi? Birkac genci etrafına toplayıp, maddî-mĂ‚nevî ikramlarda bulunarak hak ve hakîkati sevdirmeye calıştın mı? Allah icin sevdiğin bir kişiye hediye olarak ne verdin? Bugun AllĂ‚h ’ın sana ihsĂ‚n ettiği nîmetleri kimlerle ve ne kadar paylaşabildin? Bugun infĂ‚k ehli olabildin mi? Bugun bir mu ’mini sevindirmenin kalbî hazzını tadabildin mi? Bugun bir yetim başı okşadın mı? Bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir cenĂ‚ze teşyîinde bulundun mu?[1] Bugun komşularınla ve civarındaki muhtaclarla alĂ‚kadar oldun mu? Ac yatan komşunun, soğukta titreyen gariplerin ıztırĂ‚bı yureğini sızlattı mı? Bugun memleketimize sığınan Suriye muhĂ‚cirleriyle imkĂ‚nlarını paylaşabildin mi? O MuhĂ‚cirlere EnsĂ‚r olma yolunda mesafe katedebildin mi? Bugun dunyanın diğer ucunda da olsa ummet-i Muhammed ’in derdiyle dertlendin mi? Mazlumların cektiği cilelerden dolayı yureğinde bir ıztırap hissettin mi? Bugun acların doyması, hastaların şifĂ‚ bulması, borcları altında ezilenlerin feraha cıkması icin herhangi bir gayret gosterdin mi? Bu maksatla kalbî, kavlî ve en muhimi de fiilî duĂ‚lar ettin mi? Bugun, tanıdığın tanımadığın herkese Allah icin selĂ‚m verebildin mi? Tebessumu sadaka bilip insanları mutebessim bir cehre ile karşılayabildin mi? Bugun sana sert ve kaba davranan, kotuluk yapan bir kişiye Allah icin iyilikle mukĂ‚belede bulunup onu affedebildin mi? Bugun hic dost kazanabildin mi? Kac dostunla dostluğunu tazeledin? Bugun bir Allah dostuyla veya sĂ‚lih insanlarla beraber olmaya gayret ettin mi? Sana -nefsinin hoşuna gitmese bile- Hak rızĂ‚sı icin dĂ‚imĂ‚ doğruları soyleyecek sĂ‚lih ve sĂ‚dık bir dost edindin mi? FĂ‚sık ve fĂ‚cirlerle beraberlikten kalbini koruma endişesi taşıdın mı? Bugun yoldan, insanlara ezĂ‚ verecek bir şeyi kaldırdın mı? Bugun faydalı ilmini artıran, irfĂ‚nını geliştiren herhangi bir hizmet veya faaliyet icinde bulundun mu? Bir gonul eczahĂ‚nesi olan sohbetlerden, kalbine ve rûhuna şifĂ‚ olacak, feyzini artıracak mĂ‚nevî ilĂ‚cları alabildin mi? KıyĂ‚mete kadar devam edecek en buyuk mûcize olan Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’den bugun kac sayfa okudun? Orada sana verilen mesajları tefekkur ederek mûcibince amel ettin mi? En hayırlılardan olmak icin; Kur ’Ă‚n ’ı oğretenlerden, Kur ’Ă‚n hizmetine koşanlardan, yardım edenlerden oldun mu? Bugun, hayatına sızmaya calışan kotu alışkanlıklara karşı koyma irĂ‚desini gosterebildin mi? Bugun dilini, boş ve lĂ‚ubĂ‚lî konuşmalardan, yalan ve dedikodudan, gıybet ve munĂ‚kaşadan ve bir gonle diken batırmaktan muhafaza edebildin mi? Bugun hayat defterini nasıl kapattın? Amel defterinin bugune ait sayfalarına neler yazıldı? İlĂ‚hî hesap gununde bugunku sayfanın hesĂ‚bını verebilecek misin? VelhĂ‚sıl bugun; dĂ‚imî bir hayat kaseti doldurmakta olduğunu, her hĂ‚l ve hareketinin ilĂ‚hî kameralarla kayda alındığını hic duşundun mu? Gecirdiğin son yirmi dort saatin muhĂ‚sebesini yapıp nefsinle hesaplaştın mı?.. İşte bu nevî muhĂ‚sebelerle gayrete gelip olume lĂ‚yıkıyla hazırlanabilen mu ’minler, olumden korku duymak yerine onu ebedî bir vuslat vesîlesi olarak telĂ‚kkî ederler. Boyle olunca da, her iki Ă‚lem arasında gecit vazifesi goren olum guzelleşmeye başlar.
Demek ki olumun soğuk urpertilerinden kurtulmanın yegĂ‚ne cĂ‚resi; “Olmeden evvel olunuz!” ifĂ‚desinin tefekkurunde derinleşerek sĂ‚lihĂ‚ne bir omur yaşamaya gayret etmektir. Zira;
HERKESİN OLUMU KENDİ RENGİNDE OLACAKTIR Her hayat sahibinin mutlakĂ‚ başından gececek olan olum, insanın şahsına munhasır yaşayacağı husûsî bir kıyĂ‚met gibidir. Nasıl ki AllĂ‚h ’a îman edip istikĂ‚met uzere bir kulluk hayatı yaşayanlara kıyĂ‚met gunu korku ve huzun olmayacaksa, kişinin husûsî kıyĂ‚meti demek olan olum Ă‚nında da aynı durum yaşanacaktır. Bu itibarla olum, kişinin mĂ‚nevî derecesine gore tecellî edecektir.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ bu hakîkati ne guzel îzah eder:
“Oğul! Herkesin olumu kendi rengindedir. AllĂ‚h ’a vuslat olduğunu duşunmeden olumden nefret edenlere ve olume duşman olanlara, olum korkunc bir duşman gibi gorunur. Olume dost olanların karşısına da dost gibi cıkar.”
“Ey olumden korkup kacan can! İşin aslını, sozun doğrusunu istersen, sen aslında olumden korkmuyorsun; sen kendi gunah ve gafletlerinden korkuyorsun.”
“Cunku olum aynasında gorup urktuğun, korktuğun; olumun cehresi değil, kendi cirkin yuzundur. Senin rûhun bir ağaca benzer. Olum ise o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine gore tezĂ‚hur eder…”
“KıyĂ‚met gunu, alacalı okuzler, yani kotu duşunceli kĂ‚firler ve fĂ‚sıklar icin korkunc bir kurban bayramıdır. O gun, okuzlere olum, muʼminlere ise bayram gunudur.”
Nasıl ki kurban bayramında mu ’minler bayram eder, hayvanat ise bıcak altına yatar; kıyĂ‚met gununde de insanların hĂ‚li, dunyadaki tercih, temĂ‚yul ve istikĂ‚metlerine gore, bu iki durumdan birine benzeyecektir. Ya bayram edenlerden olacaklardır, ya da azĂ‚ba mustahak olanlardan…
Bu hakîkat dolayısıyla bir kul, hayatını sırf dunyaya îmĂ‚n etmiş gibi nefsinin esiri olarak yaşarsa, kabir onu karanlık bir mahzen ve kĂ‚buslarla dolu bir zindan hĂ‚linde karşılar. Olumun dehşeti hicbir şeyle mukĂ‚yese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.
Fakat kul, İslĂ‚mî esaslara riĂ‚yetle nefsĂ‚nî arzularını aşar ve rûhunda meknuz olan ulvî vasıflar istikĂ‚metinde merhaleler katederse, olum, hayal otesi muazzam ve muteĂ‚l olan Rabbe vuslatın mecburî bir şartı olarak gorulur. Boylece ekseri insanlarda soğuk urpertilere sebep olan olum, gonullerde “En Yuce Dost”a kavuşma heyecanına donuşur.
Nitekim MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, kendi olum gecesini de “Şeb-i Arûs: duğun gecesi”, yani dunya gurbetinden kurtulup sılaya vuslat şeklinde telĂ‚kkî etmiş ve şoyle buyurmuştur:
“Olduğum gun, tabutumu gotururlerken, bende bu dunya derdi var sanma! Dunyadan ayrıldığıma uzuluyorum zannetme! Sakın ola ki olduğum icin ağlama; «Yazık, vah-vah!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına duşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
Beni toprağa verdiklerinde de; «VedĂ‚, vedĂ‚!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!
Mezar bir perdedir ki, onun arkasında Cennet ’in huzuru vardır! Batmayı gordun değil mi? Doğmayı da seyret! Guneş ’le Ay ’a, ufukta kaybolmaktan dolayı hicbir ziyan gelir mi?
Bu hĂ‚l, sana; batmak, kaybolmak gibi gorunse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!
Tohum toprağa duşse onun icin «oldu» denebilir mi?..
Bil ki olum, rûhun bir başka Ă‚leme doğmasının sancısıdır. Yani bu fĂ‚nî Ă‚lem icin adı olumdur, ama bĂ‚kī ve ebedî olan Ă‚lem icin adı doğumdur!..
Hem değil mi ki canı Allah almaktadır; bil ki olum, has kullar icin şeker gibi tatlıdır. KezĂ‚ olum, ateş bile olsa, AllĂ‚h ’a halîl/dost olana gulluk gulistanlıktır; Ă‚b-ı hayattır...”
VelhĂ‚sıl olum, bir yok oluş değil, ebedî hayata doğuştur. Nasıl ki bir bebeğe gore dunyaya geliş bir doğum oluyorsa, rûhun bedenden cıkıp Ă‚lem-i berzaha gitmesi de bir başka Ă‚leme doğuştur. Oradan da ebediyet yurdu olan Ă‚hirete bir doğum olacaktır.
MUSLUMAN OLARAK CAN VEREBİLMEK CenĂ‚b-ı Hak, hayatımızın hazin bir Ă‚kıbetle neticelenmemesi icin, butun hĂ‚l ve davranışlarımızın ne şekilde olması gerektiğine dĂ‚ir, pek cok îkazlarda bulunmuştur. Bunların belki de en muhimlerinden biri şoyledir:
“Ey îmĂ‚n edenler! AllĂ‚h ’a karşı, O ’nun azamet-i ilĂ‚hiyyesine yaraşır şekilde takvĂ‚ sahibi olun ve ancak Muslumanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrĂ‚n, 102)
Bizler meccĂ‚nen, yani bir bedel odemeden yokluktan varlığa cıkarıldık. Varlıklar icinde insan, insanlar icinde Musluman olmakla şereflendik. CenĂ‚b-ı Hak bizleri, mĂ‚rifet ve muhabbetine nĂ‚il olabileceğimiz mustesnĂ‚ husûsiyetlerle donattı. Ahsen-i takvîm uzere halketti. Bizlere Kitap ve Nebî gondererek buyuk lûtuflarda bulundu. Varlığının, birliğinin, sonsuz kudret ve azametinin şahidi olan kĂ‚inat kitabıyla da, goren gozlere ilĂ‚hî sır ve hikmet tecellîlerini sergiledi. Butun bunlar, şukrunden Ă‚ciz olduğumuz muazzam nîmet ve mazhariyetler...
Yine CenĂ‚b-ı Hak bize ebedî saĂ‚deti, yani Cennetʼi hazırladı. Cennet ’in ise bir bedeli var. Yani dunyaya bir bedel odemeden gelmiş olsak da, Ă‚hirete bazı bedelleri odeyerek gitmek mecburiyetindeyiz. Zira Ă‚hirete musluman olarak gidebileceğimizin bir garantisi yok.
Âyet-i kerîmede CenĂ‚b-ı Hak:
“İnsanlar, imtihandan gecirilmeden, sadece «ÎmĂ‚n ettik.» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) îkĂ‚zında bulunuyor.
Demek ki hayatımız boyunca, ne pahasına olursa olsun îmandan tĂ‚viz vermeyip can emanetini sahibine rĂ‚zı olacağı şekilde teslim edebilme imtihanlarından geciyoruz.
CenĂ‚b-ı Hak, “Ancak Muslumanlar olarak can verin.” buyurmakla Ă‚deta; “Sakın ha, îmĂ‚nınızı kurtarmadan olmeyin!” îkĂ‚zında bulunuyor. Kul icin cihandaki en buyuk tehlikenin bu olduğuna dikkat cekiyor. Can vermenin de bir sefere mahsus olduğunu, îmandan mahrum olarak verilen son nefesin; telĂ‚fisi imkĂ‚nsız, ebedî bir felĂ‚ket olduğunu bildiriyor.
Yine Rabbimiz, Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de îmanlarını kurtarmak icin canlarını, mallarını, her şeylerini fedĂ‚ eden, Firavun ’un sihirbazları ve AshĂ‚b-ı Uhdûd gibi îman kahramanlarını misal veriyor. Buna mukĂ‚bil, sĂ‚lihĂ‚ne bir hayat surerken son anda ayakları kayarak ebedî husrĂ‚na dûcĂ‚r olan Bel ’am bin BĂ‚ûrĂ‚ ve KĂ‚run gibi bedbahtların Ă‚kıbetini haber veriyor.
Dolayısıyla son nefesi îman selĂ‚metiyle verebilmek icin endişelenmek, hakîkî bir îmĂ‚nın îcĂ‚bı ve gostergesidir. Cunku -peygamberler ve onların mujdeledikleri dışında- Ă‚hirette kurtulanlardan olacağına dĂ‚ir hic kimsenin bir garantisi yoktur. Nitekim dunyada iken Cennet ’le mujdelenmiş sahĂ‚bîler bile, hĂ‚llerini muhafaza edememe korkusuyla, dĂ‚imĂ‚ son nefes ve Ă‚hiret endişesi icinde yaşamışlardır.
Şu hĂ‚dise, bu hakîkati ne guzel îzah eder:
AshĂ‚b-ı kirĂ‚mdan Hazret-i SelmĂ‚n-ı FĂ‚risîʼye iki kişi gelip selĂ‚m vererek:
“–Sen Resûlullah ’ın sahĂ‚bîsi misin?” diye sormuşlardı. O da:
“–Bilmiyorum!” cevĂ‚bını verdi. Gelenler;
“–Acaba yanlış birine mi geldik?” diye tereddut ettiler.
Allah Resûlu Efendimiz ’in;
“Selman bizdendir, Ehl-i Beytʼtendir.”[2] iltifatına mazhar olmuş bulunan o mubĂ‚rek sahĂ‚bî, butun fazîletlerine rağmen gayret-i dîniyyesini hicbir zaman yeterli gormeyip “havf ve recĂ‚” yani “korku ve umit” duyguları arasında titreyen bir gonulle, sozlerini şoyle tamamladı:
“–Evet, ben Resûlullah Efendimiz ’i gordum, O ’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlu ’nun asıl sahĂ‚bîsi, O ’nunla birlikte Cennet ’e girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
İşte kıyĂ‚mete kadar gelecek butun ummete ornek nesil olarak takdim edilen ashĂ‚b-ı kiramdan, guzîde bir sahĂ‚bînin gonul hassĂ‚siyeti…
O hĂ‚lde hicbir zaman unutmamalıyız ki bizler de son nefese kadar, kaygan bir zemin uzerinde yurumekteyiz. Nasıl ki bir mayın tarlasından gecmek zorunda kalan biri, o mayınlara basmamak icin her adımına dikkat etmeye mecbursa, mu ’min de fĂ‚nî hayat yolculuğunda AllĂ‚h ’ın yasakladığı hĂ‚l ve davranışlardan takvĂ‚ hassĂ‚siyetiyle sakınmalı ki, istikĂ‚metini muhĂ‚faza edebilsin.
Yine Rabbimiz, ayaklarımızın kaymaması, sırĂ‚t-ı mustakîm uzere sĂ‚bit-kadem olabilmemiz icin, bize en doğru yolu gosteriyor:
“Ey îmĂ‚n edenler! Eğer siz AllĂ‚h ’a (AllĂ‚h ’ın dînine) yardım ederseniz (dîni yaşar ve yaşatırsanız) O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyuruyor.
Demek ki İslĂ‚mʼı hayatımızın hicbir safhasında ikinci plĂ‚na atmamalıyız. Evimizde, iş yerimizde, sokakta, carşıda, okulda Rabbimiz ’i aslĂ‚ unutmamalı, O ’nun emirlerine her hĂ‚lukĂ‚rda riĂ‚yet etmeliyiz. Hayatta en buyuk gayretimiz, Musluman olarak can verebilmek olmalı.
Nitekim Peygamber Efendimiz şoyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse Cehennem ’den kurtulup Cennet ’e girmeyi istiyorsa, AllĂ‚h ’a ve Ă‚hiret gunune îmĂ‚n etmiş olarak olmelidir.” (Muslim, İmĂ‚re, 46; NesĂ‚î, Bey ’at, 25; İbn-i MĂ‚ce, Fiten, 9)
İşte butun mesele, şu fĂ‚nî hayatı, bu ilĂ‚hî ve nebevî hakîkatlerin muhtevĂ‚sında yaşayabilmektir.
HERKES ENDİŞEDE... Nebe Sûresi ’nin başında:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? İhtilĂ‚fa duştukleri «Buyuk haber»i mi?” (en-Nebe ’, 1-3) buyruluyor. Boylece inkĂ‚rcıların bile; “Ya Ă‚hiret haberi doğruysa? Cennet-Cehennem gercekten varsa, orada hĂ‚limiz nice olur?!.” diye kıyĂ‚met hakkında ihtilĂ‚fa duşup endişelendikleri bildirilmektedir. Hem de “Buyuk Haber” denilerek.
CĂ‚hiliye devrinde, bugunku sekuler duzende olduğu gibi, Ă‚hiret kaygısı olmayan, hesapsız, sorumsuz bir dunya hayatı yaşanıyordu. Yaptıkları zulum ve haksızlıkların bir gun hesĂ‚bını vereceklerine dĂ‚ir en ufak bir endişe duymuyorlardı. Bu da guclulerin zayıfları alabildiğine ezip somurmesine, vahşette sırtlanları gecen bir azgınlık ve taşkınlık sergilemelerine zemin hazırlıyordu. Bu yuzden Kur ’Ă‚n-ı Kerîm Ă‚hiret haberini verince; muşriklerin kendi kurdukları carpık duzenleri sarsılmış, keyifleri kacmış, canları sıkılmıştı.
Bunun uzerine muşrikler, Resûlullah Efendimiz ’e gelerek, Ă‚hiret haberi vermekten vazgecmesi, haramları kaldırması ve putlarına dokunmaması karşılığında kendisini kabul edeceklerini, O ’na tĂ‚bî olacaklarını bildirmişlerdi.
Bugun de Ă‚hiret haberinden rahatsız olan, olumu hatırına getirmeyen, ibadetsiz, sorumsuz ve olcu tanımaz bir hayat isteyenlerin hĂ‚li, aynı cĂ‚hiliye insanının tavrını hatırlatmaktadır.
MeselĂ‚ dînî hayata uzak kesimlerin de bulunduğu semtlerdeki bir mahalleye bir cĂ‚mi inşĂ‚ edildiğinde, o cĂ‚miye yakın binalar tercih edilmediğinden kat fiyatları duşuveriyor. Zira cĂ‚mideki musallĂ‚ taşı ve kılınan cenĂ‚ze namazları; Ă‚hiret kaygısı duymadan sorumsuz bir hayat yaşayanlara olumu hatırlatıp keyiflerini kacırıyor.
Yine Zincirlikuyu Kabristanı ’nın kapısına:
“Her canlı olumu tadacaktır…” (Âl-i İmrĂ‚n, 185) Ă‚yeti yazıldığında, bircok kimse; “Bu yazı bize karamsarlık veriyor, kaldırın bunu!..” diye şikĂ‚yette bulunmuştu.
Demek ki esĂ‚sen olumden sonraki hayat hakkında; inanclı-inancsız herkes ayrı bir korku ve endişe icinde… Olum, kıyĂ‚met ve ebedî hayat hakkında mu ’minde de bir endişe var; kĂ‚firde de. Fakat muhtevĂ‚ları farklı.
İnkĂ‚r edeninki; “Ya Ă‚hiret haberi doğruysa?!” korkusu. “Olum bir yok oluş değilse?!” tereddudu. “Ya gercekten hesĂ‚ba cekileceksek?!” şuphesi. Yani davranışlara îman ve sĂ‚lih amel olarak yansımasa da fıtrattaki Hakk ’a kulluk temĂ‚yulunun tatminsizliğinden kaynaklanan bir rûhî buhran…
Mu ’mindeki endişe ise; “Bugun Rabbime lĂ‚yıkıyla kullukta bulunamazsam, esas hayat olan Ă‚hirette hĂ‚lim nice olur?” kaygısı...
Zira mu ’minin gonlu;
Son nefesi îman selĂ‚metiyle verip veremeyeceğinin endişesiyle doludur. Can boğaza gelip AzrĂ‚il -aleyhisselĂ‚m- ile karşılaştığında, Rabbinin o elcisine “hoş geldin” diyebilecek keyfiyette bir kullukta bulunup bulunamadığının endişesiyle doludur. Kabre vardığı zaman, Munker-Nekir ’in suallerine doğru cevapları verip veremeyeceğinin endişesiyle doludur. Kabrinin bir Cennet bahcesi mi, yoksa -Allah korusun- azap dolu bir Cehennem cukuru mu olacağı endişesiyle doludur. Mahkeme-i kubrĂ‚ kurulup îman ve amelleri Ă‚hiret terazisine vurulduğunda, buyuk-kucuk butun amellerinin KirĂ‚men KĂ‚tibîn tarafından yazıldığı amel defteri onune getirildiğinde, yani dunyadaki kulluk tahsilinin karnesi verildiğinde, hĂ‚linin nice olacağının derdiyle doludur. Yine mu ’min duşunur ki:
Acaba amel defterim ne yanımdan verilecek? Sağımdan mı, solumdan mı; onumden mi, ardımdan mı? Amel defterimde, yani omrumun kare kare kayda gecirilmiş hesĂ‚bında nelerle karşılaşacağım?..
Evet ben, ilĂ‚hî hesĂ‚ba cekilmeden once bu dunyada nefsimi kendimce hesĂ‚ba cekiyorum ama, bu muhĂ‚sebelerim Ă‚hiret hesĂ‚bına ne kadar muvĂ‚fık duşecek? Buradaki hesĂ‚bım oraya uyacak mı?..
Şu kıssa, Ă‚rif gonullerdeki bu endişeyi ne guzel îzah eder:
SĂ‚lihlerden bir zĂ‚t pazara uğramıştı. Luzumlu birkac şey alacaktı. Alacağı şeylerin karşılığını da evde hesaplamış ve elindeki paranın buna kĂ‚fî olduğuna kanaat getirmişti. Fakat pazar yerine vardığında o para, almak istediklerine yetmedi. Bunun uzerine o sĂ‚lih kişi icli icli ağlamaya başladı ve bu hĂ‚li uzunca bir muddet devam etti.
Etrafındakiler bu duruma bir hayli şaşırdılar. Parası yetmediği icin bu kadar ağlamasının yersiz olduğunu soyleyerek kendisini teskîne calıştılar. Bir zaman sonra o sĂ‚lih zĂ‚t, kendisini şaşkınlıkla izleyen kalabalığa, boğazında duğumlenen hıckırıklar arasında şoyle seslendi:
“–Gozyaşlarımı aslĂ‚ bu dunya icin sanmayınız! Duşundum ki, bugun evdeki hesap carşıya uymuyor! Peki şu dunyada yaptığımız hesaplar, yarın Ă‚hirete nasıl uyacak?!.”
Hakîkaten o ilĂ‚hî mîzanda, bugun belki de hic uzerinde durmadığımız veya farkında bile olmadığımız, zerre kabîlinden sorumluluklar dahî hesĂ‚ba girecek.
CenĂ‚b-ı Hak bu hususta bizleri şoyle îkaz buyuruyor:
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlemişse onu gorur; kim de zerre ağırlığınca şer işlemişse onu gorur!” (ez-ZilzĂ‚l, 7-8)
Nitekim bir bedevî, Resûlullah Efendimiz ’den bu Ă‚yet-i kerîmeleri dinleyince buyuk bir hayretle:
“–Ey AllĂ‚h ’ın Resûlu, zerre ağırlığınca mı?!” diye sormuştu. Efendimiz:
“–Evet.” buyurunca, bedevînin bir anda hĂ‚li değişti ve:
“–Vay benim kusurlarım!..” diye ıztırapla inlemeye başladı. Ve bu sozu defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği Ă‚yetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Resûlullah Efendimiz onun ardından:
“–Îman, bu bedevînin kalbine girdi.” buyurdu. (Suyûtî, ed-Durru ’l-Mensûr, VIII, 595)
Demek ki bugun muhim gorulmeyen zerre kabîlinden kusurların dahî mîzanda hesap edileceği Ă‚hiret gununu duşunmek ve bunun derdiyle meşgul olmak, hakîkî îmĂ‚nın bir şahididir.
Bu itibarla, o hassas terazide amellerinin ne kadar musbet, ne kadar menfî cıkacağı endişesi, îmanlı gonullerin en muhim meşgalesidir. CenĂ‚b-ı Hak diğer bir Ă‚yet-i kerîmede de:
“NihĂ‚yet o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesĂ‚ba cekileceksiniz.” (et-TekĂ‚sur, 8) buyuruyor. Bu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olduğunda, dunyada dikili bir cadırı bile olmayan bir sahĂ‚bî ayağa kalkarak;
“–Benim uzerimde (hesĂ‚bı verilecek) nîmetlerden bir şey var mı yĂ‚ ResûlĂ‚llah?” diye sordu. Efendimiz ise;
“–(İstifĂ‚de ettiğin) ağacın golgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (ictiğin) soğuk su.” cevĂ‚bını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)
Boylece, hicbir şeyi olmadığını duşunen bir insanın dahî, Ă‚hirette hesĂ‚bı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu. Duşunmeliyiz ki:
ZekĂ‚tın nisĂ‚bı belli. Kırkta bir. O miktarı verdiğimiz zaman servet nîmetinin asgarî sorumluluğundan kurtulabiliriz. Fakat CenĂ‚b-ı Hak kıyĂ‚met gunu insanları sadece mal-mulkten değil, kendilerine verdiği istîdat, kĂ‚biliyet, kuvvet, boş vakit, sıhhat gibi akla gelebilecek butun nîmetlerden de hesĂ‚ba cekecek. Fakat bu nîmetlerin nisĂ‚bı mechul bırakılmış… Ustelik;
“AllĂ‚h ’ın nîmetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) Ă‚yet-i kerîmesi muktezĂ‚sınca, kim bilir bizler, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın, bildiğimiz ve bilmediğimiz, farkında olduğumuz ve olmadığımız nice nîmetlerine mazhar hĂ‚ldeyiz? Bu nîmetlerin miktarını bile tam olarak tespit edebilmekten Ă‚ciz olduğumuz gibi, bunlar icin ne kadar fedakĂ‚rlıkta bulunursak şukur borcumuzu îfĂ‚ etmiş olabileceğimizi tĂ‚yinden de Ă‚ciziz...
İşte ashĂ‚b-ı kirĂ‚m, bu gerceğin yuklediği ağır sorumluluğu derinden hissettikleri icin, omurlerini son nefese kadar surekli artan bir gayretle Hakk ’a hizmet yoluna Ă‚mĂ‚de kılmışlardır. Butun imkĂ‚nlarını seferber edip tĂ‚ Cin ’e, Semerkand ’a, Afrika ’nın ortalarına kadar gitmişler, buyuk bir îman vecdi ve tebliğ heyecanı icinde hicbir zaman yorulmamışlar ve uşengecliğe duşmemişlerdir. CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede:
“Elbette kendilerine peygamber gonderilen kimseleri de gonderilen peygamberleri de mutlakĂ‚ sorguya cekeceğiz!” (el-A‘rĂ‚f, 6) buyuruyor.
Cennetlik olduklarında şuphe bulunmayan peygamberler bile tebliğ vazifelerini lĂ‚yıkıyla yapıp yapmadıklarından sorgulanacakları endişesi icinde fedakĂ‚rĂ‚ne bir hizmet omru yaşamışlardır.
Resûlullah Efendimiz de hidĂ‚yet davetini insanlara duyurabilmek icin her turlu cefĂ‚ya katlanmış, bu uğurda taşlanıp nice hakĂ‚retlere mĂ‚ruz kalmıştır. Şartlar ne kadar zor ve tehlikeli olursa olsun mukaddes tebliğ vazifesini îfĂ‚dan geri durmamış, bu yolda canhıraş bir gayret gostermiştir. HattĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakk ’ın:
“(Resûlum!) Onlar îmĂ‚n etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş-ŞuarĂ‚, 3) şeklinde îkĂ‚z-ı ilĂ‚hîsine muhĂ‚tap olmuştur. VedĂ‚ Hutbesi ’nde de yuz binin uzerindeki ashĂ‚bına uc defa:
“–AshĂ‚bım! Yarın Ben ’i sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, ashĂ‚b-ı kirĂ‚mın;
“–Evet yĂ‚ ResûlĂ‚llah, tebliğ ettin.” cevĂ‚bı uzerine de uc defa:
“–Şahid ol yĂ‚ Rab!” diye ilticĂ‚ etmiştir.[3]
Efendimiz ’in bu mes ’ûliyet şuuru, biz ummeti icin cok mĂ‚nidar bir irşaddır.
Bu hakîkatler sebebiyle her mu ’min, rûhunun derinliklerinde dĂ‚imĂ‚ istikĂ‚metini takviye eden ve îman heyecanını dipdiri tutan bir “kıyĂ‚met endişesi” taşımalıdır. Olumun tefekkuruyle dirilmiş bir gonulle, uyanık ve canlı bir kulluk hayatı yaşamaya gayret etmelidir.
Zira Yuce Rabbimiz; kıyĂ‚met ve Ă‚hiret vĂ‚kıasını dĂ‚imĂ‚ hatırda tutarak hĂ‚limize ceki-duzen vermemizin luzûmunu, Peygamber Efendimiz ’in şahsında O ’nun ummetine şoyle hitĂ‚b ederek bildirmektedir:
“(Resûlum!) Dehşetli felĂ‚ketleri her şeyi sarıp kaplayacak olan kıyĂ‚metin haberi Sana geldi, değil mi?” (el-ĞĂ‚şiye, 1)
O “buyuk haber” elbette bize geldi. Fakat CenĂ‚b-ı Hak, bir mĂ‚nĂ‚da bizleri şoyle îkaz etmiş oluyor:
“–Nasıl olur da o buyuk haber hic gelmemiş gibi rahat davranabilirsiniz?!.
–Nasıl olur da dunyada boş ve suflî şeyler peşinde ihtiraslara kapılabilirsiniz?!.
–Nasıl olur da en değerli sermayeniz olan omrunuzu gafletle ziyan edebilirsiniz?!.”
Âyetin devamında ise, bu dunyada gaflet icinde gununu gun edenlerin kıyĂ‚met gununde suratlarının alacağı şekle dikkat cekilmektedir:
“O gun birtakım yuzler zelildir.” (el-ĞĂ‚şiye, 2)
Buna mukĂ‚bil, “yalan dunya”ya aldanmayıp fĂ‚nî omurlerini, ebedî hayat olan Ă‚hireti kazanma yolunda bezleden sĂ‚lih mu ’minlerin sîmĂ‚ları ise şoyle tasvir edilmektedir:
“O gun birtakım yuzler de vardır ki, mutludurlar.” (el-ĞĂ‚şiye, 8)
O GUN NE HALDE OLACAĞIZ? Peki, acaba biz;
Dunyada sûretimizin, ustumuzun-başımızın, kılık-kıyafetimizin temizliğine, duzgunluğune ve guzelliğine dikkat ediyoruz. Ya Ă‚hirette sûretimiz, şeklimiz, sîmĂ‚mız ne hĂ‚lde olacak? Asıl buna dikkat ve ihtimam gostermemiz gerekmez mi?
O gun sîmĂ‚mız ne hĂ‚lde olacak? Uzerini toz-toprak burumuş, kan-ter icinde, zelil, rezil, solgun ve kapkara bir yuz mu? Yoksa mesut, aydın, secde iziyle parlayan, tertemiz, nûr icinde bir yuz mu?
Dunyadaki sîretlerin Ă‚hirette sûretlere aksedeceği hakîkatine Rabbimiz şoyle dikkat cekiyor:
“O gun birtakım yuzler parlak, gulec ve sevinclidir. Yine o gun birtakım yuzleri de keder burumuş, huzunden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kĂ‚firlerdir, gunahkĂ‚rlardır.” (Abese, 38-42)
O gun bedenimiz ne hĂ‚lde olacak? Uzuvları, kendi aleyhine şahitlik eden, dunyada gizli-acık işlediği gunahların cirkin alĂ‚metleriyle haşredilmiş, ağır yukler altında ezilmiş, yaptığı haksızlık ve zulumlerin yaftaları boynuna asılmış, perişan bir beden mi? Yoksa abdest Ă‚zĂ‚ları parıldayan, gozlerinden îman nûru sacılan, işlediği sĂ‚lih amellerin mukĂ‚fatlarından nişĂ‚neler taşıyan, tertemiz, guzel, mukemmel ve huzurlu bir beden mi?
VelhĂ‚sıl, şunu aslĂ‚ unutmayalım ki; yarın Ă‚hirette sîmĂ‚mızı ve sûretimizi belirleyecek husus, kalbimizin bu dunyadaki mĂ‚nevî seviyesidir. Bu dunyada gunah lekeleriyle Ă‚deta katranlaşmış kalpler; obur dunyada vucudun cirkin, porsuk, zelil ve iğrenc bir hĂ‚lde haşredilmesine sebep olacaktır. Bu dunyada tezkiye ve tasfiye ile mĂ‚nevî cirkinliklerden temizlenen ve sĂ‚lih amellerle guzelleşen kalpler ise; AllĂ‚h ’ın lûtf u keremiyle, obur dunyada guzel, nurlu ve mesut bir cehre ile haşredilmeye vesîle olacaktır.
Âhiretin o sert, belĂ‚lı ve sıkıntı dolu gecitlerinde, korku ve huzunden emîn olanlar; ancak CenĂ‚b-ı Hak ile dunyada dost olabilenlerdir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Bilesiniz ki AllĂ‚h ’ın dostlarına hicbir korku yoktur. Onlar uzulmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 62)
O hĂ‚lde, Ă‚rif mu ’minler nazarında dunya hayatının yegĂ‚ne gĂ‚yesi; CenĂ‚b-ı Hakk ’a dostlukta mesafe almaktır. Kesb-i kemĂ‚l ile seyr-i cemĂ‚le vuslattır; yani CemĂ‚lullĂ‚h ’ı temĂ‚şĂ‚ya lĂ‚yık bir letĂ‚fet, zarĂ‚fet ve kemĂ‚lĂ‚tı kazanmaya gayret etmektir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Muslim, FedĂ‚ilu ’s-SahĂ‚be, 12. [2] HĂ‚kim, III, 691/6541; Heysemî, VI, 130; İbn-i HişĂ‚m, III, 241; İbn-i Sa‘d, IV, 83. [3] Bkz. Muslim, Hac, 147; Ebû DĂ‚vûd, MenĂ‚sik, 56; İbn-i MĂ‚ce, MenĂ‚sik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i HişĂ‚m, IV, 275-276; HamîdullĂ‚h, el-VesĂ‚ik, s. 360.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
ONUMUZDE AHİRET HAYATI VAR