
“İslÂm”, “selÂm, barış ve teslim olmak” mÂnÂsına geldiği gibi; “din” kelimesinin bir mÂnÂsı da “itaat etmek, boyun eğmek”tir. Bu bakımdan İslÂm Dîni, kendisine tÂbî olanlardan hem bedenî/şeklî, hem de rûhî/mÂnevî bir kabullenme beklemekte; îmanın kalbe yerleşmesini, kulun butun varlığıyla AllÂh ’ın emir ve yasaklarına teslimiyetini hedeflemektedir.HucurÂt Sûresi ’nde Bedevîlerin, kalbe henuz nufuz etmemiş îman sebebiyle, mu ’min değil, Musluman olduklarını soylemeleri istenmiştir. (Bkz: el-HucurÂt, 14) O hÂlde lafızda kalan, şeklî bir teslimiyetin otesinde; gercek mu ’minin îmanı butun hucrelerinde hissetmesi, AllÂh ’ın Âyetlerini duyup muşÃ‚hede ettiğinde, derisinin urpermesi, Kur ’Ân okuduğunda veya dinlediğinde îmanının artması gerekir. (Bkz: el-EnfÂl, 2)
Butun bunlar, îman ve İslÂm ’ın “gostermelik” olmaktan cıkarak, butunuyle kabullenilmiş ve kalbe nufuz etmiş olmasını gerektirir. İşte dinimizin istediği “itaat ve teslimiyeti” bu şekilde anlamamız gerekir. Peki, bu şekildeki bir itaatın cercevesi nedir? Mu ’min, kimlere ve ne nisbette boyun eğmeli, kimlere ve ne nisbette karşı durmalıdır?
MUTLAK İTAAT ALLAH'ADIR
Kur ’Ân-ı Kerîm ’e gore, canlı cansız butun Âlemler, AllÂh ’a itaat etmektedir. Gokler, Guneş, Ay, yıldızlar, ağaclar, taşlar, golgeler hep AllÂh ’a secde ve kullukla meşguldur. Bu varlıklar, icinde insan, “akıl ve irade sahibi” olmakla, AllÂh ’ı inkÂr etmeyi secse de, onun vucudu tepeden tırnağa, AllÂh ’ın kudret elinde yoğrulmakta ve AllÂh ’a itaat etmeye devam etmektedir. Hangi AllÂh ’a isyan etmiş insan; kalbini, canını, vucudunun butun organlarını, AllÂh ’ın buyruğundan kopartıp kendisine bağlayabilir ki?! Dili, inkÂr etmeye, isyan etmeye devam etse de, butun vucudu, AllÂh ’ın koymuş olduğu esaslara olesiye bağlıdır. Sunnetullah ’tan bir an olsun ayrılmaz.
Allah, bu zarûrî itaatin, kul tarafından şuurlu bir şekilde yapılmasını ister. Rabbimiz diler ki, insan olmeden once, zaten butun organlarıyla itaat ederken, bir de kendisi isteyerek, ne yaptığını bilerek AllÂh ’ı tanısın, O ’na îman ve itaat etsin. Yoksa insanın doğumu ve olumu, başına gelenler ve gelecekler hep AllÂh ’ın ilmi, takdiri ve yaratması iledir.
İnsanı, bu şekilde kuşatan, onu yoktan var eden, hayatta kalması icin gerekli olan butun şartları temin eden, kendisine dunyayı musahhar kılan, yuceler yucesi bir Yaratıcı; elbette tam bir teslimiyet ve itaati hak etmektedir. Bu teslimiyet ve itaati gostermemek, O ’nun icin bir kayıp ve eksiklik değil; nankorluk gosteren insan icin felÂkettir, husrandır. Zira O, Rabbu ’l-Âlemîn ’dir. Herşeyi merhametiyle lutfeden “el-VehhÂb” ve “er-Rahman”; her şeyden mustağnî olan “el-Ğaniyy” ve “es-Samed”dir. İnsanın, O ’nda var olmayan bir şeyi O ’na ikram etmesi mumkun değildir. Mulkun tek sahibi, O ’dur.
O ’na olan kulluğumuz da, iki cihan saadet ve huzurumuz, yani yine kendimiz icindir. Cevremizde her gun, her an goruruz ki, AllÂh ’a isyan edenler, O ’nun koyduğu sınırları keyfî bir şekilde ciğneyenler, once kendilerine, sonra cevrelerine ve dunyaya zarar vermektedirler. Rabbimiz, lutfuyla, bizi, bizden korumak icin, hayırlı ve guzel şeyleri emretmiş; kotu ve cirkin şeylerden nehy etmiştir. O halde boyle mukrim, boyle lutufkÂr bir Rabbe isyan etmek icin; insanın gozunun kor, kalbinin taş kesilmiş olması gerekir.
Kaynak: Melike Şahin, Şebnem Dergisi, 133. Sayı, Mart 2016
İslam ve İhsan