
Hz. Adem (a.s.) kimdir, nasıl yaratılmıştır? İlk insan, ilk peygamber ve ilk murşid-i kĂ‚mil: Hz. Adem ’in (a.s) hayatı ve kıssası.Hz. Adem (a.s.) kimdir, nasıl yaratılmıştır? Hz. Adem ve Havva (a.s.) Cennet ’ten neden cıkarıldı? Hz. Adem ve Havva (a.s.) yeryuzunde nereye indirildi? Hz. Adem ve Havva (a.s.) kac yıl ve nasıl tovbe etti? Hz. Adem ve Havva (a.s.) nasıl affedildi? Hz. Adem ’in (a.s.) eşi ve cocukları kimdir? Hz. Adem (a.s.) nerede ve ne kadar yaşadı? Hz. Adem ’in (a.s.) meslekleri nelerdir? Hz. Adem (a.s.) ne zaman vefat etti? Hz. Adem ’in (a.s.) kabri nerede? İlk insan, ilk peygamber ve ilk murşid-i kĂ‚mil: Hz. Adem ’in (a.s) yaratılışı, Cennet ’ten dunyaya indirilişi ve yeryuzundeki hayatı...
HZ. ADEM ’İN (A.S.) KISACA HAYATI - Adem Aleyhisselam Kimdir? Hz. Adem (a.s.) ilk olarak cennet ve dunyĂ‚ hayatını yaşayandı, ilk ortunendi, ilk unutandı, ilk hatĂ‚ yapandı, ilk tevbe edendi, ilk peygamberdi (Kendisine 10 sahîfe indirilmiştir.), ilk tevhîd mucĂ‚delesi verendi, ilk evlĂ‚d acısını duyandı, ilk selĂ‚mlaşandı, ilk defa toprağı işleyendi, hĂ‚sılı o ilk insandı, ilk insan ve ilk peygamberdir, butun insanlığın atasıdır.
Hz. Adem ’in (a.s.) Kur ’an-ı Kerim ’de adı 25 defa gecer. Ulu ’l-azm (En yuksek derecedeki) peygamberlerdendir. Allah butun isimleri Hz. Adem ’e (a.s) oğretti.
Allah once Hz. Adem‘i (a.s.) sonra Havva validemizi yarattı ve onları birbirine nikahladı.
Allah ’ın emri ile butun melekler Hz. Adem ’e (a.s) secde etti fakat şeytan secde etmedi. Şeytan bu yuzden Allah ’ın huzurundan kovuldu. Bunun uzerine şeytan gerekcesinde haklı olduğunu ispat etmek icin Allah ’tan insanları doğru yoldan cıkarabilmek icin izin istedi. Boylece insan ile şeytan, hak ile batılın kıyamete kadar surecek savaşı başladı.
Hz. Adem (a.s.) Havva annemiz ile birlikte Cennet ’te iken yasak meyveyi yemeleri sonrası Cennet ’ten cıkarılıp yeryuzune indirildi ve insanoğlu icin dunya hayatı başladı.
Hz. Adem (a.s.) ile Hz. Havva dunyaya indirildikten sonra uzun bir sure ayrı kaldılar. Allah tovbelerini kabul edip onları affetti ve birbirlerine kavuşturdu. Hz. Adem (a.s.) ilk defa toprağı işledi, tarım ve hayvancılıkla uğraştı.
Hz. Adem ’in (a.s.) oğullarından Kabil, Habil ’i oldurerek yeryuzundeki ilk cinayeti işledi. HĂ‚bil olduruldukten sonra Allah Hz. Adem ve HavvĂ‚ ’ya salih evlat olarak Hz. Şit ’i (a.s.) verdi. Hz. Şit ’i (a.s.) Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de ismi gecmeyen peygamberlerden biri olup kendisine 50 sayfa (suhuf) indirildi.
Hz. Adem (a.s.) kac yılında vefat ettiği bilinmemekle birlikte cuma gunu vefat etti. Hz. Adem ’in (a.s.) 930 veya 1000 sene yaşadığı rivayet edilir.
Hz. Adem ’in (a.s.) kabri rivayetlere gore ise Mekke ’de Ebûkubeys mağarasında veya Hindistan ’daki Nevz dağındadır.
İlk insan ve ilk peygamber Adem Peygamberin ayrıntılı hayatı...
HZ. ADEM ’İN (A.S.) HAYATI - Adem Peygamber Kimdir? İnsanın bu Ă‚lemde zuhûru, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ile başlamıştır. İlk insan, ilk peygamber ve ilk murşid-i kĂ‚mil odur. KıyĂ‚mete kadar teselsul edecek butun insan­lık nesli, ilk yaratılış Ă‚nında ustuste cakışmış sonsuz golgeler gibi onun ferdî varlı­ğında meknûz ve mundemicti. Bu hakîkate işĂ‚ret etmek uzere Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulmuştur:
“Ey insanlar! Sizi tek bir nefsten (Âdem ’den) yaratan, ondan da eşi (HavvĂ‚ ’yı) yaratarak (yeryuzunde) ikisinden bircok erkek ve kadın var eden Rabbinizden sakının!..” (en-NisĂ‚, 1)
AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, insanı mukerrem kıldığını ve butun mahlûkattan daha şerefli yarattığını şoyle beyĂ‚n buyurmaktadır:
“CelĂ‚lime yemin olsun ki Biz, hakîkaten insanoğlunu şan ve şeref sĂ‚hibi kıldık. Onları, (ceşitli nakil vĂ‚sıtaları ile) karada ve denizde taşıdık, kendilerine guzel guzel rızıklar verdik, yine onları, yarattıklarımızın pek coğundan ustun kıldık.” (el-İsrĂ‚, 70)
Boyle mukemmel yaratılmış bulunan insan, kudret-i ilĂ‚hiyenin binbir nakışı ile muzeyyen olan bu Ă‚lemde ilĂ‚hî san ’atın zirvesini teşkîl eder.
Kucuk bir Ă‚lem olması acısından Âdem ile buyuk bir Ă‚lem olan kĂ‚inĂ‚t, aslı aynı olan bir hakîkatin iki ayrı imkĂ‚nda birer farklı tezĂ‚­huru olduğundan, bir yaprağın iki yuzu gibidir; Ă‚deta ikiz kardeştir. Diğer bir ifĂ‚deyle insan, kĂ‚inĂ‚tın kucultulmuş şekli olduğu icin, kĂ‚inĂ‚ttaki esrĂ‚rın anlaşılması ve eşyĂ‚nın hakîkatinin idrĂ‚k edilmesinde en buyuk vazîfe ona duşmektedir.
Bir buğday tanesi, buğday cinsinin tum husûsiyetlerini icinde taşıdığı gibi, her ceşit tohumun icinde o cinsin butun husûsiyet ve karakteri mevcuttur. İnsan da, kĂ‚inatta var olan her şeyin hakîkatini muhtevî mustesnĂ‚ bir varlıktır. Bu bakımdan insan, Ă‚deta kĂ‚inĂ‚tın icinde durulduğu bir oz, bir tohum gibidir.
İnsanın yaratılmasında bircok ilĂ‚hî maksat vardır. Bunlardan biri de, AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın, hilkat san ’at ve guzelliğine delil olabilecek bir zirve vucûda getirmek istemesidir. İnsanın yaratılmasındaki mu­rĂ‚d-ı ilĂ‚hî o kadar muhimdir ki bu maksadın gercekleşebil­mesi icin CenĂ‚b-ı Hak, idrĂ‚k edebildiğimiz ve edemediğimiz husûsiyet­leriyle butun bir kĂ‚inĂ‚tı halketmiş ve onu insanın istifĂ‚desine sunmuştur.
İnsan, yeryuzunu îmĂ‚r etmek ve gonul mahsûlu eserler meydana getirmekle mukelleftir. Cunku o, yeryuzunde AllĂ‚h ’ın halîfesi olmak icin yaratılmıştır. CenĂ‚b-ı Hakk ’a vekîl olarak yaşamak demek olan bu hilĂ‚fet vazîfesi, fıtrat-ı asli­yede meknûz istîdĂ‚dlarında, yĂ‚ni fıtratında bu vazîfeyi yerine getirebilecek kĂ‚biliyetleri taşıması itibĂ‚riyledir. AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, bu istîdĂ‚dın yeşer­meye memur bir tohum gibi geliştirilerek matlûb neticeyi hĂ‚sıl edebilmesi icin ge­rekli programı, yĂ‚ni emir ve nehiyleri Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de beyĂ‚n etmiştir. Buna hakkıyla riĂ‚yet edenlerin mĂ‚nevî derecelerini bildirmek uzere hadîs-i şerîfte şoyle buyrulmuştur:
“Her kim Be­n ’im ve­lî bir ku­lu­ma duş­man­lık eder­se, Ben ona kar­şı harb îlĂ‚n ede­rim. Ku­lum, Bana en cok ken­di­si­ne em­ret­ti­ğim farz­ları îfĂ‚ ederek yaklaşır. Farz­la­ra ilĂ‚­ve­ten iş­le­di­ği nĂ‚­fi­le ibĂ‚­det­ler­le de yak­la­şmaya devĂ‚m eder; ni­hĂ‚­yet Ben onu se­ve­rim. Ku­lu­mu se­vin­ce de Ben Ă‚deta onun işi­ten ku­la­ğı, go­ren go­zu, tu­tan eli ve yu­ru­yen aya­ğı olu­rum. Ben­ ’den ne is­ter­se mut­la­ka ve­ri­rim, Ba­na sı­ğı­nır­sa onu ko­ru­rum.” (Bu­hĂ‚­rî, Ri­kĂ‚k, 38)
KUR ’AN ’A GORE KAC ALEM VARDIR? - 18 Bin Alem Var Mıdır? Âyet-i kerîmede:
“Hamd, ancak Âlemlerin Rabbi olan AllĂ‚h ’a mahsustur.” (el-FĂ‚tiha, 1) buyrulur. Hak TeĂ‚lĂ‚ bircok Ă‚lem yaratmıştır. Bu Ă‚lemlerin 18.000 ’den 360.000 ’e kadar olduğuna dĂ‚ir muhtelif rivĂ‚yetler bulunmaktadır. Bu rivĂ‚yetler, insan aklının Ă‚lemlerin sayısını idrĂ‚k edemeyeceğinden dolayı kesretten kinĂ‚ye sayılabilir. Butun bu Ă‚lemler:
Halk Ă‚lemi, Emr Ă‚lemi, şeklinde iki esas sınıfta mutĂ‚laa edilebilir. İnsanın yaratılışı bu iki Ă‚lem­den de hisse almıştır.
AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın yaratmasının halk ve emr şeklinde olduğu Ă‚yet-i kerîmede şoyle bildirilir:
“…Bilmiş olun ki, halk da emr de ancak AllĂ‚h ’a Ă‚ittir. Âlemlerin Rabbi olan AllĂ‚h ne yucedir!” (el-A ’rĂ‚f, 54)
Bu Ă‚yetle alĂ‚kalı olarak Mufessir Elmalılı Hamdi Yazır, şu îzĂ‚hı yapmaktadır:
“Baştan sona takdîr ve tekvîn (var etme) de O ’nun, kabul etme ve şerîat koyma da O ’nundur. Şu hĂ‚lde hacim ve miktĂ‚rı bulunan yaratıklar da O ’nun mulku, onlar uzerinde cereyan eden hacimsiz miktarsız emirler de… YĂ‚ni yaratma da O ’nun, yurutme de O ’nun; cisim, madde ve şekil O ’nun îcad ve yapısı, onları yuruten kuvvet ve rûh da O ’nun tesir ve gucudur. O ’ndan başkası ne yokluğa vucud ne de mumkunlere vucûb verebilir. Var etme O ’nun, vĂ‚cib kılmak O ’nun, hĂ‚rika O ’nun, kanun O ’nun, butun mĂ‚sivĂ‚ (AllĂ‚h dışında her şey) O ’nun hukmu altındadır; O ’nun yaratma ve emrinden ibĂ‚rettir. O ise her şeyi yaratan ve mutlak tasarruf sĂ‚hibidir; gercekte ne O ’nun îcĂ‚dına dayanmayan bir mevcûd bulunabilir, ne de onun emir ve îcĂ‚bına uymayan emirler, emir olabilir.”
Za­man ve mekĂ‚nla mu­kay­yed olarak ya­ra­tıl­mış­ varlıklar­dan te­şek­kul eden Ă‚leme “halk Ă‚le­mi” denir. Bu­na mulk ve şe­hĂ‚­det Ă‚le­mi de de­ni­lir. ZĂ‚­hi­rî beş du­yu­muz­la his­set­ti­ği­miz şey­ler bu Ă‚lem­den­dir.
Meta­fizik, mĂ‚nevî ve derûnî Ă‚leme de “emr Ă‚lemi” denilir. Diğer bir ifĂ‚deyle emr Ă‚le­mi, za­man ve mad­de mevzuu­ba­his ol­mak­sı­zın Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ın “kun” yĂ‚ni “ol” em­ri ile var olan Ă‚lemdir. Bu­na me­le­kût ve gayb Ă‚le­mi de de­ni­lir. Akıl, nefs, rûh, kalb, sır vb. le­tĂ‚­if­ler bu Ă‚le­me Ă‚it­tir. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de:
“…De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir!..” (el-İsrĂ‚, 85) buyrularak rûhun da emir Ă‚leminden olduğu beyĂ‚n edilmiştir.
Bu iki Ă‚lemde cereyĂ‚n eden iki ayrı yaratmaya işĂ‚ret etmek uzere Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Bir şey yaratmak istediği zaman O ’nun yaptığı (sadece) «Ol!» demekten ibĂ‚­rettir. (O da) hemen oluverir.” (YĂ‚sîn, 82)
İNSAN NEDEN YARATILDI? - İnsanın Yaratılışı 1. İnsanın yaratılışının esas maksadı, CenĂ‚b-ı Hakk ’a kulluk ve mĂ‚rifetullĂ‚htır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ben cinleri[5] ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t, 56)
Âyette yaratılışın gĂ‚yesi olarak zikredilen “kulluk” oyle şerefli bir mertebedir ki, onun bu yuce mevkii kelime-i şehĂ‚dette de gorulmektedir. Nitekim orada Peygamber Efendimiz ’in once “kul” sonra “rasûl” olduğu ifĂ‚de edilmektedir. Bu da kulluğun daha oncelikli, risĂ‚letin ise kulluğun sınırları dĂ‚hilinde olduğunu gostermektedir.
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı tĂ‚zim gosteren kimselere:
“Siz beni, hakkım olan derecenin uzerine yukseltmeyiniz! Cunku Yuce AllĂ‚h, beni rasûl edinmeden once kul edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) ikĂ‚zında bulunarak kulluğun kıymetini bildirmiştir.
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚:
“(Rasûlum!) De ki: DuĂ‚nız (kulluk ve yalvarmanız) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?! (Ne kıymetiniz var!)…” (el-FurkĂ‚n, 77) buyurmaktadır.
Kulluğun bir mĂ‚nĂ‚sı da “mĂ‚rifetullĂ‚h” yĂ‚ni CenĂ‚b-ı Hakk ’ın tanınması ve bilinmesidir. Nitekim İmĂ‚m-ı MĂ‚turîdî -rahmetullĂ‚hi aleyh-, îmĂ‚n icin iki esĂ‚sın mecbûrî olduğunu soylemektedir:
MĂ‚rifetullĂ‚h İnsanın yaratılması, “kulluğun yerine getirilmesi” ve “CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bilinmesi” gĂ‚yesine mĂ‚tuftur. ZîrĂ‚ yaratılışımızın sebebiyle alĂ‚kalı olarak yukarıdaki Ă‚yet-i kerîmede «لِيَعْبُدُونِ» “Bana kulluk etmeleri icin” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t, 56) buyrulmuştur. BĂ‚zı mufessirler bu kelimeyi «لِيَعْرِفُونِ» “AllĂ‚h ’ı tanıyabilme, Rabbi kalbde tanımak sûretiyle mĂ‚rifetullĂ‚ha erme” şeklinde tefsir etmişlerdir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 255)
Muhabbet CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyurur:
“…ÎmĂ‚n edenlerin AllĂ‚h ’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165)
İnsanın yaratılmasına evveliyetle CenĂ‚b-ı Hakk ’ın varlığı ve mĂ‚rifetini (bilinmesini) murĂ‚d etmesi sebep olmuştur. Nitekim hadîs-i kudsîde şoyle beyĂ‚n buyrulmuştur:
“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmemi arzu ettim (mĂ‚rifetime muhabbet ettim) de (bu) kĂ‚inĂ‚tı yarattım…” (İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî

Dolayısıyla yaratılışımızın en onemli sebep ve hikmetlerinden bir diğerini de CenĂ‚b-ı Hakk ’ı her şeyden cok sevmek teşkil etmektedir. Cunku O bizi sevmiş, sayamayacağımız sonsuz nîmetler lutfetmiş, bunun netîcesi olarak da kullarından en cok ZĂ‚t-ı Ulûhiyet ’ine muhabbet etmelerini ve diğer varlıklara duydukları muhabbetin bunu golgede bırakmamasını istemiştir. ŞĂ‚yet aksine davranırlarsa bunun buyuk bir vebĂ‚li ve elîm bir azĂ‚bı mûcib olduğunu beyĂ‚n etmiştir. Mevzuyla alĂ‚kalı bir Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“Ey îmĂ‚n edenler! Sizden kim dîninden donerse (bilsin ki) AllĂ‚h onların yerine oyle bir kavim getirir ki AllĂ‚h onları sever onlar da AllĂ‚h ’ı severler…” (el-MĂ‚ide, 54)
Diğer bir Ă‚yet-i kerîmede de, fertlerin ve kavimlerin helĂ‚kinin Ă‚deta birinci sebebinin, “muhabbetin kesilmesi” olduğu bildirilmektedir:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesĂ‚da uğramasından korktuğunuz ticĂ‚retiniz, hoşlandığınız meskenler size AllĂ‚h ’tan, Rasûlu ’nden ve AllĂ‚h yolunda cihĂ‚d etmekten daha sevgili ise, artık AllĂ‚h hakkınızda (azap) emrini getirinceye kadar bekleyin. AllĂ‚h oyle fĂ‚sıklar gurûhunu hidĂ‚yete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)
Hadîs-i şerîfte ise îmĂ‚nın halĂ‚vetini, ancak şu uc husûsiyeti taşıyan kimsenin tadabileceği bildirilmektedir:
“- AllĂ‚h ve Rasûlu ’nu her şeyden daha cok sevmek, imandan sonra kufre duşmeyi, ateşe duşmek kadar tehlikeli gormek, AllĂ‚h icin sevmek ve AllĂ‚h icin buğzetmek.” (BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 9, 14; Muslim, ÎmĂ‚n, 67)
Ancak AllĂ‚h ’a muhabbetin şartı, RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e go­nulden ittibĂ‚, iktidĂ‚ ve fart-ı muhabbettir. YĂ‚ni O ’nda fĂ‚nî olmaktır. CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
“(Ey Rasûlum!) De ki: Eğer AllĂ‚h ’ı seviyorsanız, Bana tĂ‚bî olunuz ki AllĂ‚h da sizi sevsin ve gunahlarınızı mağfiret etsin! AllĂ‚h Gafûr ’dur, Rahîm ’dir.”[6] (Âl-i İmrĂ‚n, 31)
Hadîs-i şerifte de RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ’e muhabbet hakîkî îmĂ‚nın şartı olarak zikredilmiştir:
“Nefsim kudret elinde olan AllĂ‚h ’a yemin olsun ki, sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlĂ‚dından ve butun insanlardan daha sevimli olmadıkca hakîkî mĂ‚nĂ‚da îmĂ‚n etmiş olamaz.” (BuhĂ‚rî, ÎmĂ‚n, 8)
2. CenĂ‚b-ı Hak yaratma sıfatındaki azamet ve hĂ‚rikulĂ‚deliği yĂ‚ni san ’atının yuceliğini gostermek icin insanı yaratmıştır. ZîrĂ‚ insan bir yaratılış hĂ‚rikası ve îcad bedîasıdır. Nitekim ZĂ‚riyĂ‚t Sûresi ’nin 20 ve 21. Ă‚yetlerinde şoyle buyrulur:
“Kesin olarak inananlar icin yeryuzunde ve kendi nefslerinde AllĂ‚h ’ın aza­metini gosteren deliller vardır. Gorup de duşunmez misiniz?”
Ayrıca CenĂ‚b-ı Hak, bir başka Ă‚yet-i kerîmede insanın yaratılış safhalarını bildirdikten sonra azametini şu şekilde ifĂ‚de buyurur:
“…Yaratanların en guzeli[7] AllĂ‚h, ne yucedir!” (el-Mu ’minûn, 14)
İnsanın yaratılış bedîası olmasının bir diğer vechesi de mahlûkĂ‚tın en şereflisi ve CenĂ‚b-ı Hakk ’ın yeryuzundeki halîfesi kılınmasıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hatırla ki Rabbin meleklere: «Ben yeryuzunde bir halîfe yaratacağım.» demişti...” (el-Bakara, 30)
Mufessir İ. Hakkı Bursevî, Ă‚yeti kerîmedeki “halîfe yaratacağım” ifĂ‚desini şoyle tefsîr etmiştir:
“Ken­di irĂ‚­dem­den, kud­ret ve sı­fa­tım­dan ona bĂ‚­zı sa­lĂ‚­hi­yet­ler ve­re­ce­ğim; o Ba­na izĂ‚­fe­ten, Ba­na ve­kĂ‚­le­ten mah­lû­kĂ‚­tım uze­rin­de bir­ta­kım ta­sar­ruf­la­ra sĂ‚hip ola­cak; Be­n ’im nĂ‚­mı­ma ah­kĂ‚­mı­mı ic­rĂ‚ ede­cek; o bu hu­sus­ta asıl ol­ma­ya­cak; ken­di zĂ‚­tı ve şah­sı adı­na asĂ‚­le­ten ah­kĂ‚­mı ic­rĂ‚ ede­cek de­ğil, an­cak Be­n ’im bir nĂ‚­ibim ve ve­kî­lim ola­cak. İrĂ‚­de­siy­le Be­n ’im irĂ‚­de­le­ri­mi, Be­n ’im emir­le­ri­mi, Be­n ’im ka­nun­la­rı­mı tat­bîke me­mur bu­lu­na­cak. Son­ra onun ar­ka­sın­dan ge­len­ler ve ona ha­lef ola­rak ay­nı va­zî­fe­yi ic­rĂ‚ ede­cek olan­lar bu­lu­na­cak, «O (yu­ce Al­lĂ‚h) si­zi yer­yu­zun­de ha­lî­fe­ler kıl­dı.» (el-En ’am, 165) sır­rı zĂ‚­hir ola­cak.” (El­ma­lı­lı, Hak Dîni Kur ’Ă‚n Dili, I, 299-300)
Gercekten insan, Hakk ’a yakınlık bakımından meleklerin bile gıpta ettiği bir vasıf ve istîdĂ‚dda yaratılmıştır. Bu hakîkat Ă‚yet-i kerîmede şoyle ifĂ‚de buyrulur:
“Muhakkak ki biz insanı ahsen-i takvîm uzere (en guzel bicimde) yarattık.” (et-Tîn, 4)
3. CenĂ‚b-ı Hak, esmĂ‚-i ilĂ‚hiyesinin tecellîsini daha ustun bir seviyede gostermek icin insanı yaratmıştır.
“AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın ahlĂ‚kı ile ahlĂ‚klanınız.” (MunĂ‚vî, et-TeĂ‚rîf, s. 564) hadîs-i şerîfi de bu mĂ‚nĂ‚ya işĂ‚ret etmektedir. ZîrĂ‚ esmĂ‚-i ilĂ‚hiyenin en buyuk nisbette tecellîsi, mahlûkĂ‚t arasında daha ziyĂ‚de insanda gorulmektedir. Meleklerde kibriyĂ‚ ve mudill gibi esmĂ‚nın tecellîleri olmadığı icin nefs engeli de yok­tur, gunah işlemezler. Bu sebeple nefs engelini aşıp vĂ‚sıl-ı ilĂ‚llĂ‚h ve halîfetullĂ‚h olabilme istîdĂ‚dı, yalnız insana lutfedilmiştir.
Nitekim eşref-i mahlûkĂ‚t olan Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sel­lem-, MîrĂ‚c ’da, meleklerin en buyuğu olan CebrĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m- ’ın bile gecemediği hudûdun, yĂ‚ni Sidre-i MuntehĂ‚ ’nın otesine gecirilmiştir.
HZ. ADEM ’İN (A.S.) YARATILIŞI - Hz. Adem (a.s.) Neden Yaratıldı? KĂ‚inĂ‚tın hĂ‚lıkı ve mĂ‚liki olan AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, kendi varlığını bilmesi, ibĂ‚det ve tĂ‚atte bulunması ve yeryuzunu îmĂ‚r etmesi icin mahlûkĂ‚tın en şereflisi olarak “insan”ı yaratmayı murĂ‚d etti. Daha once halkettiği ve sĂ‚dece ibĂ‚detle vazîfelendir­diği meleklere bu ilĂ‚hî irĂ‚desini şoyle beyĂ‚n etti:
“Hani Rabbin meleklere: «Ben yeryuzunde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu. Melekler: «Bizler hamdinle Sen ’i tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryuzunde fesad cıkaracak, kanlar dokecek bir kimseyi mi yaratacaksın?» dediler. AllĂ‚h da onlara: «Sizin bilemeyeceğinizi herhĂ‚lde Ben bilirim!» dedi.” (el-Bakara, 30)
AllĂ‚h ’ın bu buyruğu karşısında melekler, hep birlikte:
“«YĂ‚ Rab! Sen ’i her turlu noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, Sen ’in bize oğret­tiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şuphesiz Alîm ve Hakîm[8] olan ancak Sen ’sin!» dediler.” (el-Bakara, 32)
Hilafet Nedir? - Halife nedir? HilĂ‚fet, vekĂ‚let gibi asĂ‚letin mukĂ‚bili olarak başkasına niyĂ‚bet etmek yĂ‚ni az veya cok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir. Burada halîfe, vekil mĂ‚nĂ‚sında olup, AllĂ‚h ’ın irĂ‚desini yeryuzunde temsîl eden, emir ve nehiylerini tatbîk eden kimse demektir. Buna gore insan, AllĂ‚h ’ın nûrunu tamamlamasına bir vĂ‚sıta ve vesîle olacaktır.[9]
VekĂ‚let, aynı zamanda aslın nĂ‚ibine bir şeref bahşederek onu tekrîm etmesidir. CenĂ‚b-ı Hakk ’ın peygamberlerini yeryuzunde halîfe kılması da bu kabîldendir. ZĂ‚ten insana uflenen rûhta da, boyle bir emĂ‚ret yĂ‚ni bir yonetme vasfı bulunmaktadır. Yoksa bu hilĂ‚fet, hicbir şekilde “ulûhiyete vekĂ‚let” mĂ‚nĂ‚sına gelmemektedir.
Bu Ă‚yet-i kerîmede, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın meleklerle bir nevî muşĂ‚veresinden bahsediliyor ve AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ bir halîfe yaratacağını beyĂ‚n ettiğinde melekler Ă‚deta kendilerinin buna daha lĂ‚yık olduklarını sezdirmeye calışarak, AllĂ‚h ’ı cokca tesbih ve tenzih ettiklerini one suruyorlar. Ancak CenĂ‚b-ı Hak, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurarak bir bakıma meleklerin bu tesbih ve tenzih husûsiyetlerinin hilĂ‚fet icin kĂ‚fî gelmediğini, kendisinden bir sır yĂ‚ni rûh uflenmesi keyfiyetinin ve esmĂ‚ tĂ‚liminin buna vesîle olacağını ifĂ‚de buyurmuş oluyor.
Dolayısıyla insan, bir îcĂ‚d bedîası, yĂ‚ni ilĂ‚hî bir san ’at hĂ‚rikası olup hem zĂ‚hiri, hem de bĂ‚tını ile halîfeliğe lĂ‚yıktır. AllĂ‚h ’ın hemen hemen butun esmĂ‚sının kendisinde kĂ‚mil tecellîsi olan mukemmel bir varlıktır.
MELEKLER İNSANLARIN İLERDE KAN DOKUP FESAT CIKARACAĞINI NASIL BİLDİLER? 1. Melekler, insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu oğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu îtiraz olsun diye veya Hazret-i Âdem ’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. ZîrĂ‚ nassların bildirdiğine gore meleklerde AllĂ‚h ’a isyan ve îtiraz etme vasfı, haset ve kin gibi kotu huylar bulunmaz.
2. Meleklerin, insanın yeryuzunde fesat cıkarıp kan dokeceğini levh-i mahfuzdan oğrenmiş olabilecekleri ihtimĂ‚li bulunmaktadır. Bu yuzden boyle bir suĂ‚l sormuş olabilirler. Nitekim bĂ‚zı kelĂ‚m Ă‚limleri, meleklerin levh-i mahfûzu gorup okuyabildiklerini soylemişlerdir.[10]
3. Hak TeĂ‚lĂ‚ daha once bu durumu onlara bildirdiği icin boyle bir suĂ‚l sormuş da olabilirler.
4. Bir başka goruşe gore de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad cıkardıklarını daha onceden bildikleri icin bu suĂ‚li sormuşlardır.
RivĂ‚yet edilir ki, Yuce MevlĂ‚, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’ı yaratmak istediği zaman yeryuzune:
“Ben, senin toprağından kendime halîfe yaratacağım. Onlardan bana itaat edenler ve isyĂ‚nda bulunanlar olacaktır. Bana itaat eden kimseyi cennete; isyĂ‚n eden kimseyi de cehenneme sokacağım.” diye ilhĂ‚m etti.
Sonra AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, dort meleği; CebrĂ‚îl, MîkĂ‚îl, İsrĂ‚fîl ve AzrĂ‚îl -aleyhimusselĂ‚m- ’ı sırasıyla yeryuzune gonderdi. Onlardan, ayrı ayrı yerlerden birer avuc top­rak getirmelerini istedi. Melekler bu emri yerine getirmek icin yeryuzune indikle­rinde, yeryuzu:
“–Bu alacağınız topraktan insan yaratılacak ve o, AllĂ‚h ’a Ă‚sî olacak; bu yuzden de cehenneme girecek. Neticede benim bir parcam cehennemde yanacak!” diyerek toprağını vermek istemedi.[11]
Bunun uzerine CebrĂ‚îl, MîkĂ‚îl ve İsrĂ‚fîl -aleyhimusselĂ‚m- yeryuzunden hicbir­ şey alamadan Rab ’lerinin katına donup şoyle dediler:
“–YĂ‚ Rabbî, yer sana sığındı, cehennemde yanmak uzere toprağını vermekten cekindi. Biz de kendisini zorlamayı uygun gormedik!”
Ancak AzrĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m- yeryuzunun bu sığınmasına:
“–Ben de AllĂ‚h ’ın emrini yerine getirmemiş olarak O ’nun katına cıkmaktan yine O ’na sı­ğınırım.” şeklinde mukĂ‚belede bulundu ve yeryuzunun muhtelif yerlerinden ceşitli renklerde kırmızı, beyaz ve siyĂ‚h topraklar aldı. Sonra bunları karıştırarak CenĂ‚b-ı Hakk ’a arzetti. AzrĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m- ’a, bu kararlılığından dolayı rûhları kabzetmek vazîfesi verildi.[12]
İnsan topraktan yaratıldığı icin toprağın ozelliklerini taşır. Toprak, zaman za­man kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret ceker. Bir mevsim kışın cefĂ‚sına katlanır. Bereketli bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir guzellik, renk, koku ve Ă‚hengi ile ilĂ‚hî kudret nakışlarını sergiler.
İnsanın da toprağa benzer ortak bir kaderi vardır. Dunyevî ihtirasların girdabında collerdeki kum fırtınaları gibi calkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perişĂ‚n eder. Ancak nefs engelini aşması neticesinde kĂ‚milleşir. Toprağın bahar yağmurlarıyla hayat bulması gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nĂ‚il olarak diğergĂ‚m­laşır. Boylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahar bereketinin guzellik ve bolluğu icerisinde AllĂ‚h rızĂ‚sı icin munbit topraklar misĂ‚li etrafına infĂ‚k eder.
İnsanın fĂ‚nî vucûdu, topraktan yaratıldığı icin toprakla gıdĂ‚lanır ve neticede toprakta yok olur. YĂ‚ni aslına doner. Topraktaki butun elementler, insan vucûdunda -az veya cok- mevcuttur. İnsan vucûdu, aynı zamanda toprağın ayrı bir gorunuşudur. Nitekim bir rivĂ‚yete gore Âdem -aleyhisselĂ‚m-, topraktan yaratıldığı icin “Âdem” diye isimlendiril­miştir.[13] Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’ın topraktan yaratıldığı, Ă‚yet-i kerîmede şoyle bildirilir:
“…AllĂ‚h onu topraktan yarattı. Sonra da ona «ol!» dedi ve (o da) oluverdi.” (Âl-i İmrĂ‚n, 59)
Toprak, kırmızı, siyah, beyaz ve benzeri muhtelif renklere sĂ‚hip olduğu gibi ondan yaratılan insanlar da muhtelif renkler taşımaktadır. Aynı şekilde toprağın katı ve yumuşak tarafları olduğu gibi insanlar da kĂ‚biliyet ve istîdĂ‚d olarak farklı farklıdır. Bu hakîkati Ă‚yet-i kerîme şoyle haber vermektedir:
“Gormedin mi AllĂ‚h gokten su indirdi. Onunla renkleri ceşit ceşit meyveler cıkardık. Dağlardan (gecen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine boyle turlu renkte olanlar var. Kulları icinden ancak Ă‚limler, AllĂ‚h ’tan (gereğince) korkar. Şuphesiz AllĂ‚h, Azîz ’dir, Gafûr ’dur.” (FĂ‚tır, 27-28)
Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şoyle buyurmaktadır:
“AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, Âdem ’i yeryuzunun her tarafından aldığı bir tutam topraktan ya­ratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izĂ‚feten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kotu huylu olarak (yĂ‚ni muhtelif istîdĂ‚d, husûsiyet ve karakterde) dunyĂ‚ya gelmiştir.” (Ebû DĂ‚vud, Sunnet, 16)
RivĂ‚yet edildiğine gore, “AllĂ‚h, Âdem ’in hilkat toprağını kırk gun eliyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsir, III, 306) Bu gunlerden her biri, keyfiyeti bizlerce mechûl olan bir zaman dilimidir.
Kaynakların verdiği bilgiye gore Âdem ’in yaratıldığı camur, kırk sene kendi hĂ‚line bırakıldı. Kalıp olarak pişti. Uzerine otuz ­dokuz sene huzun yağmuru, bir sene de surûr yağmuru yağdı. Bunun icin Ă‚demoğ­lunun huznu, surûrundan daha coktur. Hikmet ehli demişlerdir ki:
“İşte dunyĂ‚! ŞĂ‚yet bir gun guldurecek olsa gunlerce ağlatır.”
Bahsedilen bu yağmur, maddî bir yağmur değil, mĂ‚nevî bir tecellîdir. MecĂ‚zen yağmur olarak bildirilmektedir.
Huzunden sonra, dĂ‚imĂ‚ surûr gelir. Buyuk mukĂ‚fĂ‚tlar, buyuk sabır ve ıztıraplardan sonradır. MîrĂ‚c mûcizesinin, cefĂ‚lı, ıztıraplı ve elemli TĂ‚if Seferi ’nin ardından ihsĂ‚n edilmesi ve cileli bir Mekke devrinden sonra saĂ‚detli bir Medîne devrinin gelmesi gibi...
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Şuphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gercekten bu zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirah, 5-6)[14]
İnşirah Sûresi nĂ‚zil olduğunda AllĂ‚h Rasûlu -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bir zorluğa karşılık iki kolaylık takdîr buyurmasına cok sevinmiş, son derece mesrûr ve mutebessim bir şekilde:
“Bir zorluk iki kolaylığa aslĂ‚ gĂ‚lip gelemez. Cunku «Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gercekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.» (el-İnşirah, 5-6)” buyurarak ashĂ‚bının yanına cıkmıştır. (HĂ‚kim, II, 575)
Hayatın meşakkatleri karşısında zor durumda kalan kimselere bir cıkış yolu gostermek uzere şĂ‚ir şoyle der:
“Herhangi bir zorlukla karşılaştığında İnşirah Sûresi ’nin derin mĂ‚nĂ‚larını tefekkur et! Orada bir zorluk iki kolaylık arasında zikredilmektedir. Bunu iyice duşunduğun zaman ferahlarsın, sıkıntın zĂ‚il olur.”
Muhakkak ki dunyĂ‚, ceşitli cilelerle dolu bir imtihan mekĂ‚nıdır. Âyet-i kerîmede bu hususla ilgili olarak şoyle buyrulur:
“And olsun ki sizi biraz korku ve aclık; mallardan, canlardan ve urunlerden bi­raz noksanlaştırma (fakirlik) ile imtihĂ‚n ederiz. (Ey Rasûlum!) Sabredenleri mujdele! O sabredenler ki, kendilerine bir belĂ‚ geldiği zaman: «Biz AllĂ‚h ’a Ă‚idiz ve biz, elbette O ’na doneceğiz!» derler. İşte Rablerinden mağfiret ve rahmet hep onlaradır. Ve hidĂ‚yete erenler de yalnız onlardır.” (el-Bakara, 155-157)
CemĂ‚dĂ‚t ve nebĂ‚tĂ‚tta dahî yaygın bir sabırdan sonra olgunlaşma vardır. Baharın gelmesi, toprağın bir kış mevsiminde cektiği cileden sonradır. İnsan da cile­ ve sabırla olgunlaşır, kĂ‚mil insan hĂ‚line gelir.
HZ. ADEM (A.S.) NASIL YARATILDI? - İnsanın Yaratılış Aşamaları Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de Hazret-i Âdem ’in topraktan yaratılış safhaları şoyle beyĂ‚n buyrulmaktadır:
1. Toprak Safhası “…(AllĂ‚h) Âdem ’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi, o da hemen oluverdi. (Âl-i İmran, 59)
İnsan topraktan yaratıldığı icin toprağın farklı husûsiyetlerini bunyesinde taşımaktadır. Toprak killi, kumlu, sert, yumuşak olduğu gibi insanlar da tabiat itibĂ‚riyle farklılık arz etmektedir. Toprak ciğnenir, her şey onun uzerinde rahatlıkla işlenebilir. Toprak buna karşı hicbir aksulamelde bulunmaz. İşte, insandaki sabır, tevĂ‚zu ve alcak gonulluluk gibi vasıflar buradan gelmektedir. Buna mukĂ‚bil, toprağın hareketsizliğinden atĂ‚let ve tembellik gibi vasıflar da insanda tezĂ‚hur etmektedir.
2. Camur Safhası “AllĂ‚h yarattığı her şeyi en guzel şekilde yaratmış ve insanı yaratmaya da camurdan başlamıştır.” (es-Secde, 7)
Camur safhasında su devreye girmektedir. Su, oncelikle temizleyicidir ve temizliği temsil eder. Bu acıdan da su insandaki iffeti, namusu ve maddî-mĂ‚nevî temizlik duygularını temsil etmektedir.
3. Yapışkan Camur Safhası “…Şuphesiz Biz onları (Âdem ve neslini) yapışkan bir camurdan yarattık.” (es-SĂ‚ffĂ‚t, 11)
Yapışmak, kopmamak insanın sadĂ‚kat duygusunu ve bağlılığını gosterir. İnsanın inat etmesi ve mudafaa ettiği fikirlerinde ısrar etmesi de bu safhanın bir neticesidir.
4. Havada Kurumuş Camur Safhası “And olsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir camurdan, şekillenmiş bir balcıktan yarattık.” (el-Hicr, 26)
Âyette zikredilen “salsĂ‚l: havada kurumuş camur” safhasında “hava” unsuru devreye girmektedir. Hava, insanın camuruna hareketliliği getirmiştir. İnsan tabiatındaki istikrarsızlık, doneklik, ahde vefĂ‚sızlık ve yıkıcılık vasıfları bu safhanın bir neticesidir.
5. Şekillenmiş Balcık Safhası “Hani, Rabbin meleklere demişti ki: «Ben (havada) kurumuş bir camurdan, şekillenmiş balcıktan bir insan yaratacağım.»” (el-Hicr, 28)
“Hame-i mesnûn: şekillenmiş balcık” safhası insanın şekil alma, terbiye ve tezkiye edilebilme husûsiyetine işĂ‚ret etmektedir. Onun bu vasfının iyiye de kotuye de kullanılma imkĂ‚nı vardır. Muhim olan ona, doğru bir istikĂ‚met verebilmektir.
6. Ateşte Pişmiş Camur Safhası “AllĂ‚h insanı, ateşte pişmiş camura benzeyen bir balcıktan yarattı.” (er-RahmĂ‚n, 14)
Bu safhada ateş unsuru devreye girmektedir. İnsanın kibir, gurur, kıskanclık, AllĂ‚h ’ın emirlerine karşı gelme ve aldatıcı olma vasıfları ateşten neş ’et etmektedir.
Mu ’minûn Sûresi ’nin 12-14. Ă‚yetleri Hazret-i Âdem ’den sonra onun sulbunden gelecek her bir insanın yaratılış mĂ‚cerĂ‚sını şoylece hulĂ‚sa etmektedir:
“And olsun biz insanı, camurdan (suzulup cıkarılmış) bir ozden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargĂ‚hta (ana rahminde) bir nutfe hĂ‚line getirdik. Sonra o nutfeyi, bir aleka (yapışkan ve dollenmiş yumurta) yaptık. Peşinden, o alekayı bir mudğa[15] (bir ciğnem et) hĂ‚line getirdik; peşinden bu bir ciğnem eti, kemiklere (iskelete) cevir­dik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en guzeli[16] olan AllĂ‚h pek yucedir.” (el-Mu ’minûn, 12-14)
Tıp ilmi, bu bilgilere ancak asrımızda ulaşabilmiştir. Kur ’Ă‚n-ı Kerîm ’de ise; CenĂ‚b-ı Hak, insanın yaratılış safhalarını 1400 kusur sene evvel ilmî gerceklere uygun bir sûrette haber vermiştir.
Yukarıdaki Ă‚yet-i kerîmelerde CenĂ‚b-ı Hak, insanın ibretlerle dolu dikkate şĂ‚yĂ‚n yaratılış safhalarından bahsetmektedir. Bu safhaların evvelini teşkîl eden camur yĂ‚ni Hazret-i Âdem ’in yaratılışındaki toprak safhası, go­runum itibĂ‚rıyla hicbir zarĂ‚feti bulunmayan değersiz bir maddedir. Bundan sonraki safhalar ise, atılmış değersiz bir su; yapışkan ve donuk bir kan pıhtısı; ağızda ciğnenmiş bir goruntu arzeden, cĂ‚zib olmayan ve hattĂ‚ tiksinti veren bir madde... Daha sonra ilĂ‚hî kudret tecellîsiyle bir zarĂ‚fet ve ihtişĂ‚m manzarasını teşkîl eden san ’at hĂ‚rikası in­sanın teşekkulu... MuteĂ‚kıben maddenin ve rûhun dinclik ve zindeliği, nihĂ‚yet bu gelişme seyrinin tersinden tekrĂ‚rıyla, yine geldiği yer olan toprakta curuyup kaybo­luş!.. Ardından, curumuş beden icerisinde Ă‚deta bir cıva damlacığı gibi curumeyen ve kendisine “acbu ’z-zeneb” adı verilen tek bir tohumdan, bir bitkinin vu­cûda geliş seyrinin sur ’atlendirilmiş şekli gibi yeniden ortaya cıkış ve diriliş!..
CenĂ‚b-ı Hak, pek cok Ă‚yet-i kerîmede insanı bu kesret Ă‚lemindeki mĂ‚cerĂ‚nın te­fekkurune dĂ‚vet etmektedir:
“Ki­me uzun bir omur ve­rir­sek, Biz onun ya­ra­tı­lı­şı­nı (guc ve kuv­ve­ti­ni ala­rak) ter­si­ne ce­vi­ri­riz. Hic (bu man­za­ra­yı) du­şun­mu­yor­lar mı? (Bu ib­ret­li yol­cu­lu­ğu id­rĂ‚k et­mi­yor­lar mı?)” (YĂ‚­sîn, 68)
“AllĂ‚h sizi once zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi. O, hakkıyla bilendir, her şeye kemĂ‚liyle kĂ‚dirdir.” (er-Rûm, 54)
“Sizi o (toprak)tan yarattık, yine oraya dondureceğiz ve sizi (mahşerde) bir kez daha ondan cı­karacağız!” (TĂ‚hĂ‚, 55)
Bu hakîkat gosteriyor ki, insanın cesedi, dunyĂ‚da yaşadığı safhalarla ve kendi zĂ‚tî durumuyla fĂ‚nîliğe mahkûmdur. Aslolan ve ebedî olan rûh-i sultĂ‚nîdir ki, cen­net-cehennem, saĂ‚det veya şekāvet yolculuğu bununla olacaktır. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ -kuddise sirruh- der ki:
“Cesedine yağlı ballı şeyleri az ver. Cunku tenini besleyen, nefsĂ‚nî arzulara duşuyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”
“Rûha mĂ‚nevî gıdĂ‚lar ver. Olgun duşunuş, ince anlayış ve rûhî gıdĂ‚lar sun da, gideceği yere, ukbĂ‚ Ă‚lemine guclu, kuvvetli gitsin!”
Rûhun Nefhedilmesi (Ufurulmesi) CenĂ‚b-ı Hak insanın zĂ‚hirini bir avuc topraktan yarattıktan sonra ona mahlûkĂ‚t arasında en yuce mertebeyi lutfederek kendinden bir sır nefhetmiştir. Bir cisim olarak yaratılan insanda canlılık, ancak rûhun uflenmesiyle başlamıştır. Bu bakımdan rûhun uflenmesi, her şeyden evvel AllĂ‚h ’ın kuluna bir değer vermesi ve ona hayĂ‚tiyet kazandırmasıdır. AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, bu hakîkati:
“Artık onu yaratıp muntazam bir insan kıvamına getirdiğim ve ona rûhumdan uflediğim zaman…” (el-Hicr, 29) Ă‚yet-i celîlesiyle beyĂ‚n buyurmaktadır.
AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ’nın, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’a rûhundan uflemesi, temsîlî bir ifĂ‚dedir. Bu, buyuk bir hakîkatin, gelişmesini henuz tamamlamış bir cocuğa anlatıl­masındaki zarûrete benzer bir keyfiyetin eseridir ve CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kendisindeki bĂ‚zı husûsiyetleri kuluna onun istîdĂ‚d ve iktidĂ‚rı nisbetinde vermesi demektir. İnsan, bu nefha ile birlikte Rabbinden aldığı emĂ‚netin bereket ve iktidĂ‚rı ile Rabbini tanır, O ’na kul olur. EsrĂ‚r-ı ilĂ‚hî ve azamet-i ilĂ‚hiyeye tĂ‚kati nisbetinde vĂ‚kıf olur. Bu vukûfiyetin merkezi ise, kalbdir. Burada kalb, fizikî bir varlık olarak değil, tahassusun merkezi olan bir tecellî mekĂ‚nı mĂ‚nĂ‚sınadır.
Rûh-i SultĂ‚nî ’ye mĂ‚lik olmak, insanı uc esaslı vazîfeyle mukellef ve bu vazîfeleri îfĂ‚ husûsunda bir iktidĂ‚r ile mucehhez kılar:
1. Nefsini tanımak; kendi zĂ‚tını ve hakîkatini bilmek,
2. Kendisinin mûcidini bilmek; Rabbini tanımak (mĂ‚rifetullĂ‚h),
3. Mûcidine karşı fakr u zarûretini bilmek; hicliğe vĂ‚sıl olmak.
Eserde vĂ‚rid olmuştur ki:
“Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır!” (Aclûnî, Keşfu ’l-HafĂ‚, II, 361)
Yaratılan İlk Varlık Nedir? Yaratılan ilk varlık, nûr-i Muhammedî olduğu gibi, rûhların yaratılışında da O ’nun rûhu ilktir. Diğer rûhlar, O ’nun rûh-i şerîfinin kadr u kıymetinin bilinmesi icin bir mucevherin mazrûfu kabîlindendir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e “Ebu ’l-ErvĂ‚h: Rûhların Babası” denir.
Ebû Hureyre -radıyallĂ‚hu anh- anlatıyor:
AshĂ‚b-ı kirĂ‚m hazarĂ‚tı AllĂ‚h Rasûlu ’ne sordular:
“–Size peygamberlik ne zaman ihsĂ‚n olundu?”
RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- cevĂ‚ben:
“–Âdem, rûh ile cesed arasında iken...” (Tirmizî, MenĂ‚kıb, 1) buyurdular.
Bu itibarla Efendimiz, nubuvvette de ilktir. O ’nun vucûd, rûh ve nubuvvet bakımından ilk olmasının hikmetini, ileride Hazret-i Âdem ’e meleklerin secde ettirilmesi mevzuunda ele alacağız.
Rûhu iki mertebede mutĂ‚laa edebiliriz:
1. Rûh-i sultĂ‚nî: “Emir” Ă‚lemindendir. Bedenden ayrıdır. Bedenle berĂ‚ber olması, onun uzerinde tasarrufta bulunması iledir. Bedenin curuyup yok ol­ması, ona tesir etmez. Ancak bu sûretle bedenî arzular uzerindeki tasarrufu nihĂ‚yete erer.
2. Rûh-i hayvĂ‚nî: “Halk” Ă‚lemindendir. Bedenin tum uzuvlarına yayılmıştır. Esas hukumranlığı kan uzerindedir. Merkezi dimağdır. Fiil ve hareketlerin başlangıc noktasıdır. Eğer hayvĂ‚nî rûh olmasaydı, hicbir eser vucûda gelmezdi.[17]
İşte insanın fiilleri, bu sultĂ‚nî rûh ile hayvĂ‚nî rûhun muşterek hasletleri icinde ortaya cıkar.
ALLAH RUHU NASIL YARATTI? 1. Yokluk (adem) devresi: Ezelde sĂ‚dece CenĂ‚b-ı Hak vardı ve O ’nun dışında hicbir varlık yoktu. O donemde rûhlar da tam bir yokluk icerisinde bulunuyordu. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“İnsanın uzerinden, henuz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir sure gecmedi mi?” (el-İnsan, 1)
2. Rûhlar Ă‚leminin varoluş devresi (Elest Bezmi): AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ pek cok hikmete mebnî olarak cesetleri yaratmadan once rûhları var etti. Hadîs-i şerîfte bu hakîkate şoyle temĂ‚s edilir:
“Rûhlar cesedlerinden ikibin yıl once yaratılmıştır!” (Deylemî, Musned, II, 187-188)
3. Bedenlere gonderilme devresi: Bedenlerden hayli zaman once yaratılan ve kendilerinden AllĂ‚h ’ın rubûbiyetini tasdîk husûsunda ahd u mîsĂ‚k alınan rûhlar, ezelde cizilen kader planına uygun olarak birer birer bedenlere gonderilmeye başlandı. Âyet-i kerîmede, ilk insan Hazret-i Âdem ’e rûhun uflenmesinden şoyle bahsedilir:
“…Ona rûhumdan ufurduğumde...” (el-Hicr, 29)
4. Bedenden ayrılma devresi: Bu fĂ‚nî hayatta kendisine bicilen omru tamamlayan rûhlar, gecici sure beraber bulundukları bedenlerden geldikleri gibi birer birer ayrılacaktır. Hic kimsenin kurtulamadığı bu kacınılmaz Ă‚kıbete olum denmektedir. Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Her nefs olumu tadacaktır!..” (Âl-i İmrĂ‚n, 185)
5. Tekrar bedenlere dondurulme devresi: İslĂ‚m akĂ‚idine gore olum, bir yok oluş değil tıpkı anne rahmindeki bebeğin oradan irtibĂ‚tını keserek dunyaya doğması gibi, rûhun bu fĂ‚nî Ă‚lemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır. İnsanoğlu burada dunyadaki yaşadığı hayattan hesĂ‚ba cekilecek, bunun neticesine gore sonsuz bir saĂ‚dete ulaşacak veya -AllĂ‚h muhafaza buyursun- nihĂ‚yetsiz bir azĂ‚ba dûcĂ‚r kılınacaktır. Mevzuyla alĂ‚kalı yuzlerce Ă‚yetten ikisi şoyledir:
“De ki: Onları ilk defa yaratmış olan (AllĂ‚h, yine aynı şekilde onları) dirilte­cektir. Cunku O, yaratmanın her turlusunu gĂ‚yet iyi bilendir.” (YĂ‚sîn, 79)
CenĂ‚b-ı Hak, Tekvîr Sûresi ’nde şiddetli ve ibretli kıyĂ‚met alĂ‚metlerinin fĂ‚ri­kalarından bahsederken yedinci Ă‚yette, rûhların yeniden beden kalıbına alınmasını şoyle bildirmektedir:
“Nefsler birleştirildiği (rûhlar bedenlerle bir araya getirildiği) zaman.”
İnsana Rabbinden bir sır olarak uflenen rûhun mĂ‚hiyetini tam olarak bilmek mumkun değildir. ZîrĂ‚ o oteler Ă‚lemine Ă‚it olup beşer idrĂ‚kinin kavrayamayacağı bir mĂ‚hiyet arzetmektedir. Nitekim rûhun bu keyfiyeti hakkında Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“Sana rûhtan soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.” (el-İsrĂ‚, 85)
Rûhun AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚ ile alĂ‚kası husûsunda mufessirlerimiz birkac farklı îzahta bulunmuşlardır:
- Rûh, ancak Rabbimizin bileceği iştendir.
- Rûh, “emr”in esĂ‚sı olan bir cevherdir.
- Rûh, Rabbimizin emri cinsinden bir fiildir.
Emaret Ne Demek? Âyette gecen “emr” kelimesi, yine kendi kokunden olan “emĂ‚ret” kelimesi ile de alĂ‚kalı olarak; emretme, buyurma, emirlik, yoneticilik gibi îzĂ‚h edilebilir. Bu du­rumda rûh; emrin hĂ‚li ve sıfatı demek olur. Bu da AllĂ‚h ’ın sıfatlarının kulda tecellî etmesidir. YĂ‚ni kulda tecellî eden sıfatlardan biri de emĂ‚ret (yonetme) dir. Nitekim insanın “AllĂ‚h ’ın halîfesi” olması, buradaki “idĂ‚re etme tecellîsi”ne bağlıdır.
EmĂ‚ret, insana mahsustur. Arslan, bedenen insandan daha kuvvetli olmasına rağmen, insanın tekĂ‚mulu karşısında zayıf kalır. MeselĂ‚ arslan, bin yıl yaşasa yine de kendisine bir ev, bir arac yapamaz.
Ayrıca meleklerde de kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da tecellî yoktur. Bu tarz bir tecellî, yalnız insan icin ge­cerlidir. İnsan, “ahsen-i takvîm: en guzel kıvam” ile “bel hum edall: hayvanlardan daha aşağı bir dereke” arasındadır. MeselĂ‚, insanın gonul iklîminde tecellî eden “RahmĂ‚n” ve “Rahîm” sıfatları ile beraber, nefsinde de “Mudill” ve “KibriyĂ‚” sıfat­ları tecellî etmektedir. YĂ‚ni insan, cĂ‚miu ’l-ezdĂ‚ddır. Butun musbet ve menfî sıfatları kendisinde cem etmiştir. CĂ‚miu ’l-ezdĂ‚d olmak, mahlûkĂ‚t arasında kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚da yalnız insana mahsustur.
Yukarıdaki Ă‚yet-i kerîmenin sonunda insana bilhassa rûhun mĂ‚hiyeti hakkında cok az bir bilgi verildiği, te ’kitli bir şekilde ifĂ‚de buyrulmaktadır. Bu bakımdan insan haddini aşarak rûhun esrĂ‚rını cozmeye uğraşmamalı ve ilmine mağrur olmamalı, buna mukĂ‚bil daha cok mes ’ûliyetinin ne olduğu uzerinde tefekkur ederek kulluğa ehemmiyet vermelidir.
CenĂ‚b-ı Hak, Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’ı yarattıktan sonra, onu meleklerin gıpta edeceği ve takdirle emrine rĂ‚m olacağı bir kıvĂ‚ma eriştirmek icin kendisine eşyĂ‚nın isimlerini tĂ‚lim buyurmuştur. Âyet-i kerîmede bu hĂ‚dise şoyle anlatılmaktadır:
“AllĂ‚h Âdem ’e butun isimleri oğretti. Sonra bu isimleri(n delĂ‚let ettiği şeyleri) meleklere gosterip: «Eğer sozunuzde sĂ‚dık iseniz (her şeyin icyuzunu bildiğinizi sanıyorsanız) şunları isimleriyle birlikte bana bildirin!» buyurdu.” (el-Bakara, 31)
Melekler AllĂ‚h ’ı tesbîh ve tenzîh ettiler. Bunun uze­rine AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚:
“Ey Âdem! Onların (eşyĂ‚nın) isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem, (eşyĂ‚nın) isimlerini onlara anlatınca (CenĂ‚b-ı Hak): «Ben size, ‘goklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin acıkladığınızı ve icinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri de bilirim ’ de­memiş miydim?» buyurdu.” (el-Bakara, 33)
Hazret-i Âdem -aleyhisselĂ‚m- ’a oğretilen isimlerden maksat, bir goruşe gore yeryuzundeki butun eşyĂ‚nın isimleri, mĂ‚hiyetleri ve husûsiyetleri idi. Burada bizim bilemediğimiz ilĂ‚hî san ’at, eşyĂ‚nın hakîkati, yaratılış sırrı, levh-i mahfûz, kader ve ondaki hikmet­ler ile butun semĂ‚ ve arzdaki ilĂ‚hî esrĂ‚r, yĂ‚ni ilĂ‚hî esmĂ‚nın mazharlarıdır.[18] Dolayısıyla CenĂ‚b-ı Hakk ’ın bilinebil­mesi, ancak kalbî bir hayĂ‚t ile mumkundur. EşyĂ‚nın hakîkat ve esrĂ‚rı, kalbî duyuş­lar nisbetinde ortaya cıkar. Bu da ancak esmĂ‚-i ilĂ‚hiyyeye vukûfiyete bağlıdır. Ce­nĂ‚b-ı Hak:
“En gu­zel isim­ler Al­lĂ‚h ’ın­dır...” (el-A ’rĂ‚f, 180) buyurarak ken­di­si­ni ilĂ‚­hî isim­le­ri vĂ‚­sı­ta­sıy­la kul­la­rı­nın id­rĂ‚­ki­ne tak­dîm et­miş­tir.
Zî­rĂ‚ kul, ulû­hi­yet ile ir­tibĂ‚­tı­nı isim­le sağ­lar. Bu ger­cek, Al­lĂ‚h ’ı ten­zih icin, O ’nun adı­nın vaz­ge­cil­mez bir un­sur ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar. Bu ba­kım­dan ku­lun, O ’na kar­şı yap­tı­ğı iyi ve­ya ko­tu fi­il­ler, ulû­hi­ye­ti­nin ha­kî­ka­ti­ne de­ğil, is­mi­ne yo­ne­lir. Boy­le­ce ha­kî­ka­ti dĂ‚­imĂ‚ mu­nez­zeh ka­lır.
Ger­cek­ten de insan, eğer Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’a mahsus isimler ol­ma­sa, O ’na kar­şı mu­nĂ‚­sebet­le­ri­ni du­zen­le­mek­te zor­luk ce­ker. Cun­ku in­san, var­lı­kları isimde go­rup isim­le ifĂ‚de et­me­ye alışkındır. İn­san icin isim, var­lı­ğın tes­ci­li­dir. Bu­nun icin­dir ki, Ce­nĂ‚b-ı Hak, Âdem -aley­his­se­lĂ‚m- ’ı ya­rat­tı­ğı za­man ona bu­tun isim­le­ri oğ­ret­miş ve Haz­ret-i Âdem ’in me­lek­le­re olan us­tun­lu­ğu­nu bu­nun­la ifĂ‚de bu­yur­muş­tur. ZîrĂ‚ bir var­lı­ğın adı­nı bil­mek, bir an­lam­da onun zĂ‚­tî var­lı­ğı­nı da ta­nı­mak de­mek­tir. Ni­te­kim biz­ler, Ce­nĂ‚b-ı Hakk ’ı, O ’nun yu­ce isim­le­riy­le bil­me­sek, O ’nun hak­kın­da ne bi­le­bi­li­riz ki?
YĂ‚­ni in­san, Rab­bi­nin hu­sû­si­yet­le­ri&# 173;ni be­lir­ten isim­le­re dĂ‚­imĂ‚ muh­tac­tır. Her kul, ya­şa­dı­ğı ce­şit­li du­rum­la­r karşısında, Rab­bi­ni, hĂ‚­li­ne uy­gun bir is­miy­le ca­ğır­mak is­ter. Bu isim­ler ol­ma­say­dı, O ’nun­la olan ir­ti­bĂ‚­tı cok nok­san ka­lır­dı, bel­ki de mum­kun ol­maz­dı. De­ni­le­bi­lir ki bu isim­ler, zĂ‚t ve ulû­hi­yet kar­şı­sın­da ku­lun dil­siz­li­ği­ni bir de­re­ce­ye ka­dar gi­de­ren ifĂ‚de­ler, yĂ‚­ni be­şer rû­hu­nun cık­maz­la­rı­nı acan anah­tar­lar­dır. Zî­rĂ‚ Al­lĂ‚h ’ın isim­le­ri­ni sa­de­ce zik­ret­mek bi­le îmĂ‚­nı bes­le­mek­te, ilĂ‚­hî hu­zû­ru hisset­tir­mek­te, O ’na olan aşk ve mu­hab­be­ti ar­tır­mak­ta, O ’na kar­şı hu­şû sĂ‚hibi kıl­mak­ta, O ’nun ka­tın­da olan­la­ra rağ­bet et­tir­mek­te, dun­yadan­ ve onun fĂ‚­nî lez­zet ve haz­la­rın­dan vazge­ci­rip ebedî ola­na yon­len­dir­mek­te ve Hakk ’a do­nuş/vus­lat ar­zu­suy­la tu­tuş­tur­mak­ta­dır. Haz­ret-i Pey­gam­ber -sallĂ‚llĂ‚hu aley­hi ve sel­lem- ’in, ce­şit­li du­rum­lar­da okun­ma­sı­nı tav­si­ye bu­yur­du­ğu duĂ‚ ve zi­kir­le­rin, Al­lĂ‚h ’ın isim­le­riy­le do­lu ol­ma­sı da bu gibi fay­da­la­rı te ’mîn etmektedir.
Cok guc şart­lar icin­de bu­lu­nan, ilĂ‚­hî mer­ha­me­te cok muh­tac olan bir mu ’min, Rab­bin­den yar­dım is­ter­ken bu hĂ‚­li­ni ifĂ‚de edip ozet­le­ye­cek bir tĂ‚­bir arar: «Rah­mĂ‚n ve Ra­hîm» isim­le­ri­ne sa­rı­lır. Gunah­la­rı­nın ağır­lı­ğı al­tın­da ezi­ldi