Her nîmet bir bedel ister. Bedeli odenmeyen bir şeye sahiplik iddi etmek, abesle iştigaldir.Guzel ahlÂkın ozu, hic şuphesiz ki Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e ve O ’nun izinden giden sÂlih kullara dost olmaktan gecer. Fazîletler halkasına tutunmanın ilk şartı budur. Onlarla dostluğu kaybederek gafletin girdÂbında helÂk olmak ise kotu ahlÂkın ozunu teşkil eder.

SÂlih ve sÂliha bir mu ’min, rûhundan Âleme rahmet taşıran, merhamette zirveleşen, affedebilmenin hazzını duyan, cile ve ıztırapları sabır gucu ile bertaraf eden ve dÂim CenÂb-ı Hakk ’a şukur duyguları icerisinde bulunan zarif bir kişiliktir.

ŞUKUR; ALLAH'I BİLMEKTİR

Şukur; mu ’minin, kendisine lûtfedilen nîmetlere ve iyiliklere karşı sevinerek, onları ihsÂn eden Rabbine ceşitli soz ve davranışlarla hÂlisÂne bir kullukta bulunmasıdır. Yani şukur, nîmetin hakikî sÂhibini bilmektir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şukurdedir.” (Beyhakî, Şuabu ’l-ÎmÂn, VII, s. 127)

Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- şukur ve sabrın birbirine olan ustunluğu hakkında şoyle buyurur:

“Şukurle sabır birer binek hayvanı olsalardı, hangisine daha once bineceğimi kestiremezdim.”

Hadîs-i şerîfte şukur ve sabır ehli şoyle tavsîf edilmektedir:

“…Dindarlıkta kendinden ustun olana bakıp tÂbî olmak, dunyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, AllÂh ’ın kendisine verdiği ustunluğe hamd etmek… Boyle yapanları Allah, şukredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dunyalıkta ise kendinden ustun olana bakar da elde edemediğine uzulurse, Allah onu şukredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, KıyÂmet, 58)

ŞUKUR, SADECE “ŞUKURLER OLSUN” DEMEMEKTİR

Makbûl bir şukur, yalnızca sozle ifÂde edilen şukur değildir. Gercek bir şukur, birbirine bağlı uc unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hÂl ve ameldir.

–İlim; butun nîmetlerin Hak ’tan geldiğini bilmektir.

–HÂl; nîmetlerin gercek sahibine karşı tÂzim, hurmet ve muhabbet duymaktır.

–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvÂl uzere yaşayıp şukru kavlen ve fiilen ifÂde etmek, nîmetleri Hakk ’ın rızasına uygun olarak kullanıp O ’na isyandan sakınmaktır.

Muhammed Es ’ad Erbilî Hazretleri şukru şoyle tÂrif etmektedir:

“Şukur, sadece lafzan; «YÂ Rabbi Sana şukurler olsun!» demek değildir. BilÂkis AllÂh ’ın kendisine lûtfettiği nîmetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanmaktır. Şukrun en makbûlu ise sÂrî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (ictimÂ&#238 ibadetlerden (ve hizmetlerden) ibÂrettir.”

HAYAT DEĞİŞİR, MU'MİN DEĞİŞMEZ

CenÂb-ı Hakkʼa hamd, şukur, zikir, rız ve du hÂli, hayatın şartları değişse de mu ’minin değişmez bir vasfı olmalıdır.

Şukur, şımarıklığa, aşırılığa direnişte bulunmak, dolayısıyla da nîmetin elden gidişine engel olabilme gayretidir. Nitekim CenÂb-ı Hakk ’ın şukur hakkındaki vaadi şoyledir:

“…Şukrederseniz (elbette size olan) nîmetimi artırırım…” (İbrahim, 7)

İnsan olarak en buyuk vazifemiz, Rabbimize olan şukur borcumuzu odemeye calışmak. Yoktan var edilmiş olmak bile, şukrunden Âciz kalınacak bir nîmet… HÂl boyleyken; varlıklar icinde insan, insanlar icinde ehl-i îmÂn, -rivÂyete gore- 124 bin kusur peygamber icinde Hazret-i Muhammed Mustaf -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e ummet olmak, ne muazzam mazhariyetler!..

Sadece bu nîmetler icin bile Rabbimiz ’e şukur secdesine kapanıp bir omur başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hic” hukmunde…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Sayı: 126
İslam ve İhsan