Âdem -aleyhisselÂm- ile Havv vÂlidemiz, AllÂh ’ın em­riyle bugunku Mekke şehrinin olduğu yeri vatan edindiler. Bundan dolayı Mekke şehrinin bir adı da Ummu ’l-KurÂ, yÂni yerleşim bolgelerinin merkezidir. Burada in­sanlar coğalmaya başladı.
Bu kadar cabuk coğalmanın hikmeti, Havv vÂlidemizin bir batında birden cok cocuk dunyÂya getirmesiydi. Bir batında doğan cocuklar kardeş olurlardı ve birbirleriyle nikÂh­ları harÂmdı. Ancak diğer bir batında doğanlarla evlenebiliyorlardı.

KÂBİL KIZ KARDEŞİNİ ALMAK İSTEDİ

KÂbil, aynı zamanda ve aynı batında doğan kızkardeşini almak istedi. HÂbil ise, bunun şerîate uygun olmadığını, diğer zamanda doğan kardeşlerinden birini al­ması gerektiğini ihtÂr etti. KÂbil, bu îkÂzı dikkate almayarak, kendisinin yaptığı fiilin doğru bir davranış olduğu iddiÂsında bulundu. Bunun uzerine HÂbil, burada kimin doğru hareket ettiğinin anlaşılması icin AllÂh ’a birer kurban adamalarını kardeşine teklif etti.

O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcÂbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu şeyler, bir dağ başına konur, bir muddet sonra gidip bakıldığında; gokten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurban, CenÂb-ı Hak tarafından kabûl edilmiş olurdu.

HÂBİL İLE KÂBİL'İN KURBANLARI

HÂbil ’in koyun suruleri vardı. Kurban vermek icin, iclerinden en semiz ve gosterişli olan bir kocu secti. KÂbil ise, ziraatle uğraşırdı. O da, cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurban olarak ayırdı.

HÂbil ile KÂbil, bir muddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkîk icin gittiler. HÂbil ’in kurban ettiği koc, kabûl edilmiş; KÂbil ’in cılız buğday demeti ise, olduğu gibi duruyordu. (İbn-i Sa ’d, I, 36) KÂbil ofkelendi.

KUR'ÂN-I KERİM'DE HABİL VE KABİL KISSASI

Âyet-i kerîmede buyrulduğu vechile kardeşi HÂbil ’i katletti:


وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَاناً فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ اْلآخَرِ قَالَ َلأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ. لَئِنْ بَسَطْتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ ِلأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ. إِنِّي أُرِيدُ أَن تَبُوءَ بِإِثْمِي وَإِثْمِكَ فَتَكُونَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ وَذلِكَ جَزَاءُ الظَّالِمِينَ. فَطَوَّعَتْ لَهُ نَفْسُهُ قَتْلَ أَخِيهِ فَقَتَلَهُ فَأَصْبَحَ مِنَ الْخَاسِرِينَ. فَبَعَثَ اللهُ غُرَاباً يَبْحَثُ فِي اْلأَرْضِ لِيُرِيَهُ كَيْفَ يُوَارِي سَوْءَةَ أَخِيهِ قَالَ يَا وَيْلَتَا أَعَجَزْتُ أَنْ أَكُونَ مِثْلَ هـذَا الْغُرَابِ فَأُوَارِيَ سَوْءَةَ أَخِي فَأَصْبَحَ مِنَ النَّادِمِينَ
“Onlara, Âdem ’in iki oğlunun haberini hakkıyla anlat: Hani birer kurban takdîm etmişlerdi de birisinden (HÂbil ’den) kabûl edilmiş, diğerinden (KÂbil ’den) ise, kabûl edilmemişti. (Kurbanı kabûl edilmeyen kardeş, kıskanclık yuzunden):

«–And olsun, seni oldureceğim!» dedi. Diğeri de:

«–AllÂh ancak takv sÂhiplerinden kabûl eder.» dedi (ve ekledi

«–And olsun ki sen, oldurmek icin bana elini uzatsan (bile) ben sana, oldurmek icin elimi uzatacak değilim. Ben Âlemlerin Rabbi olan AllÂh ’tan korkarım. Ben (şu kotu fiilinden dolayı) istiyorum ki, sen, hem benim gunÂhımı, hem de kendi gunÂhını yuklenip ateşe atılacaklardan olasın; zÂlimlerin cezÂsı işte budur!»[1]

NihÂyet nefsi onu (KÂbil ’i), kardeşini oldurmeye itti ve onu oldurdu; bu yuzden de kaybedenlerden oldu. Derken AllÂh, kardeşinin cesedini nasıl gomeceğini ona gostermek icin yeri eşeleyen bir karga gonderdi. (KÂtil kardeş): «Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gommekten Âciz mi kaldım!» dedi ve pişmanlık duyanlardan oldu.” (el-MÂide, 27-31)

Dipnotlar: [1] Burada iki mesele vardır: Birincisi وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى “…Hicbir gunahkÂr, başkasının gunahını yuklenmez…” (el-İsrÂ, 15) buyrulduğu hÂlde kÂtil olan, oldurulenin gunÂhını nasıl yuklenir? Bu nokta birkac şekilde îzÂh edilmiştir: Bir hadîs-i şerîfte: “Birbirine soven iki kişinin soyledikleri, zulme uğrayan haddi aşmadıkca başlayana Âittir.” (Muslim, Birr, 69) YÂni mazlum haddi aşıp daha ileri gitmedikce, ilk başlayan hem aynen kendi gunÂhını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının gunÂhının bir mislini yuklenir. Burada da “benim gunÂhım” demek, şÃ‚yet sana karşılık vererek el uzatırsam, gireceğim gunÂhın bir misli demektir. Şu hÂlde biri haddi aşar, diğeri de karşılık verir, neticede her ikisi de olurlerse, başlatan, iki cinayet, diğeri de bir cinÂyet işlemiş olur. Beriki, karşılık vermeyecek olursa, bu bir cinÂyetten de kurtulur. Fakat kÂtil yine iki cinÂyet işlemiş ve iki gunah yuklenmiş olur ki, birisi mazlumu oldurmek, diğeri kendini cezÂya lÂyık bulup ateşe atmak cinÂyetidir. Bundan başka “benim gunÂhım” demek “beni oldurmek gunÂhı”; “senin gunÂhın” da “daha once işlediğin gunahların” demek olur.

İkincisi mesele, bir insan icin kendinin AllÂh ’a isyan etmesini istemek cÂiz olmadığı gibi, başkasının isyÂnını istemek de cÂiz değildir. O hÂlde boyle bir muttakî kimsenin diğeri hakkında iki gunah istemesi nasıl cÂiz olur? Buna da iki cevap vardır: Birincisi, bu sozden asıl maksat, diğerinin gunÂha girmesini istemek değil; ne kendinin, ne de onun gunÂha girmemesini istemek, gunahtan uzaklaştıracak bir nasihat vermektir. İkincisi, isyan istemek cÂiz değilse de isyan edenin cezalandırılmasını istemek cÂizdir. Bu itibar ile mÂnÂ, ben gunÂha girmek istemem, sen ısrar edersen ben de senin AllÂh ’tan cezanı isterim, demek de olabilir. Fakat birincisi daha uygundur. (Elmalılı, III, 1654)

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan