İslĂ‚m ’da “adĂ‚let, hak ve hukuk” olcusu nedir? Allah ’ın adaleti nasıl tecelli eder? Cenab-ı Hakk ’ın adaleti.İslĂ‚m ’da “adĂ‚let, hak ve hukuk” olcusu “vahiy”dir. CenĂ‚b-ı Hak, Ă‚dildir ve aslĂ‚ zulmetmez. Ancak gunumuzde ateizm ve deizmi yaymaya calışan mihraklar, AllĂ‚h ’ı -hĂ‚şĂ‚- adĂ‚letsizlikle ithĂ‚m etmeye kalkmaktadırlar. Bunlar ekseriyetle, “eşitlik” ile “adĂ‚let” mefhumlarını birbirine karıştırırlar.
İmtihan dunyasında her ferdin, farklı şartlarda dunyaya gelmesi vĂ‚kıası bir eşitsizliktir, fakat adĂ‚letsizlik değildir. Zira adĂ‚letsizlik, hakkın verilmemesi demektir. HĂ‚lbuki, imtihan şartlarının şu veya bu olculerde olması, kimsenin hakkı değildir. Ancak bir kişi, diğerine bakarak, onunla eşit olmadığını ileri surebilir. Evet, bu bir eşitsizlik olabilir, fakat adĂ‚letsizlik değildir.
Bu hususta yapılan îtirazlar, ilĂ‚hî hukum karşısında rızĂ‚sızlık ve hasetten doğmaktadır. Ayrıca; “Keşke imtihan olmasaydı!” temennîsine dayanmaktadır. Kulluk vazifelerinden kacmak icin uydurulmuş, nefsĂ‚nî ve şeytĂ‚nî vesveselerden ibarettir.[1]
CENAB-I HAKK ’IN ADALETİ Şunu cok iyi anlamak îcĂ‚b eder ki CenĂ‚b-ı Hakk ’ın imtihanı ferdîdir. Herkesin değerlendirilmesi, kendisinin tĂ‚bî olduğu imtihan şartlarıyla mutenĂ‚sip bir şekilde yapılacaktır.
MeselĂ‚ bu dunyada Ă‚mĂ‚ olan bir kişi, şayet sabredip hĂ‚line rızĂ‚ gostermişse, Ă‚hirette hem bunun ecrine nĂ‚il olacağı icin, hem de gorme nîmetinin hesabından ve bakılması haram olan şeytĂ‚nî vitrinlerin sorgu-suĂ‚linden muaf tutulacağı icin sevinc duyacaktır.
İlĂ‚hî imtihan hikmetine binĂ‚en başa gelen bazı musîbet ve mahrûmiyetleri “haksızlık ve adĂ‚letsizlik” olarak gorenler, şu hususu da gozden kacırıyorlar:
Nice insan; sıhhat, Ă‚fiyet ve bollukla imtihan edildiğinde, kulluk istikĂ‚metini koruyamayıp nankorluk ve isyana suruklenmektedir. Dolayısıyla bir insanı sıkıntılarla terbiye edip kendine getirmek, aslında onun ebedî saĂ‚det ve selĂ‚meti icin mustesnĂ‚ bir rahmet tecellîsi de olabilmektedir. Yaşanan mahrûmiyetleri, bu gozle de okumak gerekir.
Ayrıca lûtuflarda, eşitlik aramak da abestir. İnsanlara hak ettikleri ucretin dışında bir iyilik yapan kişi, bunda dilediği gibi taksimatta bulunabilir. MeselĂ‚ bir fakire uc lira, diğerine beş lira veren biri, bu ihsanlarındaki eşitsizlik sebebiyle aslĂ‚ yadırganamaz.
Bu yonuyle “ilĂ‚hî adĂ‚let” anlayışı, gunumuzde pek cok insanın hatĂ‚ya duştuğu muhim bir meseledir. Cunku bu dunyada herkes eşit imkĂ‚nlara sahip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun omurlu, kimi kısa omurludur. Bunu takdîr eden de Allah TeĂ‚lĂ‚ olduğu icin; kaba bir akıl, duz bir mantık ve ham bir nefisle bakıldığında bu durum, ilĂ‚hî adĂ‚lete zıt gibi gorunmektedir. Ancak sûret-i haktan gorunen bu iddiĂ‚lara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen vuzûha kavuşmaktadır. Zira;
“AdĂ‚let, istihkāk ile kāimdir!..”
Yani hicbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şukrunden Ă‚ciz kalınacak kadar buyuk bir ilĂ‚hî lûtuftur. Yokluktan varlık Ă‚lemine cıkmak, varlıklar icinde de; yılan-cıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi kılınan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilĂ‚hî ikramdır!
Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilĂ‚hî bir lûtuf olarak, meccĂ‚nen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nĂ‚il olmak icin acabĂ‚ hangi bedelleri odedik?
HĂ‚l boyleyken, yaşadıkları birtakım fĂ‚nî mahrûmiyetler sebebiyle CenĂ‚b-ı Hak ’tan -hĂ‚şĂ‚- hesap sorarcasına bir gaflet icerisinde adĂ‚let isteyenler, aslında yok olmayı istemiş olurlar! Cunku kulun var olmak icin bir hakkı ve sermayesi yoktur ki, Allah ’tan adĂ‚let istemeye hakkı olsun! Zira adĂ‚let, ancak istihkāk ile, yani calışmak, kazanmak, bedel odeyip hak etmekle kāimdir.
Duşunmeliyiz ki:
Biz insan olarak yaratılmak icin hangi bedeli odedik, hangi gayreti gosterdik?
Herkesin cevĂ‚bı belli:
“Hic! Kocaman bir hic!..”
O hĂ‚lde şunu iyi idrĂ‚k etmeliyiz ki:
Hayatı, “dunya” ve “ukbĂ‚” olarak iki safha hĂ‚linde murĂ‚d eden CenĂ‚b-ı Hak, bunların birincisinde “latîf”, ikincisindeyse “Ă‚dil” sıfatını daha bĂ‚riz tecellî ettirmektedir. Yani Ă‚lemi ve insanı var eden, AllĂ‚h ’ın “Ă‚dil” sıfatı değil, “latîf” sıfatıdır. MahlûkĂ‚tın yaratılıştan gelen ne sermayesi varsa, hepsi de AllĂ‚h ’ın bir lûtfudur.
Bu durumda Allah TeĂ‚lĂ‚, nîmetlerini eşit vermeye -hĂ‚şĂ‚- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar icinde sadece iki varlık bile mutlak mĂ‚nĂ‚sıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yani hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kĂ‚inĂ‚tı son derece hassas dengeler icinde yaratıp tanzim eden Allah TeĂ‚lĂ‚ ’nın “MuteĂ‚l” yani hayal otesi mukemmellik sıfatı icin bir noksanlık teşkil ederdi. Allah TeĂ‚lĂ‚ ise butun noksanlıklardan munezzehtir.
Bu itibarla hic kimse;
“Benim ne kabahatim vardı da kısa boylu oldum? Niye bir Ă‚limin değil de bir cĂ‚hilin cocuğu olarak doğdum? Niye zengin değil de fakir bir ailede dunyaya geldim?” diyemez. Cunku butun bunlar, tamamen ilĂ‚hî lûtfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibarettir.
Bu itibarla;
“Nihayet o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekĂ‚sur, 8) Ă‚yet-i kerîmesini hicbir zaman hatırdan cıkarmamak îcĂ‚b eder.
Bir kul hakkında, ilĂ‚hî lûtuf ve ikramların azlığının mı, cokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak Ă‚hiretteki mîzanda belli olacaktır. Zira az nîmetin doğurduğu borc az, cok nîmetin doğurduğu borc ise coktur.
Bunun icindir ki; “Şukredeceğin az bir mal, şukredemeyeceğin cok maldan hayırlıdır.” buyrulmuştur. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 388)
Toplumlarda “ağniyĂ‚-i şĂ‚kirîn” yani şukreden ve infĂ‚k eden zenginler de, “fukarĂ‚-i sĂ‚birîn” yani sabreden yoksullar da nĂ‚dir bulunan insanlardır. Bu sebeple her iki grup mu ’minler de Allah katında makbul kullardır. Şukur ehli comert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakirler, insanlık şerefinde ve ilĂ‚hî rızĂ‚da beraberdirler. Ancak İslĂ‚m ’da, kibirli ve hasis zenginler ile hakkında takdîr edilene sabredemeyip isyanda bulunan fakirler zemmedilmiştir.
Bu bakımdan, lûtfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, aslĂ‚ bir adĂ‚letsizlik değildir. Allah TeĂ‚lĂ‚ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini cok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar surundurur, birini kuş yapar ucurur. Bundan dolayı mahlûkattan herhangi birinin aslĂ‚ îtiraz hakkı yoktur.
EsĂ‚sen hayvanatta da ancak hayatını idĂ‚me ettirebilecek derecede bir akıl, idrĂ‚k ve hissiyat bulunduğu icin, hepsi de hĂ‚linden memnundur. Midelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur. Bu yuzden, “Nicin insan olarak yaratılmadım?” diye duşunmeleri veya bunun ıztırĂ‚bını duymaları soz konusu bile değildir.
Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi; sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet gibi birtakım sıkıntılar icinde bulunanların da, AllĂ‚h ’ı -hĂ‚şĂ‚- adĂ‚letsizlikle ithĂ‚m etmeleri, en başta akla, mantığa, iz ’an ve vicdana zıt bir durumdur.
Diğer taraftan, CenĂ‚b-ı Hakk ’ın kullarına muĂ‚melelerini değerlendirmeye kalkmak, kullar icin doğru bir davranış olmaz. Zira bu cihanda CenĂ‚b-ı Hak kullarını imtihan etmektedir, -hĂ‚şĂ‚- kullar Rab ’lerini değil. Bunun aksine, kulluğu reddedip CenĂ‚b-ı Hakk ’ı sorgularcasına tavırlara girmek, insanın kendi hevĂ‚ ve hevesini putlaştırması ve nefsine kul-kole olması demektir.
Bir mu ’min, huzûr-i kalp ile emindir ki Allah azĂ‚b ediyorsa adĂ‚letinden, Cennet ’ine alıyorsa, rahmet ve lûtfundandır.
Bu hususta ileri surulen isyankĂ‚r iddiĂ‚ların ve boş lĂ‚kırdıların hepsi, AllĂ‚h ’ın sonsuz ilim, kudret ve azametini idrĂ‚k edemeyip O ’nu dunyevî varlıklarla kıyaslama gaflet ve cehĂ‚letinden neş ’et etmektedir.
EsĂ‚sen butun gunah ve isyanların temelinde de, mĂ‚rifetullah ’tan mahrûmiyet, yani CenĂ‚b-ı Hakkʼı lĂ‚yıkıyla tanıyamamak zaafı yer almaktadır.
Nitekim KĂ‚sım bin Muhammed g, bir kişinin:
“–Falanca şahıs, AllĂ‚h ’a karşı ne kadar da curʼetkĂ‚r!” dediğini işitince, onu şoyle îkaz etmiştir:
“–AllĂ‚h ’a karşı curʼetkĂ‚r olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Onun hakkında ancak; «AllĂ‚h ’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.”[2]
Dolayısıyla Allah TeĂ‚lĂ‚ʼyı kalben tanıyan bir muʼmin, Oʼna hiclik, yokluk ve acziyet duyguları icinde ilticĂ‚ etmeyi CenĂ‚b-ı Hak icin bir hak, kendisi icin de zarûrî bir kulluk edebi ve şukur borcu bilir.
İSLAM ’DA ADALET ORNEKLERİ İslĂ‚m, kıyĂ‚mete kadar hukmu gecerli olan yegĂ‚ne hak dindir. Âlem-şumûlluk prensibinde de îzah ettiğimiz uzere, “kıyas” ile beraber, “ictihad” kapısının acık oluşu sebebiyle İslĂ‚m, beşeriyetin adlî ve hukûkî butun ihtiyaclarına da kĂ‚fî gelir.[3]
Hazret-i MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-, şerîat peygamberiydi. Hazret-i ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- ise ahlĂ‚kî kĂ‚idelere ağırlık vermişti. Fahr-i KĂ‚inat Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- ise her ikisini de cem etmiştir.
Allah Rasûlu ’nun terbiyesinde yetişen İbn-i Mesut Hazretleri, Kûfe Hukuk Mektebi ’nin temelini atmıştır. O mektepten Ebû Hanîfe Hazretleri ve talebeleri yetişmiştir. Hammurabi ve Solon gibi hukuk dehĂ‚ları, Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin eline su dokemez.
AbbĂ‚sî Halîfesi Ebû CĂ‚fer Mansur, fıkıhta muhteşem bir seviyeye ulaşan Ebû Hanîfe Hazretleri ’nin ilmî otoritesini, kendi iktidarına payanda yapmak istedi. Ona bu sebeple Bağdat kadılığını teklif etti. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, ilmini siyasetin kirli emellerine kullandırmamak icin bu teklifi reddetti ve bu sebeple zindana atıldı.
İslĂ‚m fıkhı, Mecelle ’ye[4] kadar, kazuistik/meseleci bir metot icinde tekĂ‚mul etmiştir. Yani her mesele emsalsizdir. Bu sebeple fıkıhta, sabit kanunlar cıkarılmaz, milyonlarca ihtimal goz onunde bulundurulur.
Kadı; meseleyi, şahıslardan tecrîd ederek muftuye arz eder. Muftu, mahkemede zanlıların sergileyebileceği yanıltıcı psikolojik tavırlardan Ă‚zĂ‚de olarak meseleyi hukme bağlar. Bu yapı, Roma hukukunda da vardı. Ancak bu sistemin, hukukî alt yapısı cok guclu olan hĂ‚kimlere ihtiyac duyduğu, îzahtan vĂ‚restedir.
Gunumuzde ise, “kanunlaştırmacı hukuk” vardır. HĂ‚kimlerin vazifesi; bu sistemde, sadece dĂ‚vĂ‚ları, kanunlarda tarif edilmiş maddelerle eşleştirmekten ibarettir. Kanaatleri son derecede sınırlandırılmıştır. Ancak hudutsuz ceşitlilikteki meselelerin, mahdut kanunlarla cozume kavuşturulması gibi bir problem soz konusudur.
Bu sebeple, gunumuzde neredeyse her dĂ‚vĂ‚, ust mahkemelere gitmekte, orada zaman zaman yeni ictihatlarla karşılaşmaktadır. Zaman zaman da bu yonlendirmeler sayesinde farklı bir ihtiyacın farkına varılarak yeni kanunî duzenlemelere gidilmektedir. Boylece, her kanunun tatbikat bakımından dĂ‚imĂ‚ eksik olduğu îtiraf edilmiş olmaktadır.
Hak TeĂ‚lĂ‚ ile irtibĂ‚tını koparmış bir muhĂ‚keme sisteminin tam ve gercek bir adĂ‚lete hizmet etmesi zaten beklenemez.
Dolayısıyla vahyin rehberliğinden mahrum sekuler anayasalar, değişen şartlar karşısında kifĂ‚yetsiz kalmaya mahkûmdur. Bu sebeple her devirde bu yasaları değiştirme ihtiyacı hĂ‚sıl olmaktadır.
LĂ‚kin ornek yaşayışıyla fiilî bir Kur ’Ă‚n tefsiri olan Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’in VedĂ‚ Hutbesi ise, muhteşem bir anayasadır. KıyĂ‚mete kadar değişmeden kalacak bir hak, hukuk, adĂ‚let ve insanlık beyannĂ‚mesidir.
Merhum Necip Fazıl ne guzel hulĂ‚sa etmiş:
Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselĂ‚m;
Zaman ve mekĂ‚n ustu biricik rejim, İslĂ‚m...
Dipnotlar:
[1] Bu hususta tafsîlĂ‚tlı mĂ‚lumat icin Aklın Cinneti DEİZM adlı kitabımıza bakılabilir.
[2] İbn-i AsĂ‚kir, TĂ‚rîhu Dımaşk, c. 49, s. 180.
[3] Şeyh Seyfuddîn Hazretleri ’nin irşĂ‚dından mustefîd olan BĂ‚burlu Sultanı Âlemgîr Evrengzîb (hukumdarlığı: 1658-1707), adĂ‚leti hakkıyla tevzî edebilmek icin, Hanefî fıkıh kitaplarında dağınık hĂ‚lde bulunan kuvvetli goruşlerin hukum ve fetvĂ‚lara esas olacak şekilde yeniden tasnif ve tanzim edilmesini emretti. Bu maksatla 40 kişilik bir heyet kurdu. Bu Ă‚limlerin ortak calışmasıyla 1664-1672 seneleri arasında el-FetĂ‚va ’l-Hindiyye (Âlemgîriyye) adlı eser kaleme alındı. FetvĂ‚lar icin, cokca tercih edilen ve kuvvetli rivĂ‚yetlere dayanan goruşler esas alındı. Sultan, ilmî calışmalara bizzat nezĂ‚ret etti ve eserin hazırlanması icin hicbir masraftan kacınmadı. Eser tamamlandıktan sonra SultĂ‚n ’ın emriyle devletin resmî makamlarınca tatbîke konuldu.
el-FetĂ‚va ’l-Hindiyye, musluman Hint-Turk devletlerinde asırlarca adlî ve idĂ‚rî sisteme esas teşkil etmiştir. Hemen hemen İslĂ‚m dunyasının her tarafında yapılan hukûkî duzenleme ve kanunlaştırma faaliyetlerinde ve İslĂ‚m hukûkuyla alĂ‚kalı araştırmalarda başvurulan temel kaynaklardan biri olmuştur.
[4] Ahmed Cevdet Paşa ’nın (1823-1895) adliye nĂ‚zırlığı, Osmanlı muesseselerine yeniden ve Avrupaî bir şekil verme temĂ‚yulunun kuvvetlendiği bir hengĂ‚ma rastlamıştı. Bu temĂ‚yul, adlî hayatımızı da tesiri altına almıştı. Bu tesir oyle bir safhaya geldi ki, asırlardan beri teşekkul etmiş olan ve orfumuzle yoğrulup dînî olduğu kadar aynı zamanda millî bir karakter de taşıyan hukukumuz icin Batı ’dan kĂ‚nun ithal etme arzuları başgosterdi. Napolyon Code Civil ’i denilen Fransız Medenî Kanunu aynen tercume edilip alınarak, musluman halka tatbik edilmesi gibi gĂ‚filĂ‚ne arzular belirmişti. Ancak Ahmed Cevdet Paşa, kendi ihtisas sahasındaki bu temĂ‚yulu buyuk bir basîret ve firĂ‚set gostererek aslĂ‚ doğru bulmadı. Sarsılmaz bir dirĂ‚yetle bu yanlış gidişin onune gecti. Zira aksi durumda ortaya cıkabilecek mahzurları acıkca idrĂ‚k etmekteydi.
İşte bu yoldaki gayretlerinin neticesi olarak, onun başkanlığında bir ilim heyeti tarafından hazırlanan ve muazzam bir hukuk Ă‚bidesi olan “Mecelle-i AhkĂ‚m-ı Adliyye”, yani kısaca “Mecelle” denilen İslĂ‚m Medenî Kanunu meydana geldi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkur Ufku, Erkam Yayınları
İslam ve İhsan
ADALET KULESİNİN OZELLİKLERİ