Hz. Musa (a.s.) kimdir? Hz. Musa (a.s.) nerede doğdu? Hz. Musa ’nın (a.s.) adı Kuran ’da geciyor mu? Hz. Musa ’ya (a.s.) indirilen ilahi kitap hangisidir? Hz. Musa (a.s.) hangi kavme gonderildi? Hz. Musa ’nın (a.s.) mucizeleri nelerdir? Hz. Musa (a.s.) kac yıl yaşadı? Hz. Musa ’nın (a.s.) kabri nerede? Ulu ’l-azm” peygamberlerden Hz. Musa ’nın (a.s.) hayatı, mucizeleri ve kıssası.İlahi kitapların ilki olan Tevrat ’ın verildiği peygamber: Hz. Musa ’nın (a.s.) kısaca hayatı.
HZ. MUSA ’NIN (A.S.) KISACA HAYATI - Musa Aleyhisselam Kimdir? Hz. Musa (a.s.) Mısır ’da doğdu. Hz. Musa (a.s.) Yakup Aleyhisselam ’ın neslindendir. Annesinin adı İmran ’dır. Harun Aleyhisselam ile kardeştir. Hz. Musa (a.s.) Allah indinde cok hayÂlı, şerefli ve kıymetli bir peygamber olup iri cusseli ve duz saclı idi.
Hz. Musa ’nın (a.s.) adı Kuran ’da 136 defa gecer. Ulu ’l-azm (en yuksek derecedeki) peygamberlerin ucuncusudur. Kendisine dort kutsal kitaptan biri olan Tevrat verildi. Musa Aleyhisselam ’a Allah ile konuşması sebebiyle “KelîmullÂh” dendi.
Mısır hukumdarı Firavun gorduğu bir ruya ile tum erkek cocuklarının oldurulmesini istedi. Musa Aleyhisselam ’ın annesi İmrÂn, onu bir sandık icerisinde Nil nehrine bıraktı. Allah ’ın lutfu ile bu sandık Firavun ’un sarayına gitti ve Firavun ’un hanımı Asiye bu cocuğa sahip cıktı. Firavun ’un da sarayda kalmasına izin vermesi ile Musa Aleyhisselam Firavun ’un sarayında buyudu.
Musa Aleyhisselam yanlışlıkla bir adamı oldurmesi sonucu Firavun ’un kısas yapmak istemesi dolayısı ile Mısır ’dan ayrılarak Medyen ’e gitti. Burada Şuayp Peygamber ile tanıştı. Onun kızı Safura ile evlendi ve on yıl onun koyunlarını guderek cobanlık yaptı.
On yıl Medyen ’de kalan Musa Aleyhisselam İsraîloğulları ’nı zulum altında bulundukları Mısır ’dan cıkarmak icin Mısır ’a giderken Tur Dağı ’nda kendisine iki mucize ile birlikte peygamberlik verildi ve Firavun ’a tebliğ icin vazifelendirildi.
Musa Aleyhisselam ’a asa ve elini koynuna soktuğunda parlak bir guneş gibi bembeyaz bir hÂle gelmesi mucizeleri verildi. Allah ’ın dinini tebliğ eden ve mucizeler gosteren Musa Aleyhisselam ’a Firavun iman etmedi ve iman edenlere de zulum ve işkenceler yaparak oldurttu.
Musa Aleyhisselam iman edenlerle birlikte Mısır ’dan ayrılan Kızıldeniz ’e geldiğinde deniz ikiye ayrıldı fakat kafileyi takip eden Firavun ve ordusu Kızıldeniz ’de boğularak helak oldu.
Mısır ’dan ganimetleri de alıp cıktıktan sonra Musa Aleyhisselam Benî İsrÂîl ’i Kenan diyÂrına doğru “Arz-ı Mev ’ûd” denilen yere yerleştirmek icin gotururken İsrailoğulları ’nın orada bulunan AmÂlika kavminden korkması sebebi ile Allah onları 40 yıl Tih Sahrası ’nda kalmaya mahkûm etti.
Mısır ’dan cıktıktan sonra Musa Aleyhisselam ’ın Tûr-i Sîn ’da kırk gece kaldıktan sonra kendisine Tevrat indirildi. Musa Aleyhisselam, kardeşi Harun Aleyhisselam ’ı yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı ’na gittikten sonra, SÂmirî isimli nankor bir Yahudi Hz. Musa ’nın (a.s.) yokluğunu fırsat bilerek bir buzağı yaptı ve ona tapmalarını istedi.
Musa Aleyhisselam İsrailoğulları ’na iman etmeleri icin uzun uğraşlar verdi ve bircok mucizeler gosterdi. Onları imana davet etti fakat onlar coğu kez nankorluk yaparak yoldan cıktılar. Allah Benî İsrÂîl ’den kotulukte kasten ısrar edenleri maymun şekline soktu, sonra da onları helÂk etti.
Musa Aleyhisselam- ’ın 120 yaşında vefat ettiği ve Kudus civarında defnedildiği rivayet edilir.
Ulu ’l-azm” peygamberlerden Hz. Musa ’nın (a.s.) ayrıntılı hayatı.
HZ. MUSA ’NIN (A.S.) HAYATI - Musa Peygamber Kimdir? Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-, “ulu ’l-azm” peygamberlerin ucuncusudur. Ya ’kûb -aleyhisselÂm- ’ın neslindendir. Benî İsrÂîl peygamberidir. Kur ’Ân-ı Kerîm ’de ismi en cok zikredilen peygamberdir. Muhtelif Âyetlerde ceşitli vesîlelerle 136 defa ismi zikredilmektedir.
Mûs -aleyhisselÂm- ile HÂrûn -aleyhisselÂm- kardeştir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselÂm- ’ı ulkesinin mÂliye nÂzırı (hazîne bakanı) yapan Mısır firavunlarından ReyyÂn bin Melik mu ’min idi. Kendisinden sonra KÂbus firavun oldu. Bu şahıs, Yûsuf -aleyhisselÂm- ’a îmÂn etmedi, ancak O ’nu vazîfesinden de almadı. Daha sonra gelen firavunlar ise, Benî İsrÂîl ’e kıymet vermediler.
Yûsuf -aleyhisselÂm- ’dan sonra İsrÂîloğulları Mısır ’da kaldı. Bunlar, Yûsuf, Ya ’kûb, İshÂk ve İbrÂhîm -aleyhimusselÂm- ’ın dînine bağlı idiler. Mısır ’ın eski yerlileri olan Kıptîler ise, putperestti. Yıldızlara ve putlara taparlardı. Benî İsrÂîl kavmini de hor ve hakîr gorurlerdi. Firavunları gaddar ve zÂlim insanlardı. Benî İsrÂîl ’in coğalmalarından endişe duymaktaydılar. Cunku Sıptî denilen Benî İsrÂîl kavmi coğalırsa, iktidar onların eline gecebilirdi.
Bu duruma daha fazla tahammul gosteremeyen Kıptîler, başta firavunları olmak uzere Sıptîlere zulum ve eziyet etmeye başladılar. Onların gittikce şiddetlenen zulumlerine dayanamayan Sıptîler ise, icinde bulundukları hÂlden iyice usandılar. Artık burada ictimÂî ve siyÂsî haklarını tamamen kaybetmişlerdi. Ya ’kûb -aleyhisselÂm- ’ın yurdu olan Kenan diyÂrına gitmek istediler. Ancak bir turlu muvaffak olamadılar. Cunku Firavun, onları piramitlerin yapımı gibi ağır işlerde calıştırıyor ve bu yuzden bırakmak istemiyordu.
On iki kabîle olan İsrÂîloğulları ’nın her biri, Ya ’kûb -aleyhisselÂm- ’ın oğullarından birine bağlı idi. Firavun, onları zor şartlarda calıştırıyor, zulmediyor ve devamlı baskı altında tutuyordu. Calışamayacak olanlara dahî ağır vergiler koyuyor, guneş batmadan vergisini getirmeyenlerin kollarını bağlatıyor ve bir ay o şekilde bırakıyordu. Firavun ’un bu zulumleri Âyet-i kerîmelerde şoyle bildirilmektedir:
“Firavun Mısır toprağında gercekten azmış, halkını ceşitli zumrelere bolmuştu. Onlardan bir zumreyi gucsuz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Cunku o, bozgunculardan idi.” (el-Kasas, 4)
“…Şuphesiz Firavun, HÂmÂn ve askerleri yanlış yolda idiler.” (el-Kasas, 8)
Bu zulum ve buhran devrinde Hak TeÂlÂ, Mûs -aleyhisselÂm- ’ı gonderdi:
“Biz ise, o yerde gucsuz duşurulenlere lutufta bulunmak, onları onderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vÂris kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hÂkim kılmak; Firavun ’a, HÂmÂn ’a ve ordularına, onlardan (İsrÂîloğulları ’ndan gelecek diye) korktukları şeyi gostermek (istiyorduk).” (el-Kasas, 5-6)
FİRAVUN ’U KORKUTAN RUYA Firavun, bir gece ruyÂsında Beyt-i Makdis ’ten bir ateşin cıkıp, Kıptîlerin evlerini yaktığını, ancak İsrÂîloğulları ’na bir zarar vermediğini gordu. RuyÂyı tÂbir ettirdi. Ona:
“–Benî İsrÂîl ’den bir cocuk cıkacak ve senin saltanatını yıkacak!” dediler.
Bunun uzerine Firavun, İsrÂîloğulları ’ndan doğacak olan butun erkek cocukların oldurulmesini emretti.
Kamıştan Âletler yaparlar; doğumu yaklaşmış olan kadınların karınlarına saplayıp buyuk bir eziyet ile onlara bir an once doğum yaptırırlardı. Eğer doğan cocuk erkekse, onu hemen keserlerdi.
RivÂyete gore Firavun ’u boylesine cirkin ve kotu bir işe sevk eden diğer bir sebep de şuydu:
İsrÂîloğulları kendi aralarında Hazret-i İbrÂhîm zurriyetinden bir peygamberin geleceğini ve Mısır melîkinin (Firavun ’un) helÂkinin onun eliyle gercekleşeceğini konuşuyorlardı. Bunun sebebi de Hazret-i İbrÂhîm ’in hanımı SÂre vÂlidemizle Firavun arasında gecen hÂdiseydi. Firavun ona kotuluk yapmak istemiş, ama AllÂh TeÂl onu korumuştu. Dolayısıyla CenÂb-ı Hak, İbrÂhîm -aleyhisselÂm- soyundan gelen İsrÂîloğullarını da Firavun ’un zulmunden kurtaracaktı. Bu mujde İsrÂîloğulları arasında meşhur olmuştu. Kıptîler bile bu haberi dile getirmeye başladılar. Vaziyet Firavun ’a bildirilince, adamlarıyla goruşup doğan butun erkek cocukların oldurulmesini emretti. Maksadı kendini helÂk edecek cocuğun buyumesine mÂnî olmaktı. Fakat bu tedbir takdîr-i ilÂhîyi değiştirmeyecekti.
Bu sırada Hazret-i Ya ’kûb ’un neslinden olan İmrÂn ’ın oğlu Hazret-i Mûs dunyÂya geldi. Ebelerden biri Hazret-i Mûs ’nın yakını idi. Mûs doğduğunda alnında cok parlak bir nûr gordu. Hayret ve dehşet icinde kaldı.
Daha sonra, ebeler doğumu muteÂkib dışarı cıkınca, Firavun ’un adamları iceri girdi. O an, Mûs -aleyhisselÂm- ’ın annesi, heyecan ve telÂş icinde cocuğu tandırın icine koydu. Askerler cıkınca da, buyuk bir endişe ile derhal tandırı actı. Gordu ki evlÂdı, tıpkı Hazret-i İbrÂhîm -aleyhisselÂm- gibi ateşin ortasında selÂmetle duruyordu. Onu hemen kucağına aldı, cok sevindi ve CenÂb-ı Hakk ’a şukretti. Daha sonra kendisine AllÂh ’tan bir ilhÂm geldi; cocuğunu emzirmesi, tehlike Ânında da Nil nehrine bırakması emredildi ve evlÂdının kendisine geri verileceği, buyuk bir peygamber olacağı mujdelendi. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Mûs ’nın annesine:
«O ’nu emzir! Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde O ’nu denize (Nil nehrine) bırakıver! Hic korkup kaygılanma! Cunku Biz, O ’nu sana geri vereceğiz ve O ’nu peygamberlerden biri yapacağız.» diye bildirdik.” (el-Kasas, 7)
Bunun uzerine Mûs -aleyhisselÂm- ’ın annesi, bir marangoza koşup bir sandık yaptırdı. Mûs -aleyhisselÂm- ’ı icine koyarak Nil nehrine bıraktı.
Sandığı yapan marangoz, işin farkına varmıştı. Hemen Firavun ’un yanına giderek şikÂyete teşebbus etti. Fakat dili tutuldu, hicbir şey soyleyemedi. Sonunda Firavun ’un adamları onu kovdular.
Sandık Nil ’den sarayın bahcesine geldi. CÂriyeler onu alıp Âsiye vÂlidemize goturduler.
HZ. MUSA (A.S.) VE FİRAVUN Yûsuf -aleyhisselÂm- ’a îmÂn eden Mısır Melîki ReyyÂn bin Velîd ’in soyundan gelen Âsiye, Firavun ’un hanımıydı. Bir sandık icinde kendisine getirilen Mûs ’yı gorunce, gonlunde O ’na karşı buyuk bir muhabbet peyd oldu. Cocuk cok guzeldi. Onu kucağına alıp bağrına bastı. Sonra Firavun ’un yanına goturdu ve:
“–Bu bizim cocuğumuz olur, ilerde bize cok yardımı dokunur, bizi korur! Buna kıyma! Bu, ikimizin de guzel bir yavrusu sayılır!” gibi sozlerle onu ikn etmeye muvaffÂk oldu.
“Firavun ’un karısı (sandığın icinden erkek cocuk cıkınca kocasına):
«Benim ve senin icin bir goz aydınlığıdır! Onu oldurmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlÂd ediniriz.» dedi. HÂlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.” (el-Kasas, 9)
Hazret-i Mûs ’ya bir sut anne arandı. Fakat cocuk, hicbir anneyi emmiyordu. Mûs -aleyhisselÂm- ’ın ablası Meryem, annesinin sut annesi olabileceğini haber verdi. Cunku:
“Annesi, Mûs ’nın ablasına:
«–O ’nun izini takip et!» demişti. O da, onlar farkına varmadan kardeşini uzaktan gozetlemişti. Biz daha onceden (annesine geri verilinceye kadar) O ’nun sut annelerini kabûl etmesine (onları emmesine) musÂade etmedik. Bunun uzerine ablası:
«–Size, O ’nun bakımını nÂmınıza ustlenecek, hem de O ’na iyi davranacak bir Âile gostereyim mi?» dedi.” (el-Kasas, 11-12)
Ablasının teklifini kabûl ettiler:
“Boylelikle Biz O ’nu, anasına, gozu aydın olsun, gam cekmesin ve AllÂh ’ın va‘dinin gercek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de pek coğu (bunu) bilmezler.” (el-Kasas, 13)
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın annesi, Âsiye vÂlidemizin Mûs ’yı emzirmesi husûsundaki talebini, kendisinden şuphelenmesinler diye hemen kabûl etmedi. Cunku bu Âyetteki va ’din muhakkak gercekleşeceğini biliyordu:
“–Benim HÂrûn isminde bir oğlum var![1] Bu şekilde kabûl ederseniz emzireyim; aksi hÂlde emziremem!” dedi.
Boylece O ’nun, Mûs ’nın annesi olduğunu anlamadılar. Ve Mûs ’ya ucret mukÂbili sut vermesini emrettiler.
Firavun ile hanımı, Hazret-i Mûs ’yı evlÂd edinmek isterlerken, herhÂlde O ’nun kendi inisiyatiflerinde terbiye edilmekle kendilerine tÂbî olarak yetişeceğini sanmışlardı. Ancak, insan hayÂtının tahakkukunda iki onemli Âmil mevcuddur: VerÂset ve terbiye… İnsan, bazen verÂsetin, bazen terbiyenin, bazen de her ikisinin tesiri altında kalır. Nitekim bu hakîkat, Âyet-i kerîmede “Onlar işin sonunu sezemiyorlardı!” şeklinde ince bir uslûb ile ifÂde edilmektedir.
Firavun, Hazret-i Mûs ’yı bulup oldurebilmek maksadıyla rivÂyete gore 980.000 mÂsumu katletmişti. CenÂb-ı Hak ise Hazret-i Mûs ’yı baş duşmanının sarayında yetiştirecek, O da, birgun Firavun ’u, tahtı ve saltanatıyla birlikte hÂk ile yeksÂn edecekti. Cunku peygamberler, AllÂh ’ın husûsî terbiye ve sıyÂneti altındadırlar.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şoyle buyurmuşlardır:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi guzel yaptı.” (Suyûtî, el-CÂmiu ’s-Sağîr, I, 12)
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın annesi, O ’nu Firavun ’un sarayında emzirmeye başladı. Fakat Vezir HÂmÂn, durumdan şuphelendi ve:
“–Bu cocuk senin mi?! Cunku senden başka hicbir annenin sutunu emmedi, yalnız senin sutunu emdi!” dedi.
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın annesi de:
“–Her nedense butun cocuklar beni sever, ben de onları severim.” gibi sozlerle HÂmÂn ’ı ikn etti.
Netîcede ona maaş bağladılar ve kendisini altınlarla taltîf ettiler. Bu, AllÂh ’ın buyuk bir lutfuydu. Nitekim CenÂb-ı Hak buyurur:
“...Eğer Biz, (va ’dimize) inananlardan olması icin onun (Mûs ’nın annesinin) kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana cıkaracaktı. (Bu benim oğlumdur, deyiverecekti.) (el-Kasas, 10)
Âsiye vÂlidemiz Mûs ’yı ozlediği zaman, sut annesiyle birlikte onu saraya getirtir, hediyelerle karşılardı. Birgun MûsÂ, Firavun ’un odasına goturuldu. Firavun O ’nu kucağına aldı. MûsÂ, sertce Firavun ’un sakalını cekti; kıl kopardı ve bir de tokat attı veya Firavun ’un elindeki kamcıyı alıp ona vurdu. Firavun kızdı:
“–İşte benim aradığım duşman budur!” dedi. Mûs ’nın katledilmesine karar verdi.
Âsiye vÂlidemiz hemen koştu:
“–O cocuktur! Aklı ermez… İstersen imtihÂn edelim. Bir tabak yÂkut ve elmas, bir tabak da ateş alalım. Eğer MûsÂ, yÂkûtu alırsa akıllıdır; ateşi alırsa cocuktur!” dedi.
Firavun kabûl etti. Mucevher ve ateş dolu birer tabak getirtip Mûs ’nın onune koydurdu. Mûs -aleyhisselÂm-, elini cevher dolu tabağa gotururken AllÂh ’ın emriyle CebrÂîl -aleyhisselÂm- mudÂhale etti ve elini itti. O da ateş korunu aldı, ağzına goturdu; dili yandı ve peltek oldu. O ’nun bu peltekliği Tûr Dağı ’nda yaptığı duÂya kadar devÂm etmiştir.
Bu durumu goren Firavun:
“–Evet cocukluğundan boyle yapmış!” dedi ve Mûs ’yı affetti. Yine sarayda alıkoydu.
Muhyiddîn İbnu ’l-Arabî -kuddise sirruh- Fusûsu ’l-Hikem isimli eserinde şoyle buyurur:
“Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûs ’yı imh icin 980.000 mÂsumu katletmiştir. Bu cocukların hepsi, Hazret-i Mûs ’ya hayÂtında imdÂd olmak, onun rûhÂniyetini guclendirmek icin olduruluyorlardı. Cunku Firavun ve Firavun Âilesi, Mûs ’yı henuz bilmiyorlarsa da Hak TeÂl biliyordu. Elbette bunların herbirinin alınan hayÂtı, Mûs ’ya Âit olacaktı. Zîr gÂye o idi.”
AllÂh TeÂlÂ, Mûs -aleyhisselÂm- ’ı etrafındaki butun insanlara sevdirdi:
“…(Ey MûsÂ! Sevilmen) ve Ben ’im nezÂretimde yetiştirilmen icin Sana tarafımdan bir sevgi verdim.” (TÂhÂ, 39)
Bu ilÂhî lutuf sebebiyle Mûs ’yı her goren şahsın gonlunde O ’na karşı bir sevgi uyanırdı. NihÂyet kendisine peygamberlik verildi:
“MûsÂ, yiğitlik cağına erip olgunlaşınca, Biz O ’na hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri Biz boyle mukÂfatlandırırız.” (el-Kasas, 14)
Âyet-i kerîmede gecen «اَشُدَّهُ» kelimesi, Mûs -aleyhisselÂm- ’ın hem fiziken hem de rûhen kemÂle ermesi mÂnÂsındadır ki, ekseriyetin goruşune gore bu, kırk yaşıdır. O, bu yaşa gelince AllÂh O ’na “hukum” ve “ilim” vermiştir. “Hikmet” olarak da mÂn verilen “hukm” kelimesi, tefsîrlerde ekseriyetle “peygamberlik” şeklinde îzÂh edilmiştir.
Bundan sonra Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-, Firavun ’un dîninin bozuk ve bÂtıl olduğunu tebliğ etmeye başlamıştır.
Kıptînin Olumu Firavun ’un, Kıptîlerden Fatun isimli zÂlim bir ekmekcisi vardı. Bu kişi, birgun SÂmirî isimli bir Sıptîyi dovmekteydi. SÂmirî, Hazret-i Mûs ’dan yardım istedi. Mûs -aleyhisselÂm- da onları ayırmak icin araya girdi; Fatun ’u iteledi ve ona vurdu. Bu kadarcık bir mudÂhale karşısında Fatun, yere duşerek can verdi.
Mûs -aleyhisselÂm- bu duruma cok uzuldu. Zîr O ’nun Fatun ’u oldurmek gibi bir maksadı yoktu. O sÂdece SÂmirî ’yi korumak istemişti. Buyuk bir kederle Hak TeÂl ’ya iltic etti; mağfiret diledi.
Âyet-i kerîmelerde bu hÂdise şoyle anlatılmaktadır:
“MûsÂ, ahÂlîsinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri duşman tarafından olan iki adamı birbiriyle doğuşur buldu. Kendi tarafından olanı, duşmana karşı O ’ndan yardım diledi. Mûs da otekine bir yumruk vurup olumune sebep oldu. (Bunun uzerine «–Bu şeytan işidir. O, gercekten saptırıcı, apacık bir duşman!» dedi.” (el-Kasas, 15)
Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-, her yerde tevhîdi tebliğe başlayıp insanlara hakîkatleri bildirdiği icin Firavun ’un Kıptîleri kendisine cephe almıştı. Bu yuzden ahÂlî evlerine cekildiği bir vakitte şehre girmişti. «Bu iş, şeytan işi!» derken, Hazret-i Mûs ’nın, yaptığı işe değil, zÂten olum cezÂsını hak etmiş olan maktulun sucuna işÃ‚ret ettiği belirtilmektedir. Bununla beraber, onu oldurme emri almamış olduğundan, Hazret-i Mûs ’nın bu sozuyle kendi fiilini kasdettiği de ifÂde olunmaktadır. Ancak O ’nun, boyle bir maksadı yoktu. Duşunmediği bir netîceyle karşılaştığından:
“MûsÂ: «–Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş actım). Beni bağışla!» dedi. AllÂh da O ’nu bağışladı. Cunku cok bağışlayıcı, cok esirgeyici olan O ’dur.
MûsÂ: «–Rabbim! Bana lutfettiğin nîmetlere and olsun ki, artık suclulara (ve suca sevk edenlere) asl arka cıkmayacağım.» dedi.” (el-Kasas, 16-17)
Bu arada Kıptîler, Firavun ’a olen Kıptînin kÂtilinin bulunması icin şikÂyette bulundular. Firavun, kimin oldurduğune dÂir şÃ‚hid istedi. Herhangi bir şÃ‚hid getiremediler. Bunun uzerine Firavun, aranan şahsın bulunması icin şehir dışına cıktı.
Ertesi gun Hazret-i MûsÂ, aynı Sıptî ’yi başka bir Kıptî ile yine kavga ederken gordu. Sıptî, Mûs -aleyhisselÂm- ’dan tekrar yardım istedi. Mûs ise:
“Senin yuzunden nefsime zulmettim!” dedi.
Bu sozu duyan oradaki Kıptî, derhal Firavun ’a koştu ve Hazret-i Mûs ’yı şikÂyet ederek:
“–Sizin fırıncınız olan Fatun ’un kÂtili Mûs ’dır!” dedi.
Firavun kısÂs kararı aldı.[2] Bunu, Firavun ’un amcasının oğlu gizlice Mûs -aleyhisselÂm- ’a haber verdi. Cunku o, Hazret-i Mûs ’ya îmÂn edenlerdendi.
Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm- ’ın Kıptîyi oldurdukten ve affı icin Rabbine yalvardıktan sonraki durumu, Âyet-i kerîmelerde şu şekilde ifÂde edilmektedir:
(MûsÂ), şehirde korku icinde (etrafı) gozetleyerek sabahladı. Bir de ne gorsun, dun kendisinden yardım isteyen kimse, feryÂd ederek yine O ’ndan imdÂd istiyor. Mûs O ’na dedi ki:
«–Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!» MûsÂ, ikisinin de duşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki:
«–Ey MûsÂ! Dun bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek Sen, yeryuzunde ancak yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun da ıslÂh edicilerden olmak istemiyorsun!»” (el-Kasas, 18-19)
Bu esnÂda:
“Şehrin obur ucundan bir adam koşarak geldi:
«–Ey MûsÂ! İleri gelenler seni oldurmek icin hakkında muzÂkere ediyorlar. Derhal (buradan) cık! İnan ki ben, Sen ’in iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi.
Mûs korka korka, (etrafı) gozetleyerek oradan cıktı:
«–Rabbim! Beni zÂlimler gurûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas, 20-21)
Mûs -aleyhisselÂm- bu davranışıyla, aynı zamanda gercek bir tevekkulun de nasıl olması gerektiğini sergilemektedir:
Once istişÃ‚re, sonra azim (karar), ardından tedbîr (uygulama) ve netîceyi AllÂh ’a emÂnet etmek (du ve rızÂ). İşte gercek tevekkul!..
Mısır ’dan Medyen ’e Mûs -aleyhisselÂm-, hic vakit kaybetmeden Medyen ’e doğru hareket etti. Aslında O, şehir dışına hic cıkmamıştı ve nereye gideceğini de bilmiyordu. Hatt yanına yiyecek bile almamıştı. AllÂh TeÂlÂ, CebrÂîl -aleyhisselÂm- ’ı gonderdi de kendisine Medyen yolunu gosterdi. Medyen, o zaman Mısır ’dan sekiz gunluk bir mesÂfede idi.
“Medyen ’e doğru yoneldiğinde: «Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir!» demişti.” (el-Kasas, 22)
Medyen halkı ile Mûs -aleyhisselÂm- arasında akrabÂlık bulunduğu rivÂyet edilmektedir. Zîr Medyenliler de Hazret-i Mûs da İbrÂhîm -aleyhisselÂm- ’ın evlÂdlarındandı. Hatt Medyen, İbrÂhîm -aleyhisselÂm- ’ın oğullarından birinin adı idi ve bu şehir Firavun ’un idÂresi altında değildi.
NihÂyet Mûs -aleyhisselÂm- Medyen ’e ulaştı. Halk, Medyen kalesinden surulerini cıkarıyordu. Hazret-i Mûs ’nın durduğu yerde bir su kuyusu vardı. Ve kaleden cıkan suruler, oraya doğru geliyorlardı. Biraz sonra, herkes koyunlarını sulamak icin kuyunun etrafına uşuşmuştu. Ancak iki hanımın koyunlarını alıp kenarda durmaları ve kalabalığa karışmamaları, Hazret-i Mûs ’nın dikkatini cekti. Onlara sordu:
“–Siz niye bekliyorsunuz? Hayvanlarınızı nicin sulamıyorsunuz?”
Hanımlar:
“–Cobanlar gitmedikce hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Mûs -aleyhisselÂm-:
“–Kimseniz yok mu?” dedi.
Hanımlar:
“–Babamız cok yaşlı ve hÂlsiz. Bu sebeple koyunları biz sulayıp otlatmak zorunda kalıyoruz. Erkeklerin icine girmek istemediğimiz icin onlar cekilip gidince surulerimize su veriyoruz. Fakat bazen de once onlar suladığı icin kuyuda su bitmiş oluyor; hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“MûsÂ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan bircok insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın gordu, (hayvanlarını sudan) men ediyorlardı. Onlara:
«–Sizin bu hÂliniz nedir?» dedi.
Şoyle cevap verdiler:
«–Cobanlar sulayıp cekilmeden biz (onların icine girip hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da cok yaşlıdır.»” (el-Kasas, 23)
Bunlar, Hazret-i Şuayb -aleyhisselÂm- ’ın kızları Safura ile Sufeyr idi.
Mûs -aleyhisselÂm-, sekiz gundur ac olmasına rağmen cok guc de olsa kuyudan su cekti ve Safura ile Sufeyr ’nın hayvanlarını suladı. Hanımlar teşekkur edip oradan ayrıldılar.
“Bunun uzerine MûsÂ, onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra golgeye cekildi ve: «Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtÂcım!» dedi.” (el-Kasas, 24)
Mûs -aleyhisselÂm-, gunlerdir bir şey yememişti; cok actı. Bu sozleriyle de Rabbinden kendisine azık ihsÂn etmesini niyÂz etmekteydi.
Âyetin ikinci cumlesine: «Doğrusu bana indirdiğin hayırdan dolayı muhtÂcım!» mÂnÂsı da verilmektedir. Buna gore Mûs -aleyhisselÂm-, kendisine tevdî edilen yuce vazîfeye ve dunyÂda fakir duşuşune işÃ‚ret ediyordu. Cunku O, Firavun ’un yanında bolluk icinde idi. Fakat bu sozler, şikÂyet değil, CenÂb-ı Hakk ’ın kendisini selÂmete eriştirmesine şukur ve aclığını gidermesi icin de niyaz kabîlindendi.
Şuayb -aleyhisselÂm-, kızlarının davarları sulamaktan erken donduklerini gorunce şaşırdı ve bunun sebebini sordu. Kızları da, daha once o beldede hic gormedikleri sÂlih bir insanın kendilerine yardım ettiğini soylediler.
Şuayb Aleyhisselam ’ın Hz. Musa ’yı (a.s.) Yanına Cağırması Şuayb -aleyhisselÂm-, Mûs -aleyhisselÂm- ’ı yanına cağırttı ve ona kim olduğunu sordu.
Mûs -aleyhisselÂm-:
“–Ben Ya ’kûb -aleyhisselÂm- neslinden İmrÂn oğlu Mûs ’yım.” dedi ve başından gecenleri anlattı.
Şuayb -aleyhisselÂm-:
“–Korkma! Burada Firavun ’un hukmu gecmez!” dedi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Derken, o iki kadından biri, utana utana yuruyerek O ’na geldi:
«–Babam, bizim icin (hayvanları) sulamanın karşılığını odemek icin Sen ’i cağırıyor!» dedi. MûsÂ, O ’na gidip başından geceni anlatınca (Şuayb):
«–Korkma! O zÂlim kavimden kurtuldun!» dedi.” (el-Kasas, 25)
Şuayb -aleyhisselÂm- yemek ikrÂm etti. Hazret-i MûsÂ, o kadar ac olmasına rağmen yemekte tereddutluydu. Şuayb -aleyhisselÂm- sebebini sordu. Mûs -aleyhisselÂm-:
“–Biz oyle bir Âileyiz ki, butun dunyÂyı verseler, bir Âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek icin değil, rızÂ-yı ilÂhî icin yardım etmiştim.” dedi.
Şuayb -aleyhisselÂm- bu cevÂba cok memnûn oldu ve:
“–Bu ikrÂmımız, yaptığın yardım icin değil, misÂfirimiz olduğun icindir; haydi ye!” dedi.
Bunun uzerine cok yorgun ve ac olan Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-, yemeği yedi ve istirahate cekildi.
Safura, babasına bu kimseyi ucretle tutmasını tavsiye etti:
(Şuayb ’ın) iki kızından biri: «Babacığım! O ’nu ucretle (coban) tut! Cunku ucretle istihdÂm edeceğin en iyi kimse, guclu ve guvenilir olandır!» dedi.” (el-Kasas, 26)
Ve ekledi:
“–Bu hasletler de, işte bu kimsede mevcuddur. Cunku O, bizim yuzumuze dahî bakmadı. Yolda da cok geriden yuruyordu. Anlaşılıyor ki cok emîn bir kimsedir!”
Burada, kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, oz olarak ne kadar guzel tespit edilmiştir:
1. LiyÂkat: İşi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek guce mÂlik olmak.
2. EmÂnet: Doğru ve guvenilir olmak.
ArÂis-i MecÂlis adlı kitapta nakledilen bir rivÂyette:
“FirÂset bakımından kadınların en ustunu ikidir. İkisi de Hazret-i Mûs hakkındaki teşhislerinde firÂsetle isÂbet etmiştir:
Biri, Firavun ’un hanımı Âsiye ’dir. (O, Mûs bir sandık icinde saraya getirilince, gonlu O ’na meylederek, alıp Firavun ’a goturmuş «Bu cocuk, benim ve senin icin goz nûru, goz aydınlığı olsun! O ’nu oldurme!» demişti.
Diğeri ise Şuayb -aleyhisselÂm- ’ın kızıdır. (O da «Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak icin O ’nu ucretle tut! O, ucretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!» demişti.”
FirÂset; sÂlih mu ’minlerde meydana gelen isÂbetli sezgidir, keşif hÂlidir. YÂni, akıllılık, zek ve seziş demek olan firÂset, kalbde vukû bulan mÂnevî bir idrÂk kÂbiliyetidir.
Hazret-i OsmÂn -radıyallÂhu anh-, gozu harÂma kayan bir kimseyi gormuş ve ona:
“–Gozunu haramdan koru!” demişti.
O da:
“–YÂ Halîfe! Gozumun harÂma baktığını sen nereden bildin?” deyince, OsmÂn -radıyallÂhu anh-:
«Mu ’minin firÂsetinden sakınınız! Cunku o, AllÂh ’ın nûruyla bakar!..» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsini okumuştur.
Yine Ebû Hanîfe Hazretleri, abdest alan bir genc gormuş:
“–Şu şu hatÂları yapma!” demiştir.
Genc, hayret edip Hazret-i İmÂm ’a:
“–YÂ İmÂm! Bu hatÂları işlediğimi nereden bildiniz?” diye sormuş, Ebû Hanîfe Hazretleri de:
“–Abdest ÂzÂlarından dokulen sulardan!” buyurmuştur.
Hazret-i Hatîce, Hazret-i Âişe ve Hazret-i FÂtıma -radıyallÂhu anhunne- de, hep firÂset sÂhibi vÂlidelerimizdir.
Hatîce annemiz, malını ve canını RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- uğruna fed etmiş ve O ’nu ilk tasdîk eden kimse rutbesine nÂil olmuştur. Hazret-i Âişe vÂlidemiz ise, RasûlullÂh ’ı anlama gucune, O ’nu mukemmel bir şekilde idrÂk etme kÂbiliyetine ve ahlÂk-ı peygamberîyi temsîl eden derin bir hissiyat ve duyguya sÂhipti. FÂtıma vÂlidemizde de, babasından akseden bir merhamet, şefkat ve takv hÂli mevcuddu. Boylece bir taraftan hepsinin muşterek vasıfları bulunmasına rağmen, diğer taraftan her birinde farklı farklı ve nÂdide hÂl tecellîleri bulunurdu.
FirÂsetin şartı, helÂl lokma yemek ve kalbî hayÂtı inkişÃ‚f ettirmektir.
VÂsıtî -radıyallÂhu anh- buyurur:
“FirÂset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır. Kalbde yerleşen mÂrifettir, (yÂni CenÂb-ı Hakk ’ı kalben bulabilme, kalben idrÂk edebilme ve O ’na yaklaşabilmektir). Bu mÂrifet ile gaybın sırları ayÂn olur…”
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh-, Mesnevî ’sinde mÂrifet sırrına şu şekilde acıklık getirir:
“Akıl, dunyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mÂhiyeti îcÂbı, hakîkate, ilÂhî esrÂra, yÂni mÂrifetullÂha vÂsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk icin bir vÂsıta gereklidir. O da gonuldur, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustaf ’ya kurbÂn olsun!”
EvliyÂullÂhtan AbdulhÂlık GucduvÂnî Hazretleri ’nin sohbetine gelen yabancı bir genc:
“«Mu ’minin firÂsetinden korkunuz! Cunku O, AllÂh ’ın nûruyla bakar!» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsinin sırrı nedir?” diye sordu.
AbdulhÂlık GucduvÂnî Hazretleri cevÂben:
“–Belindeki zunnÂrı cıkar! (Hristiyanların taktığı o kufur alÂmetini coz!) Ve İslÂm ol!..” dedi.
Bu firÂset dolu kerÂmet karşısında genc, Pîr ’in onunde kelime-i şehÂdet getirdi ve musluman oldu.
Hazret-i GucduvÂnî bu sefer ihvÂnına donup:
“–Biz de kalblerimizdeki zunnÂrı cıkaralım!” buyurdular.
Kalbdeki zunnÂr, kibir, gurur, hased, cimrilik ve kıskanclık gibi gonle girmiş olan kotu ahlÂktır.
HZ. MUSA ’NIN (A.S.) SAFURA İLE EVLENMESİ Şuayb -aleyhisselÂm-, Hazret-i Mûs ’yı cok beğenmişti. O ’nu yanında alıkoymak istedi. Bir cÂre duşundu. Sonunda kızı Safura ile evlenmesini teklîf etti. Mûs -aleyhisselÂm-, bunun nasıl mumkun olabileceğini sorunca Şuayb -aleyhisselÂm-, sekiz sene koyunlarına bakması şartıyla kızıyla evlenebileceğini soyledi. Ancak on sene bakarsa daha iyi olacağını bildirdi. GÂyesi, Hazret-i Mûs ’nın daha uzun muddet yanında kalması idi. Bu konuşma, Kur ’Ân-ı Kerîm ’de şoyle bildirilir:
(Şuayb) dedi ki: «Bana sekiz yıl calışman şartıyla şu iki kızımdan birini Sana nikÂhlamak istiyorum. Eğer on yılı tamamlarsan, artık o da Sen ’den (bir lutuf) olur; yoksa Sana ağırlık vermek istemem. İnşÃ‚allÂh beni iyi kimselerden bulacaksın!»” (el-Kasas, 27)
“Mûs şoyle cevap verdi: «Bu, Sen ’inle benim aramdadır. Bu iki sureden hangisini doldurursam doldurayım, bana karşı bir husûmet duymak yok. Soylediklerimize AllÂh vekîldir.” (el-Kasas, 28)
Bu Âyet-i kerîmede ictimÂî hayatta sıkca karşılaşılan bir husûsa dikkat cekilmiştir. İnsanların en guveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi acık acık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da AllÂh ’a tevekkul etmişler ve O ’nu bu anlaşmalarına şÃ‚hit tutmuşlardır.
Nitekim anlaştıkları şekilde Mûs -aleyhisselÂm-, Şuayb -aleyhisselÂm- ’ın surulerini gutmek sûretiyle hizmete başladı.
RivÂyete gore Mûs -aleyhisselÂm- koyunlarını guderken hicbirine bir değnek bile vurmaz, eziyet etmez ve onları ac bırakmazdı. AllÂh TeÂl da O ’nu İsrÂîloğullarına peygamber olarak gonderdi, O ’nunla konuştu. Mûs -aleyhisselÂm-, peygamberliğinden sonra da cobanlığa devÂm etti ve milletini bircok kotuluklerden korudu.
AllÂh ’ın yarattıklarına şefkatli davranmayan, AllÂh ’ın dostu olamaz. Kim de O ’nun mahlûkÂtını aziz tutar, onlara şefkatle muÂmele ederse, Hak ehlinin ulaştığı mertebelere nÂil olur.
Cobanlık, hemen hemen butun peygamberlerin mesleği olmuştur. Boylece, AllÂh onlara tebliğ vazîfesini vermeden once, idÂrecilikte lÂzım olan mes ’ûliyet hissi, vazîfeyi hakkıyla îf etme şuuru, şefkat ve merhamet gibi birtakım husûsiyetleri kazandırmıştır.
AllÂh -celle celÂluhû-, Mûs -aleyhisselÂm- ’a, koyunları sulamak istediğinde asÂsını bulunduğu yere vurup su cıkarmasını ilhÂm etti. Bu lutuf sÂyesinde Hazret-i MûsÂ, davarları sulamakta sıkıntı cekmiyordu.
NihÂyet Mûs -aleyhisselÂm- cobanlık hizmetinde sekiz seneyi doldurdu. Hazret-i Şuayb -aleyhisselÂm-, koyunları damadı ve kızına hediye etti.
Fakat Mûs -aleyhisselÂm- hizmetini onuncu seneye kadar devÂm ettirdi. Her sene makbûl olan benekli koyun az doğardı. Onuncu sene koyunların hepsi ikiz ve benekli doğdu.
Şuayb -aleyhisselÂm-:
“–Bu, Mûs Âilesine AllÂh ’ın bir ikrÂmıdır!” dedi.
HZ. MUSA ’NIN (A.S.) ASASI Mûs -aleyhisselÂm- ’ın, koyunlarını yırtıcı hayvanlardan korumak icin elinde bir asÂsı vardı. As ’nın bir ucu tutma yeri, diğer ucu da sivri idi.
Bu asÂnın nereden geldiği hakkında muhtelif rivÂyetler bulunmaktadır.
Bir rivÂyete gore, Âdem -aleyhisselÂm- ’dan Şuayb -aleyhisselÂm- ’a kadar gelmiştir. Şuayb -aleyhisselÂm- da, koyunlarını otlatması icin onu Hazret-i Mûs ’ya teslîm etmiştir.
Bulundukları yerin sağ tarafı dağlık, sol tarafı otluktu. Dağ tarafında vahşî hayvanlar vardı ve koyunları parcalayabilirlerdi. İşte bunun icin Mûs -aleyhisselÂm-, asÂsını hic yanından ayırmıyordu. Hazret-i MûsÂ, as ile bircok tecellîlere şÃ‚hid oldu. Sanki bu tecellîler, asÂda meydana gelecek olan buyuk bir mûcizeye hazırlıktı.
Medyen ’den Mısır ’a Gidiş ve Tuv VÂdîsi Mûs -aleyhisselÂm-, on yıllık muddetin dolması uzerine, Şuayb -aleyhisselÂm- ’dan izin isteyerek zevcesi Safura ile beraber Mısır ’a donmeğe karar verdi. Koyunlarını da yanlarına alarak kış mevsiminde yola cıktılar. Hazret-i Mûs ’nın gÂyesi, kardeşi HÂrûn ’u da yanına alıp İsrÂîloğulları ’nı zulum altında bulundukları Mısır ’dan cıkarmak idi.
Yolda şiddetli bir yağmur bastırdı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı. Geceyi gecirmek uzere bereketli Tûr Dağı ’na sığındılar. Bir mağaraya girdiler. Mûs -aleyhisselÂm- ’ın Âilesi hÂmileydi; bir cocukları dunyÂya gelmek uzereydi. Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyacları vardı. Hazret-i MûsÂ, cakmak cakıyor, yanmıyordu. Boyle sıkıntılar icinde iken uzakta parlak bir ışık gordu. Âilesine, oradan bir ateş alıp doneceğini ve bulundukları yerden ayrılmamasını tenbih etti. Aslında O ’nun gorduğu ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak icin bir işÃ‚retti. Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“Sonunda Mûs sureyi doldurup Âilesiyle yola cıkınca, Tûr tarafında bir ateş gordu. Âilesine: «Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gordum. Belki oradan size bir haber yahut ısınmanız icin bir kor parcası getiririm!» dedi.” (el-Kasas, 29)
(Rasûlum!) Mûs (hÂdisesinin) haberi Sana ulaştı mı? Hani O, bir ateş gormuş ve Âilesine: «Bekleyin! Emînim ki ben bir ateş gordum. Belki ondan size bir meş ’ale getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum!» demişti.” (TÂhÂ, 9-10)
Mûs -aleyhisselÂm- ışık tarafına doğru gitti. Oraya varınca, yeşil bir ağac uzerinde parlak bir ışık sutunuyla karşılaştı.
“Oraya gelince, o mubÂrek yerdeki vÂdînin sağ kıyısından, (oradaki) ağac tarafından kendisine şoyle seslenildi: «Ey MûsÂ! Bil ki Ben, butun Âlemlerin Rabbi olan AllÂh ’ım!»” (el-Kasas, 30)
“Oraya vardığında kendisine (tarafımızdan «Ey MûsÂ!» diye seslenildi: Muhakkak ki Ben, evet Ben, Sen ’in Rabbinim! Hemen nÂlinlerini (ayakkabılarını) cıkar! Cunku Sen, kutsal Tuv VÂdîsi ’ndesin! Ben Sen ’i sectim. Şimdi vahyedilene kulak ver! Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben AllÂh ’ım! Ben ’den başka ilÂh yoktur. Bana kulluk et; Ben ’im zikrim icin namaz kıl! KıyÂmet gunu mutlak gelecektir. Herkes peşinde koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim. Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler Sen ’i ondan (kıyÂmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (TÂhÂ, 11-16)
Mufessirler, Âyet-i kerîmedeki «NÂlinlerini cıkar!» ifÂdesine farklı îzahlar getirip işÃ‚rî[3] mÂnÂlar vermişlerdir. Bunlar, Kuşeyrî ’nin, LetÂifu ’l-İşÃ‚rÂt ve Bursevî ’nin Rûhu ’l-BeyÂn adlı eserlerinde şu şekilde acıklanır:
“İki nÂlin, duny ve Âhireti temsîl etmektedir.”
“Kalbi, duny ve Âhiret ile ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak icin her şeyden tecerrud edip sıyrıl ve AllÂh ’ın mÂrifet[4] ve muşÃ‚hedesinde fÂnî olmaya bak!..”
Beşer idrÂkinin hududları mahduddur. Bu sınırlı idrÂk ile, nihÂyetsiz olan ilÂhî azamet ve esrÂrı lÂyıkıyla kavrayabilmek mumkun değildir. Bunun icin aklın nihÂî vazîfesi teslîmiyettir.
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh-, aklın hudûdunu şu misÂl ile îzÂh eder:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak hekime kadar gider. Hekimin kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona hekimin tavsiyelerine teslîmiyet duşer. Nitekim mÂrifetullÂha nÂil olabilmek de, teslîmiyetin buyukluğu nisbetindedir.”
Diğer bir ifÂdeyle de “iki nÂlinini cıkar” emri şu mÂnÂya gelir:
“Sen tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri duşunmeyi bırak; gel!”
“Delîlin tefekkurunden vazgec! Cunku muşÃ‚hede ve ıyÂndan, yÂni goz ile gordukten sonra bunların faydası yoktur!”
Bu sebepledir ki Şeyh Şiblî Hazretleri, AllÂh ’a vÂsıl olduktan sonra kitapların lafızlarından kurtulup, mÂrifetullÂh ve muşÃ‚hede deryÂsının enginliklerinde nice esrarlı mÂnÂlara ermenin hazzını yaşamıştır.
AllÂh TeÂlÂ, Hazret-i Mûs ’ya mukaddes Tuv VÂdîsi ’nde «NÂlinlerini cıkar!» diye emretti. Cunku, orası Hak TeÂl ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yurumek, tevÂzû ve edeb cihetinden en munÂsip olanıydı.
Hazret-i MevlÂn -kuddise sirruh- buyurur:
“«ÎmÂn nedir?» diye aklıma sordum. Aklım, kalbimin kulağına eğilip: «ÎmÂn, edepten ibÂrettir!» diye fısıldadı.”
Bu sebepledir ki, ummet-i Muhammed ’in seckinlerinden olan Bişr-i Hafî ve emsÂli zevÂt, yalınayak yurumuşlerdir. Selef-i sÂlihîn de, KÂbe ’yi yalınayak tavÂf ederlerdi.
Diğer taraftan mukaddes mekÂnda nÂlinlerin cıkarılması emri, Mûs -aleyhisselÂm- ’ın ayaklarının, oranın bereketinden istifÂde edip, şerefyÂb olması icindi.
Ancak ne ibretlidir ki, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ’e MîrÂc gecesi:
“Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı uzerinde pabuclarınla yuru ki, Arş Sen ’in pabuclarının tozu ile şereflensin ve Arş ’ın nûru Sana kavuşma nîmetine nÂil olsun!” denildiği rivÂyet edilmektedir. (İsmÂil Hakkı Bursevî, Rûhu ’l-BeyÂn, V, 370)
İki Buyuk Mûcize ile Verilen Nubuvvet «NÂlinlerini cıkar!» hitÂbından sonra Mûs -aleyhisselÂm- ’a, asÂsını yere atması emrolundu. As dev bir yılan hÂline geldi. Hazret-i Mûs korktu. Kendisine, korkmaması, zîr emniyet icinde olduğu bildirildi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve (Mûs ’ya) «AsÂnı at!» (denildi). Mûs (attığı) asÂyı buyuk bir yılan gibi deprenir gorunce, donup arkasına bakmadan kactı. (Bunun uzerine «Ey MûsÂ! Beri gel, korkma! Cunku Sen emniyette olanlardansın.» (buyruldu).” (el-Kasas, 31)
Mûs -aleyhisselÂm- ’ın asÂsı, onceleri bir hikmet idi. Sonra kudret oldu; hem de, Mûs -aleyhisselÂm-, kendisi taşıyamadığı zamanlar O ’nun azığını taşıyan bir kudret!.. Yine, Mûs -aleyhisselÂm-, yurumekten Âciz kaldığı zamanlar ona binerdi. O otururken veya uyurken kendisine gelebilecek ez ve kotulukleri as bertaraf ederdi. O ’na her cins ve ceşitten meyveler verirdi. Sıcakta oturduğu zaman, uzerine golge olurdu. Azîz ve Celîl olan AllÂh, Mûs -aleyhisselÂm- ’a, kudretini o asÂda gostermişti. Mûs -aleyhisselÂm- da, as vÂsıtasıyla AllÂh ’ın kudreti ile unsiyet etti. (AbdulkÂdir GeylÂnî, el-Fethu ’r-RabbÂnî, s. 192)
AllÂh TeÂlÂ, Mûs -aleyhisselÂm- ’ı peygamber olarak tÂyîn edip O ’nunla konuşunca ve O ’na bazı teklîfler verince, kendisine hitÂben şoyle buyurdu:
“–Şu sağ elindeki nedir, ey MûsÂ?” (TÂhÂ, 17)
Mûs -aleyhisselÂm- da:
“«–O benim asÂmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaclarım da vardır.» dedi.” (TÂhÂ, 18)
Bunun uzerine AllÂh -celle celÂluhû-:
“–Yere at onu, ey MûsÂ!” (TÂhÂ, 19) buyurdu.
Hazret-i MûsÂ, derhal emri yerine getirdi:
“Onu hemen yere attı. Bir de ne gorsun, hızla surunen bir yılan değil mi?” (TÂhÂ, 20)
Bunu goren Mûs -aleyhisselÂm- kacmaya başladı. Ancak:
“AllÂh buyurdu: «Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hÂline dondureceğiz.»” (TÂhÂ, 21)
AbdulkÂdir GeylÂnî -kuddise sirruh-, bu Âyetleri şu şekilde acıklar:
“Âyetlerde beyÂn olunan hÂdiselerin maksadı, Mûs -aleyhisselÂm- ’ı AllÂh ’ın kudretine muttalî kılmak idi. T ki, Firavun ’un saltanatı, O ’nun gozunde buyuk ve kudretli gorunmesin!
Diğer bir ilÂhî gÂye de, Firavun ve kavmi ile harbetmeyi Mûs -aleyhisselÂm- ’a oğretmek idi. Boylece AllÂh, O ’nu Firavun ve ahÂlîsi ile savaşmaya hazırladı ve Mûs -aleyhisselÂm- ’ı hÂrikulÂde şeylere muttalî kıldı. Zîr Mûs -aleyhisselÂm-, onceleri cekingen idi. Sonra AllÂh, O ’nun kalbini genişletti. Kendisine hukum, peygamberlik ve ilim verdi.”
Bazı mufessirler de, Mûs -aleyhisselÂm- ’ın asÂsını yere atmasıyla ilgili Âyetin acıklamasında, bu hÂdiselerin Hazret-i Mûs ’nın ic dunyÂsına Âit bir irşad mÂhiyetinde olduğunu beyÂn etmişlerdir.
Mûs -aleyhisselÂm-, “Sağ elindeki nedir?” suÂline cevÂben izÂfetleri, yÂni fÂnî alÂkaları zikredince, AllÂh -celle celÂluhû- bunların atılmasını emretti. Nefs ve nefsle bağlantılı olan şeyler, koca bir yılan hÂlinde temessul etti. Boylece Mûs -aleyhisselÂm- ’a nefsin hakîkati gosterildi. O ise korktu, urktu ve ondan kactı. Butun bunlarla O ’na bir bakıma şoyle denilmiş oldu:
“–Ey MûsÂ! İşte bu yılan, AllÂh ’tan başka şeylere bağlılık vasfının ta kendisidir. Bu nefsÂnî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sÂhibine gosterilince, ondan urker ve kacar.”
Âyet-i kerîmede “AsÂnı at!” diye emrolunmasının diğer bir işÃ‚rî mÂnÂsı da:
“Artık Sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Sen ’in bir asÂya dayanıp guvenmen, Sen ’in icin kendisine dayanacağın ve kendisinden yardım dileyeceğin fÂnî bir varlığın olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir? Nasıl olur da Sen, o as ile şoyle yapıyorum, ondan istifÂde ediyorum ve onda benim icin başka faydalar da var diyorsun? Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. YÂni mutlak tevekkul ve teslîmiyettir. Her turlu talep ve istekten vazgec!” şeklindedir.
Hazret-i İbrÂhîm -aleyhisselÂm-, melekler dÂhil butun fÂnîlerin yardımından mustağnî kalarak izÂfetlerden sıyrılmıştı. Bu şekilde, yalnız Hakk ’a tevekkul ve teslîmiyet okyanusuna dalması ile O ’na ateş, serin ve selÂmet olmuştu.
Nitekim Te ’vîlÂt-ı Necmiyye adlı eserde denilmiştir ki:
“Hakk ’ın nidÂsını işiten ve O ’nun cemÂlinin nûrunu goren kişi, AllÂh ’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. AllÂh ’ın fazl u kereminden başka bir şeye dayanmaz. Nefsin arzularından sıyrılır.”
Bir rivayette:
“Ummetimin Âlimleri, Benî İsrÂîl peygamberleri gibidir!” buyrulmaktadır.
Bu ifadedeki, “Benî İsrÂîl peygamberleri gibi” tÂbiri, ummet-i Muhammed ’in Âlimlerini tekrîm ve taltif icindir.
EvliyÂullahtan Şeyh Ebu ’l-Hasen ŞÃ‚zelî Hazretleri, bu husustaki bir ruyÂsını şoyle nakleder:
“Bir tahtın uzerine RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- oturmuş, diğer butun peygamberler de etrafına dizilmişlerdi. Onların etrafında da sÂlih ulem vardı. Ben de durup onlara bakmaya ve sozlerini dinlemeye başladım.
Bir ara Hazret-i MûsÂ, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’e hitÂben şoyle bir suÂl sordu:
“–Ey AllÂh ’ın Rasûlu! «Ummetimin Âlimleri, Benî İsrÂîl peygamberleri gibidir!» buyurmuştunuz. Şimdi bana onlardan birini gosterir misiniz?”
Bunun uzerine Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–İşte bu!” diyerek İmÂm GazÂlî ’yi gosterdi.
Hazret-i Mûs da GazÂlî ’ye bir suÂl sordu. GazÂlî, bu suÂle on tane cevap verdi. Hazret-i MûsÂ, cevÂbın suÂle uygun olmadığını, suÂlin bir tane olduğu hÂlde cevÂbın on tane olduğunu soyleyerek îtirazda bulundu. O zaman GazÂlî şoyle dedi:
“–Bu îtiraz Siz ’in icin de vÂriddir. Cunku AllÂh TeÂl da Siz ’e, «Ey MûsÂ! O sağ elindeki nedir?» diye sormuştu. Bu suÂlin cevÂbının sÂdece «O benim asÂmdır!» olması gerekirken, Siz de bircok sıfatlar daha saydınız!..”
ŞÃ‚zelî -kuddise sirruh- devamla der ki:
“Ben bu sırada Hazret-i Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ’in kadrinin buyukluğunu, O ’nun tahtı uzerinde, diğer peygamberlerin de yerde oturmalarını duşunurken, birisi, ayağı ile bana oyle bir vurdu ki, derhal kendime geldim. Meğer Mescid-i Aks ’nın kandillerini yakmakta olan kayyım imiş. Bana:
«–Hayret etme! Her şey Hazret-i Muhammed Mustaf ’nın nûrundan yaratıldı.» dedi. Bunu duyunca duşup bayıldım. Ancak cemÂat namazı kıldıktan sonra ayılabildim. Hemen kayyımı aradım. Fakat bugune kadar bulamadım.” (Bursevî, Rûhu'l-BeyÂn, c. 2, syf, 76, Erkam Yayınları, İstanbul, 2010)
Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm- ’a ikinci bir mûcize olarak elini koynuna sokması emredildi. Mûs -aleyhisselÂm- bu ilÂhî emri yerine getirince, eli, her turlu illet ve hastalıklardan sÂlim ve parlak bir guneş gibi bembeyaz bir hÂle gelmişti. Âdeta projektor gibi olmuştu. Cok şaşırdı. Sonra kendisine:
“–Elinin boyle parlak olmasından Sana ve başkalarına bir korku gelirse, elini tekrar koynuna sok! Boylece yine evvelki şekline gelir!” buyruldu.
Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm- ’a verilen “yed-i beyz” (bembeyaz, parlak el) mûcizesi Âyet-i kerîmelerde şu şekilde anlatılır:
“Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak uzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta cıksın! TÂ ki, Sana en buyuk Âyetlerimizden bazılarını gosterelim.” (TÂhÂ, 22-23)
(Mûs ’ya «Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz cıkacaktır. Heybetten, (acılan) kollarını kendine cek! İşte bu ikisi (as ve yed-i beyzÂ), Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Cunku onlar, yoldan cıkan bir kavim olmuşlardır!» (diye vahyedildi).” (el-Kasas, 32)
Boylece AllÂh TeÂlÂ, Mûs -aleyhisselÂm- ’a, iki buyuk mûcize ile birlikte peygamberlik vazîfesi verdi. Dîni tebliğ etmesini bildirdi. Bunun ic