"Elbette oğlum, elbette evlenebilirsin. Bana kendi alınterinle kazandığın bir altını getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim."
Delikanlı babasının bu sozlerine gulumsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu boyle. Ertesi gun, istenilen altın lirayı goturup gururla babasının avucuna koydu. Babası hicbir şey soylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı.
Cocuk, altının duştuğu nehre şaşkınlıklı bir-iki saniye baktıktan sonra, babasına dondu ve sordu:
"Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?"
Babası başını iki yana salladı:
"Hayır oğlum. Sana kendi alınterinle ve emeğinle kazandığın bir altını getirmeni soylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki!"
Genc delikanlı babasının gerceği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Sahiden de, parayı bir arkadaşından odunc almıştı. Ertesi gun, bu defa annesinden bir altın borc aldı ve parayı babasına goturdu.
Babası altını aldı ve yine nehre fırlattı. Delikanlı bir kez daha şaşırmıştı:
"Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama sana bir altın getirmiş oldum, artık evlenebilir miyim?"
Babası bu defa da izin vermedi oğluna:
"Bu altını da sen kazanmamışsın!"
Genc, babasının yanından ayrıldıktan sonra uzun uzun duşundu. Başkasından borc alıp getirdiğinde babası parayı yine nehre atacaktı ve bu gidişle evlenemeyecekti. O yuzden, bir iş bulup calışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi.
Gunler gecti ve kazandığı bir altını babasına goturdu. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle babasının kolunu tuttu ve bağırdı:
"Hayır baba! O altını nehre atamazsın! Onu kazanmak icin gunlerce calıştığımı ve sırtımın ağrılar icinde kaldığını biliyor musun sen?"
Babası, yuzunde ışıltılı bir gulumseme ile, elini oğlunun omzuna koydu ve:
"İşte şimdi evlenebilirsin, oğlum" dedi. "Cunku, emeğinin karşılığı olan bu altının değerini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın."
***
Hayat, onumuze bin bir turlu yemeğin ve meyvenin ikram edildiği bir sofra gibi konulmuş. Hepimiz nasibimizi alıyoruz ondan. Sadece maddî midemizin değil, aklımızın, kalbimizin, duygularımızın da rızıklarını buluyoruz hayatta. Ellerimizle, duygularımızla uzanıyoruz ve elimizin kabiliyetimizin yettiği kadarıyla meyveler devşiriyoruz hayat sofrasından.
Hayatı sahici yaşayabilmek icin galiba bu gerceğin, yani, hayatımızı değerli kılan şeyin onu bizim yaşıyor olduğumuz gerceğinin, farkında olmamız gerekiyor.
Başka ellerin kazandığı paralar mutlu etmiyor bizi. Alınteri dokulmeden ele gecen kazanclar, usanc ve tatminsizlik getiriyor. Emanet hayatlar mutlu etmiyor bizi. Başkasının yediği yemek karnımızı doyurmuyor, başka gozlerin gorduğu guzellikler ruhumuza tatlı esintiler getirmiyor. Aynı şekilde, başkasından emanet alınmış doğrular bile hayatımızda daha buyuk yanlışlara gebe olabiliyor.
Cocuklarının kendi emeğinin ve gayretinin farkına varmasına izin vermeyerek onları sevgisiyle ve şefkatiyle manen koturum bırakan anne babaların kulağı cınlasın.
Sahi, bir cocuğu veya bir insanı mutlu eden nedir? İstediği şeye kavuşmak mı? Yoksa o şeye ulaşmaya calışırken cabalamak ve o cabanın icindeki faaliyetin lezzetini hissetmek mi?
Maddeten her istediği onune koyulan ama en kucuk engel karşısında aciz kalan gencleri gorduğumde hep bu soruyu soruyorum kendi kendime. Gayretten ve calışmaktan cok sonucu duşunen ve o sonuc da coğu kez kendi emeği ve cabasıyla değil anne-babasının yardımlarıyla onune getirilip konulan kimi oğrencilerimin mutsuzluğu, tatminsizliği ve başarısızlığı uzuyor ve duşunduruyor beni.
Mutluluğun veya tatminin sonucta olduğunu duşunuyorsak yanılıyoruz demektir. Mutluluk ve lezzet, bizzat gayretin ve emeğin icinde. Evet, gercekten de hem maddî hem de manevî anlamda, insana kendi calıştığından ve emeğinden başkası yok!


