Bu son depremi yaşamayan biri olarak deprem ve sonrası hakkında yazmanın, ne kadar gayret edersem edeyim samimi olamayacağını biliyorum. Bu sadece deprem Ânına tanıklık edememekten veya deprem sonrasında bolgeye gidememekten, acıları yakından gorememekten kaynaklanan bir zorluk değil. Bunlar olsaydı bile cok fazla birşey değişmezdi?!.. Herşeyden once boyle bir felÂket karşısında kalem ve soz kifayetsiz kalıyor. HÂl boyle olunca, uzaktan uzağa, oturduğu yerden yazmayı depremzedelere karşı bir saygısızlık gibi algılıyor insan, fakat yine de onlarla bir şey paylaşmak istiyor. Aksi takdirde hissiz, tepkisiz, sozle olsun, yazıyla olsun acıya ortak olmayı bilmeyen biriymiş gibi hissediyor kendisini.
17 Ağustos sabahı yuzyılın en şiddetli depremlerinden biri Marmara'da meydana geldi. Olu ve yaralı bilancosu cok yuksekti. Enkaz altından cıkarılan veya cıkarılamayanların, toprak ve su altında kalmış olanların hÂli urperticiydi. Enkazın altında cocuğu, eşi, ana-babası, bir başka yakını veya komşusu inlerken, goz gore gore olume giderken insanların icine duştuğu caresizlik ve umitsizlik hÂli katlanılacak gibi değildi. Yaşanan hafakan ve cinnetler felÂketin kendisinden ve olumden daha derin yaralar acıyordu sanki. Olmekle de iş bitmiyordu ki! Cesedi tutulamayacak kadar curuyup kokanların yakınları, olulerini normal şartlar altında dahi toprağa verememenin ızdırabını da ayrıca yaşıyorlardı. Umitlerin tukendiği bir andan sonra olusunu bulup defnetmek ayrt bir talih oluyordu.


Yaralananlar, yakınlarını kaybedenler, evleri, iş yerleri ortadan kalkanlar, kurulu duzenleri, hayat akışları bir anda alî-usî olanlar neye yanacaklarını bilemiyorlardı. Kurtulduklarına sevinemeyenler, kaybettiklerinin acısını bile iclerine doğru durust gomemeyenler, depremden sonra bir de yaşadıkları sıkıntılı gunlerin ve yoklukların ağırlığı altında ezilenler, gecmişe, hÂle ve geleceğe nasıl bakacaklarını bilemiyorlardı. Zaman bitmişti. Moral cokuntunun ifade edilmesi hÂl imkÂnsız. Maddî zarar ulke ekonomisini ve depremzedelerin hayat standardını alt-ust edecek olcude buyuk. Duygularımız, duşuncelerimiz karmaşık. Olum duyguları vuruyorsa, felÂket de reel hayatı perişan ediyor; evler, iş yerleri yıkılıyor, dalgın duşunmeler başlıyor. Depreme ve sonrasına dair soylenecek cok şey var ve bunların oncelik sıralamasını yapmak kolay değil. Belki de bu karmaşıklık felÂketin buyukluğunu gosteren en carpıcı gercek. Fakat neticede deprem bir Âfet ve ilk plÂnda verdiği zarar da, insanın tabiatla en yoğun etkileşimde bulunduğu yerleşim alanları durumundaki şehirlerde ortaya cıktı. Dolayısıyla dış dunyadan ice, ic dunyamıza doğru bir değerlendirmede bulunabiliriz.
İşlerini duzgun yapmayan dunyalılar. Şu deprem felÂketi icin soyleyecek olursak, şehirlerimizi riskli fay hatlarından, evlerimizi curuk zeminlerden uzakta kurmalıyız. İnşaatlarımızı da fiziğin, muhendisliğin ilkelerine gore sağlam yapmalıyız. Bize verilen akıl ve kuvvetle bunu başarabiliriz. Fakat ahiret gibi bir endişesi olmayan, olum sonrasıyla istihza edenlerin, hayatlarından Allah'ı dışlamış olanların en azından bu dunyada hayat ile olum arasında olsun, tutarlı olmaları, bunun yolunu duşunmeleri gerekmez miydi?!..
Depremi hangi noktadan itibaren Âfete donuşturen biziz; bunu belirlemek, ihmÂlden, mesuliyet şuurundan bu kadar uzak yaşadığımızın acıkca ortaya cıkmasından sonra, pek zor değil. Bunu tam bilemesek de, vicdanımızın rahat olmadığını biliyoruz. Depremin oncesi ve sonrasıyla ilgili butun bilim dallarından uzmanlar gunlerdir, haftalardır konuşuyorlar. Fizik dunyadaki gorunur sebepleri ve sonucları acısından bazılarına gore felÂketin gizli-saklı bir yanı kalmadı. Kıta hareketleri, fay hatları, gerilme enerjisinin boşalması, eski bataklık alanlara şehir kurulmuş olması, inşaatların tasarım ve malzeme acısından uc noktada birer gayriahlÂkîlik numunesi teşkil etmesi vs.
Ne kadar tedbir almış olursak olalım, şiddetli bir deprem neticesinde yine buyuk bir felÂket olabilirdi. Fakat hic değilse, bu durumda kendimizi, kendi ellerimizle kurduğumuz şehirler ve diktiğimiz binalar acısından suclu hissetmez, sorumsuzluğumuzun kurbanı olmazdık. "Dunyayı imar etme noktasında işimizi duzgun yaptık, fakat meğer ne kadar zayıfmışız, kuvvetimiz ne kadar izafiymiş, bizi aşan bir kuvvet, tedbirimizin kÂr etmediği bir takdir varmış" derdik. Ancak şimdi bunu diyecek yuzumuz bile yok ve durum cok farklı: dunyaya dunya icin bakıp, dunyayı dunya icin İmar ederken bile ciddi olamazsa bir insan topluluğu, onu nasıl tarif edip, hangi kategoriye sokmalı?!..
İtiraf etmeliyiz ki. butun bir toplum olarak ciddi boşluklarımız var. Hemen hicbir işimizi duzgun ve ahlÂklıca yapmıyoruz. Mesuliyet şuuru henuz gelişmemiş cocuklar gibiyiz. Dunyayı bizden daha iyi bilen, dunyalarını bizden daha iyi idare eden, bu yuzden bizi de idare eden, fakat dilleri, dinleri, ırkları bizden farklı insanların, imdadımıza bizden once koşan insanların, yardıma koşma noktasında bile bizden daha ciddi davranan insanların hayretle, belki de acı bir tebessumle gorduğu boşluklar bunlar. Butun bu zaaflarımız, kendi şahsımıza, ailemize, toplumumuza karşı saygısızlığımız bu kadar acıkca sırıtırken, başkaları tarafından idare edilmekten, manipule edilmekten, sunî problem ve gundemlerle uğraştırılmaktan şikayet etmeye hakkımız var mı acaba?!.. Boyle bir hak iddiası da en az onceki sorumsuzluklarımız kadar sulandırılmış bir hayat anlayışından ileri gelmiyor mu?!..
'Turkiye nasıl bir ulke?" diye bizden tarif isteseler birşeyler soyleriz elbette. Fakat Turkiye uzay boşluğunda yalnız değil ve zamanın dışında yaşamıyor. Turkiye izafî zaman olceğimize gore ucuncu bin yıla giren bir dunyada yuzlerce ulkeyle birlikte yaşıyor. O hÂlde Turkiye'yi doğru yerine oturtmak icin ulkeler ailesi İcinde tarif etmek gerekiyor. Ve eğer Turkiye ileriye baksın, yarın bugunden daha iyi olsun istiyorsak, "gelişmiş ulkeler" diye adlandırılan dunyaya bakmak gerekiyor. O zaman şunu goruyoruz: Turkiye yetmiş milyona yaklaşan bir nufusa sahip bulunmasına, kendisine ornek aldığı Batı coğrafyasına komşu olmasına ve birkac asırdan beri bu coğrafyayı izlemesine rağmen, surekli aynı hataları yapmakta ısrar eden bir ulke. Celişkileri cok fazla olan bir ulke. Herşey ne kadar da karışmış, icice girmiş?!.. Doğrular ve yanlışlar, iyi hasletler ve kotu ahlÂklar. Bir yanda insanları her alanda surekli aldatanlar. Diğer yanda sadece insanlara iyilik yapma duşuncesiyle yaşayanlar ve bu iyiliğin kaynağını Allah'a inanmakta, O'nu sevmekte, herşeyi O'ndan beklemekte bulanlar. Bir yanda bencillik, diğer yanda bencilliğin hazmedemediği diğerkÂmlık. Bazılarının kurtarma işini bile duzgun yapamadığına şaşırmamak gerek. Zaten onu duzgun yapacak ahlak, ehliyet ve kişilik olsaydı, en baştan diğer işler duzgun yapılırdı.
Ne garip bir celişkidir ki, Allah'tan korkmayıp dilediğini yapmaya alışmış olanlar, felÂketten sonra da dilediklerini yapma luksunu devam ettirip kadere bağırıp cağırıyorlar, Azrail'i hasım yerine koyuyor, akıllarınca kendilerini Allah'a isyan etme makamında goruyorlar. Depremzedeler sabır, tevekkul ve teslimiyetlerinden bir şey kaybetmez, Yaratıcıya karşı saygılarını korurken, yılın 365 gunu hayatlarına Allah kelimesini sokmayanların, kendi başlarına gelmeyen musibetten dolayı O'na isyan etmeye hakları var mı acaba? Kendilerinden başka herşeye isyan etmeye, surekli birşeylerden şikÂyet etmeye alışmış, menfî bir şey soylemeden duramayan, musbet bir iş yapmamaya sanki yemin etmiş diğer bazıları ise felÂketten onceki kotu ahlÂklarını aynen surduruyor ve musbet hicbir iş yapmıyorlar. Onlara Cennet verilse onu da beğenmeyecekler. Cunku kendilerinin ve herkesin dunyasını cehenneme cevirmeye ve bundan lezzet almaya oylesine alışmışlar ki, bu felÂketi aslında -henuz bilincaltlarından yuzeye cıkmamış bir hazla- yuzlerine gozlerine misk u amber gibi suruyorlar. FelÂket onların gıdası, onu oksijen gibi soluyorlar. Ekranlara yansıyan sansasyonel habercilik anlayışı bu yuzden, reyting uğruna insanların acısını istismar etme iğrencliği bu yuzden, felÂketten en azından dunya hayatına bakan hatalar yonuyle ders alıp, yeni bir gelecek inşa etme yerine sağa-sola, ona-buna saldırma kompleksi bu yuzden. Onlar dunyalarını bile mutlu etmek istemiyorlar.
Depremin Mesajı?
Sonucta, zaman durmuyor, ileriye akıyor. Depremin bittiği andan itibaren yeni bir gelecek başlıyor, Bir yandan zararları telÂfi etme, diğer yandan kurtulanlar icin yeni bir dunya kurma plÂnları. Fakat bu yeni geleceği hazırlarken 45 saniyelik depremden alacağımız cok derslerin olduğu da unutulmamalı: hem fizikî dunyamız, hem ruh dunyamız, hem mÂnevi dunyamız acısından; hem fert, hem toplum olarak. Evet, depremi butun boyutları ve detaylarıyla, sebepleri ve oluşum mekanizmasıyla, oncesi ve sonrasıyla anlamaya calışmamız, buna gore tedbir almamız takvanın bir boyutudur ve esbabperestlik anlamına da gelmez. Fakat takvanın diğer boyutuna daha fazla dikkat etmemiz gerekmez mi?!.. Cunku o her iki dunyadaki durumumuzu ilgilendirmektedir. Ne yaparsak yapalım işte dunya hayatımız bu. Başımıza bir hastalık, kaza veya musibet gelmese bile bu hayat ne kadar surecek ki?!.. O hÂlde şahsî hayatımızın muhasebesini vicdanımızın diriliği olcusunde yaparken bir kez daha duşunmeliyiz: Bu musibet, insana ne anlatmak istedi?
Bir kucuk kıyamet sahnesi, dehşet verici bir haşir provası yaşadık. Kıyametin, şu dunyada varolduğumuz gerceği kadar kesin olduğunu, haşrin ve buyuk mahkemenin ise bu dunyadaki butun haksız, adaletsiz ve zalimce tavırların karşılığını bulacağı bir gercek hak divanı olduğunu bundan daha acık gorme şansı bulunabilir miydi? Bir an icin kıyametin uzerimize kopacağını ve bunu bildiğimizi varsayalım. Biz ne durumdayken, ne yaparken kıyametin gelmesini isterdik? Duygularımız, derin burkuntulara yol acan olumler, ayrılıklarla gelen huzunler karşısında kabarıyor, boğazımıza buyuk duğumler oturuyor. Daha depremden birgun oncesinde neşeyle zıplayan sut kuzusu cocuklar, onlar birilerinin kuşu, kelebeği, meleğiydi. Onbinlerce olum, yuzbinlerce darbe, milyonlarca ayrılık, yuzmilyonlarca gozyaşı, milyarlarca uzuntu. Dunya hayatı bir hayal kadar anlık mıymış?!.. "Benim bu dunyadaki durumum colde yolculuk yaparken bir ağacın altında muvakkaten golgelenen suvarinin misalidir" diyen Nebi (s.a.s) bizim derdimizin en vefakÂr ortağı değil miymiş?!.. Bu dunyayı Cennet gibi Yaratan ve bize sevdiren Allah'ım ! Sen bu dunyanın olumunden sonra bir kere daha boyle bir Cennet, hatt daha guzelini, gercek Cenneti yaratabilirsin. Cunku bir kere yaratıp bizlere orneğini gostermişsin, ilim ve kudretini tanıtmışsın, inanıyoruz ki buyuk Kıyamet'ten sonra bir daha yaratacaksın. Buna, bu dunyanın varlığına ve kendi varoluşumuza inandığımız kat'iyyette inanıyoruz. Bu musibetler karşısında sadece "İnnalillah ve inna ileyhi raciun"diyoruz. Bu dunyanın gecici olduğunu biliyoruz, hukum Sana aittir, hikmet de Sana aittir.
Evet, bir teselli gerek. Bu kadar derin kederlerden daha derin teselliler. LÂf olsun cinsinden veya karşılıksız değil, hicbir vaadi olmayan değil, tahakkuk edecek vaadlerle dolu teselliler.
Bir kere daha anlıyoruz ki. biz bu dunyada hicbir şeyin sahibi değiliz; kendi hayatımızın, bedenimizin, aklımızın, akıl ve beden sağlığımızın, cocuklarımızın, evlerimizin, iş yerlerimizin, hicbir şeyin. Sahibimiz ve butun bunların sahibi Sensin Allah'ım! Senin uzerinde hicbir hak iddia edemeyiz. Bizler, hepimiz varolup olmaması farketmeyen varlıklarız. Dun yoktuk, yarın yine yokuz. İşte kendimize ait hicbir ozelliğimiz yok. Fakat sen bizleri Zat'ına muhatap kabul ediyorsun. Bu can senin emanetin. Birgun alacaksın. Ne zaman ve nasıl alacağına da biz karışamayız. Ne zaman ve ne şekilde alırsan al; biz sadece "Sahibi emanetini aldı" deme teslimiyetini gostermek durumundayız. Cunku en buyuk saygıyı, en buyuk sevgiyi ve en buyuk minnettarlığı, gercek sahibimiz olan Sana karşı duyuyoruz.
Hayatımızın gercek sahibi, onu bize veren ve alan Rabbimiz! Sana karşı saygısızlıkta ve kustahlıkta bulunmaktan, isyankÂrca ve terbiye dışı konuşmaktan Sana sığınırız. Her lÂhza Sen'in rahmetinle varız. Hayatımız uzerinde hicbir hak iddia edemeyiz. Ona hicbir vÂde bicemeyiz. İstediğin zaman ve istediğin şekilde alırsın. Olum gelmeden Sana yakınlaşmayı nasib et bize. Olume hazır hÂlde yaşamayı, sadece Senin rızanı kazanmak, sadece Sen'i hoşnut etmek icin tam bir ihlÂs, samimiyet ve sadakat ile hizmet etmeyi, her an hizmet duşuncesiyle,




Rabbimiz! Senin merhametinin gazabının onune gectiğine tam inanıyoruz, hicbir şuphemiz yok. Aksi takdirde felÂketlerden başımızı kaldırmaya mecalimiz mi kalırdı?!.. Boyle bir kıyamet hatırlatmasından sonra bile Sana karşı cahil, saygısız, lÂkayt kalanların da gozunu ac, onlar eğer kabil-i ıslah değillerse şerlerinden hepimizi koru.
Evet, bazen bu dunyaya ait bilgilerimizin ve kuvvetlerimizin bizi korumaya yetmediği anlar yaşarız. O zaman azıcık bir bilgi kırıntısıyla, azıcık bir mal ve kuvvetle nasıl da kustahlaşmış varlıklar hÂline geldiğimiz kafamıza vurulur. Uzun uzun konuşmaya da gerek yoktur o anlarda. Sadece İllallah! Gerisi şeytanın "amaları...