Yazısının guzelliği, suslemelerinin zevkli-lîği, tuğrasının zarÂfeti, renklerinin uyumluluğu ve muhtevÂsının zenginliği ile dikkat ceken Osmanlı fermanları Âdeta bu devletin sembolu olmuşlardır. Sergilendikleri her yerde Osmanlı Devleti'nin hÂtırasını canlandırırlar.

Padişahın halkla, yoneticilerle ve yabancı devletlerle doğrudan yazışması demek olan ferman; Belge Bilimi (=Diplomatika) tarafından etraflıca incelenmiştir. Konularına gore; Berat, Menşur, Hukum, Nişan, Yarlığ gibi değişik isimler alan fermanlar ustten itibaren sırayla Allah'ın ismi "Huve", tuğra, muhatap, muhteva, yazıldığı yer ve tarih bolumlerinden oluşur.

Bugun pek coğumuz yazısını okuyamasak. ne dediğini anlamasak, tuğrasını cozemesek ve renklerinin neleri ifade eniğini bilmesek de, onu zarif, goz alıcı bir tablo gibi zevkle seyrederiz.

Pek cok ornekten biri olan yandaki fermanı okumaya calışırken, harflerin zarif kıvrımları, art arda oluşturdukları insicamı, insana huzur veren renkleri, belgenin umumî gorunuşundeki muhteşemliği beni birdenbire uc boyutlu bir resmi seyrediyormuşum gibi kendi derinliğine cekti goturdu. Onda, artık diplomatikanın kuru bilgilerinin cok Otesinde farklı şeyler gormeye başladım.

Once, en altta sol koşede bir yazı kumesi gordum. Burada fermanın kaleme alındığı yer ve tarih yazılı. Bir kelime dikkatimi cekti: "Konstantiniyye". Yani İstanbul, yani pÂyitaht. Bir ulkenin başşehri o ulkenin kalbidir ve en iyi şekilde korunur. Fermanda da "Konstantiniyye" kelimesinin bulunduğu yazı grubu kalp şeklindeydi ve iyi korunmak uzere de sol koşeye yerleştirilmişti.


Kelimenin yapısı da dikkatimi cekti; Konstantiniyye. Başı Rumca, sonu Osmanlıca. Aslı "Konstantinopolis" olan kelime Bizans İmparatorluğu'nun başşehrinin adı. Bir aşiretin kurduğu Osmanlı, bu devi yıkmış, başşehrini alıp ona hÂkim olmuş. Ama bundan dolayı ne gurura ne de komplekse kapılmış. Kendi inanc, kultur ve gucunden o kadar emin, diğer kulturlere karşı o derece korkusuz ki; şehrin ismini bile değiştirmemiş. Sadece sonuna "şehir" anlamı verecek Osmanlıca bir ek getirmiş. Hem Rumlar'ın hem de Muslumanlar'ın yaşadığı bu şehrin adı Rumca-Osmanlıca bir terkip olmuş. Tıpkı fetihten sonra Ayasofya ibadethanesini yıkmayıp, dort koşesine birer minare ekleyerek aynı maksatla kullanmaya devam etmesi gibi...

Bu arada diğer Osmanlı şehirlerinin isimlerini hatırlıyorum, onlarda da bir değişiklik yok. Edirne. Bursa. Manisa... Hepsi de orijinallerinin Osmanlı lehcesiyle soylenmiş şekli: Hadrianos-Edrine, Broussa-Burusa, Magnessia-MÂğnisa olmuş. Osmanlı'nın kendine olan inancından kaynaklanan bu tatbikatı bolgenin yerli halkına da guven vermiş, itimat sağlamıştır. Osmanlı kendi kurduğu şehirlere ise. Kocaili, Yenişehir gibi tamamen Turkce adlar vermiş.

Konstantiniyye kelimesi; 1453"te burada yaşayan Rumları; mal. can. din. dil emniyetleri hususunda oldukca rahatlatmış; Muslumanlara ise. bundan boyle onlarla birlikte yaşayacakları mesajını vermiştir. Bu mesajı, Osmanlılar "ın İstanbul icin kullandıkları diğer isimde de net bir şekilde gormek mumkundur: Der-Saadet.

Sonra, fermanın ana metnini teşkil eden altı satırlık yazıya gectim. Hayli kalabalık bir milletin resmi gibi gorunuyordu. Ayrı ayrı satırlar; sanki Turk, Arap, Rum, Ermeni, Yahudi ve Acemlerden oluşan Osmanlı milleti gibi. Her biri kendi din, dil ve kultur kimliğine sahip, ama hepsi bir arada, birlik ve beraberlik icerisinde. Her millete eşit ve Âdil davranıldığı; her satırın aynı uzunlukta ve hizada olmasıyla ifade edilmiş gibi. Bu kadar farklı milletlerin tek bir ortak noktada birleşmesi; satır aralan mesafeli de olsa. satır sonlarının birbiriyle irtibatlı olmasıyla gosterilmiş.

Yazılar tek renk değil; yeşil, kırmızı ve siyah murekkep kullanılarak yazılmış. Tıpkı Osmanlı milletinin de Musluman, Hristiyan ve Yahudi dinlerine mensup insanlardan oluşması gibi. Her bir dinin mensubu, kendi inancını muhafaza edebilmekte ve yaşayabilmekte.

Bu satırlara kuşbakışı bakıldığında ise; fevkalÂde bir intizam, duzen, beraberlik ve kaynaşma manzarasını şÃ‚heser bir tablo gibi seyretmek mumkun. Farklı din, dil, ırk, mezhep, kultur ve coğrafyadaki insanların altı asır bir arada ve huzur icerisinde yaşamalarının sırrı herhalde "adalet" olsa gerek.

Metnin 3. ve 6. satırları arasında; bolukler hÂlinde dizilmiş askerlere benzeyen yazı kumeleri, fermandaki mÂlî bir işlem kaydıdır. Yazı ceşidi "siyÂkÂt"tir. Bu yazının Ozellikleri ise; zorluğu, gizliliği, nufus ve mÂliye kayıtlarında kullanılıyor olmasıdır. Diğer yazıların icerisindeki bu yazı grubu, Osmanlı Devleti'nin buyuk askeri gucunu oluşturan ve harp zamanı haricinde yine halkla ic ice yaşayan tımarlı sipahilere benzemekte. Kendine has askeriye nizÂmı, disiplini ve esrarı icerisinde, her an harbe gidebilecek şekilde hazır durumdadırlar.

Bu askerî teşkilatın yanında Osmanlı tımar sistemi; gecimini topraktan sağlayan ve bir ziraat toplumu olan Osmanlı'nın ekonomik sisteminin de adıdır. Avrupa'daki tek taraflı menfaate ve azınlığın ustunluğune dayanan feodal yapının tersine o. herkesin uretime katıldığı hakca bir paylaşım sistemidir.

Metin, "dîvÂnî" yazı ceşidi ile yazılmakta. "DîvÂnî" hatlı Osmanlı Devleti'nin en ust karar ve yasama organı olan ve padişahın başkanlığında hukumetin, yargının, mÂliyenin, hÂriciyenin temsilcileriyle yapılan Di-vÂn-ı HumÂyûn adlı meclise has yazıdır. Dinî hususlardan ziyade idarî, hukukî mevzuların goruşulduğu DivÂn'a herhangi bir Osmanlı vatandaşı doğrudan muracaat edip problemini cozebilirdi. Satırlardaki her harfin alfabede bir yeri olduğu gibi, her Osmanlı ferdinin de DivÂn'da yeri ve değeri vardır.

Metin kısmı ile tuğra arasında uzun bir cizgi ile başlayan yarım satırlık yazının harflerinin alttakilere gore daha buyuk olduğu kolayca fark edilebilir. Bu ibare; halkla padişah arasında kopru vazifesi goren idareciler gibi, satırlarla tuğra arasında bir geciş sağlamış. Bunun da yine farklı renklerden oluşması. Osmanlı idarecilerinin de o toplumu oluşturan farklı topluluklardan secildiğini gostermektedir. Ayrıca Osmanlı'da, halktan biri eğer kabiliyeti ve bilgisi varsa padişahtan sonra en ust seviyedeki yoneticilik makamı olan Vezir-i AzÂmlık makamına dahi yukselebilir. Nitekim gerek Turklerden, gerekse diğer milletlerden olup da. bu mevkilere gelmiş pek cok kimse vardır. İdarecilik kimsenin tekelinde değil, mÂrifet ve malûmat sahiplerinin elindedir.

Fermanın ana metni ve giriş cumlesinin uzerindeki, padişahın imzası ve alÂmeti olan tuğra; muhteşem saray veya otağındaki tahtında butun azametiyle oturan Osmanlı sultanı gibi durmakta. Burada kullanılan yaldız, yazının istifi, muhtevasındaki ibareler, onun bir dunya devleti ihtişamını gostermekte. Halkının ve idarecilerinin ustunde bulunan padişah, onlara Âdeta kol kanat germiş, hepsini kucaklamıştır. Ayrıca Osmanlı sarayının teşrifatı, duzeni, sırlı dunyası tuğranın kendine has kıvrımlarına da yansımış.

Tuğra uzerinde yukselen cadır şeklindeki zarif ve sanatkÂrane tezyinat ise Otağ-ı HumÂyûn'u hatırlatmakta.

Koku Altaylar'a kadar uzanan binlerce yıllık bir Turk ananesi olan; "devleti, herkesin itimadına lÂyık bir ailenin yonetmesi ve hukumdarın da o aileden biri olması" kaidesini Osmanlılar da takip etmişlerdir. "Kut"lu ve seckin bir insan olan Sultanın imzası da elbette butun renklerin en gosterişlisi olan allın yaldızla olacaktır. Ancak bu durumun onu gurura sevk etmemesi icin, bir gun hesap vereceği makamı ona hatırlatan, alkış heyelinin şu sozleridir:

"Uğrun acık olsun, ikbÂlin efzûn, Padişahım devletinle bin yaşa. Maşallah, mağrur olma Padişahım senden buyuk Allah var. Yardımcın Allah ola, yaşın uzun ola, Hak TeÂl efendimize omurler vere. devletinle cok yaşa."

Ve nihayet fermandaki bolumlerin en ustunde, saltanat ve ihtişamın bittiği yerde, her şeyin herkesin uzerinde Yuce Yaratıcı'nın isimleri, Huve veya Bismillah'ın kısaltılmışı olan b. h. harfleri yer almaktadır. Her şey O'na donecektir. Padişah, insanların niyet ve samimiyetlerini en iyi bilen Allah'a karşı mesuldur. Adaletten ayrılıp insanlara zulmetmeyi bu şuur ve idrakten daha iyi ne onleyebilir1.

Yuce bir makamdan başlayıp aşağıya doğru inen ve tuğrayı da icine alan cadır şeklindeki muhteşem goruntu. Osmanlı sultanlarının durumu hakkında dinî bir inancın da ifadesidir: Padişah Zıllullah'tır, yani Allah'ın yer yuzundeki golgesidir. İlÂhî emirler doğrultusunda insanları adalet ve merhametle yonetmek onun başlıca gorevidir. İmzaladığı fermanların ozunde daima bu olcu esas alınmalıdır. Yani gercekte "ferman Sultanlar Sultanı'nındır." Padişah ise yeryuzundeki uygulayıcıdır.

Zaman zaman bu gerceği unutup adaletten sapanlar da olmamış değil. Fermanın Sultan'ın değil "sulta"nın olduğu boyle donemlerde; bir zamanlar bir bedevinin Hz. Omer'e "eğer sen devlet işlerinde eğrilirsen, seni bu eğri kılıclarımızla doğrulturuz" demesi gibi, insanların cileden cıkarak "Ferman Sultamn-sa dağlar bizimdir" sınırına gelmemesi icin, Yavuz Selim'in civanmert veziri gibi bazıları da cıkıp. '"Ferman Sultanınsa hukum Allah'ındır" diyerek onu Âdil olmaya cağırabilmişlerdir.

Bir fermanın şeklen hatırlattıkları kısaca boyle. Ama henuz okumadığım muhtevasında neler var acaba?