Cağdaş dunyamızda en ideal bir yonetim bicimi telakki edilen demokrasi, farklı anlayış, kultur ve yapılara musamaha ve tahammul gosteren, orgutlenme hakkı veren bir sistem olarak gorulmektedir. Musamaha demokrasinin temel bir esasıdır. Zira musamahanın olmadığı yerde demokrasilerden bahsetmek mumkun değildir.
Osmanlı yonetim anlayışı cağdaş demokrasilerin temel bir esas olarak belirlediği musamahanın tum sınırlarını zorlayacak bir yonetim anlayışını tesis etmişlerdir. Bu anlayış salt Osmanlı yonetim geleneğinin bir urunu olmaktan cok İslÂm’ın belirlediği ilkelerden kaynaklanmakta ve hicri birinci asırdaki uygulamalara dayanmaktadır. Zira Osmanlı hoşgorusunun temelinde gonulden bağlı oldukları dinin boyle bir davranış bicimini emretmesi geliyordu.
Kur’anın bu konuda getirdiği ilkeler din ve vicdan hurriyetini esas tutmakta ve zor kullanarak insanları kendi şemsiyesi altında toplamayı kabul etmemektedir; “Dinde zorlama yoktur”, Bakara suresi 256. “Eğer Rabbin dileseydi yeryuzundekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde inanmaları icin insanları zorlayacak mısın”. ??Yunus Suresi 99. Hz. Peygamber’in uygulamaları da butun insanların Allah’a iman etmelerini arzu ettiği halde hoşgoru esası uzerine kurulmuştur; Medine sozleşmesinin 25. Maddesinde “Yahudilerin dinleri kendilerine, Muminlerin dinleri kendilerinedir”. Necran Hıristiyanları ile yapılan sozleşmede de; "Onların mallarına, canlarına, dini hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine, az olsun cok olsun onların mulkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak uzere, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmet'i Necranlı'lar ve onlara bağlı etraftakiler uzerine bir haktır. Hic bir piskopos kendi dini vazife mahalli dışına, hic bir papaz kendi papazlık vazifesini gorduğu kilisenin dışına, hic bir rahip icinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gonderilmeyecektir". Hz. Peygamber'in Necranlı'lara gonderdiği bir diğer mektub soyledi; "... Ne olursa olsun, az olsun cok olsun, ellerinde ne bulunduruyorlarsa kiliseleri ve manastırları kendilerine aittir. Allah'ın ve Resulunun zimmeti onlar uzerinedir. Hic bir piskopos, piskoposluk vazifesini gorduğu yerden, hic bir rahip kendi manastırından ve hic bir papaz kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gonderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ve ne de onların alışageldikleri hic bir şey bir değişikliğe tabi tutulacaktır. Onlar samimiyetle hareket edip, uzerlerine duşen vazifeleri hakkıyla ifa ettikleri muddetce, Allah'ın ve Resulunun zimmeti bunlar uzerine olacaktır. Onlar ne bir zulme uğrayacaklar ve ne de kendileri başkalarına zulmedeceklerdir".
Hz. Peygamber’den sonraki uygulamalar da istisnaların dışında bu temel anlayış uzerine bina edilmiştir. Hz. Omer’in Medain Hristiyanlar’ına verdiği taahhude “Hristiyan dini uzere olanlardan hic bir kimse istemeyerek musluman yapılmaya zorlanmaz” ilkesi yer alıyordu. Huzeyfe b. El-Yeman’ın Mah Dinar ahalisine verdiği emanda “bu emanı onların canları, malları, toprakları icin vermiştir. Onların dinleri zorla değiştirilmez, kendileriyle şeriatları arasına girilmez”.
Bu uygulama tarzı butun İslÂm tarihi boyunca yonetimlerin en fazla dikkat ettikleri bir husus olmuştur. Osmanlı yoneticileri de bu anlayışı devam ettirmekte tereddut etmemişler, kuruluşundan yıkılışına kadar bu ilkelere sadık kalmışlardır. Zira Osmanlı farklı uygulamalara yonelmiş olsaydı bu gun var olan kulturel ve etnik yapıların pek coğu Osmanlı kimliğinin geniş potası icinde erimesi kacınılmazdı.
Osmanlılar fethettikleri topraklarda yaşayan farklı dinlere mensup insanların İslÂm dinine girmeleri yonunde baskı uygulama bir tarafa bu insanların inanc ve vicdan hurriyetlerini koruma altına almışlardır. Ustelik birinin diğerine baskısına da musamaha etmemiştir. Bu konuda Kudus’de dini konular yuzunden cıkan gayr-ı Muslimler arasındaki anlaşmazlıkta devletin hakem rolunu ustlendiğini bir ornek olarak zikredebiliriz. Osmanlı Devleti’nde uygulamaya konulan millet sistemi gereği olarak Gayr-ı Muslim Osmanlı vatandaşlarının dini işlerine hic bir zaman mudahale edilmemiş ve bu sebeple din ve milliyetlerini korumaları mumkun olmuştur.
Daha Osman Bey zamanında bile gayr-ı Muslimlerin hak ve hukukları koruma altında idi. Bir Cuma gunu Germi yan Turk Beyi Alişir’in tebasından bir Musluman ile Bilecik Rum liderine bağlı bir Hristiyan arasında vuku bulan anlaşmazlıkta Osman Bey Hristiyan lehine hukum vermiş idi. Daha sonraki tarihler icin de buna benzer yuzlerce ornek bulmak mumkundur. Gunumuze kadar intikal eden Şer’iye Sicilleri ve diğer arşiv kaynakları buna şahadet etmektedir. Hic bir gayr-ı Muslim dini yuzunden haksızlığa uğramamış, kanun onunde eşit statusu korunmuştur. İdarecilerin de gayr-ı Muslim tebaya yonelik haksızlıkları ilgili merciler tarafından anında ber taraf edilmiştir. Bosna ruhbanlarına ve Galata Cenevizlilerine verilen emannameler de Osmanlı Devleti’nde din ve ırk farklılığından dolayı temel hak ve hurriyetlerin kısıtlanmaya gidilmediğinin en bariz ornekleridir. Semt pazarlarının gunu bile bu kesimin dini gunlerine gelmemesine calışılarak mağdur olmaları onleniyordu. Bilecik’te semt pazarının gunu mahalli idare tarafından Pazartesi’nden Pazar gunune alındığında dini gunlerine rast geldiğinden gayr-i Muslimlerin vaki şikÂyeti uzerine tekrar merkezi idare tarafından Pazar gunune alınmıştır. Benzer bir hadise 1817’de Adapazarı’nda vuku bulmuştur. Kurulan semt pazarı reayanın tatil ve dini gunu Pazar gunune geldiğinden bunun Cumartesi gunune alınması icin merkezi hukumet mahalli idarecilere talimat gonderiyordu.
Osmanlı gerek din, gerek etnik acıdan mozaik bir yapıya sahiptir. Ulkenin egemenlik sahası icerisinde muslumanların dışında katoliklerden; Latinler, Katolik Ermeniler, Katolik Gurculer, Katolik Suryaniler, Kildanılar, Maruniler, Kıptiler, Katolik Rumlar, Katolik olmayanlardan Ortodokslar, Gregoryenler, Nasturiler, Yakubiler, Mel kitler, Mandeiler, Musevilerden ; Rabbaniler, Karailer, Samiriler ve ayrıca Sabiiler bulunuyordu.
Gayr-ı Muslimlerin etnik olarak dağılımı ise şoyledir; Rumlar, Yunanlılar, Bulgarlar, Pomaklar, Sırplar, Hırvatlar, Karadağlılar, Bosnalılar, Arnavutlar, Macarlar, Polonyalılar, Cingeneler, Ermeniler, Gurculer, Suryaniler, Kildanılar, Araplar (Marunî, Melkit vs), Yahudiler, Romenler, Turkler (Gagavuzlar), Kıptiler, Habeşler.
Ulaşım ve iletişim teknolojisinin gunumuzun sınırlarına bile ulaşmadığı cağlarda bu kadar etnik ve dini farklılıklara sahip gayr-ı Muslim toplulukların idaresi Osmanlı yonetiminin hoşgorusu ve musamahası ile mumkun olmuştur.
Osmanlı hoşgorusu konusuna değinen Gibbons; “Yahudilerin toptan oldurulduğu ve Engizisyon mahkemelerinin olum sactığı bir devirde Osmanlılar, idareleri altında bulunan ceşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk icerisinde yaşatıyorlardı. Onların musamahakÂrlığı, ister siyaset, ister halis insaniyet duygusu isterse lakaydi neticesi meydana gelmiş olsun, şu vakaya itiraz edilemezki, Osmanlılar, yeni zaman tarihinde milliyetlerini tesis ederken dini hurriyet umdesini temel taşı olmak uzere vaz etmiş ilk millettir. Ardı arkası kesilmeyen Yahudi ta’zibatı ve Engizisyona resmen resmen yardım mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnasında Hristiyan ve Muslumanlar, Osmanlıların idaresi altında ahenk ve barış icinde yaşıyorlardı” der.
Batılı pek cok seyyah ve tarihcinin kaleminden Osmanlı hoşgorusune dair yazılan daha pek cok ornek bulmak mumkundur. Hatırı sayılır bir ilim adamı olan Brockelman Osmanlı hoşgorusune dair şoyle diyor; Musluman Turkler, fetihler esnasında isteselerdi Hıristiyanları tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna musaade etmez. Bu yuzden Fatih Sultan Mehmet, nasıl ki daha onceleri dedeleri kendi kilise teşkilatında serbest bırakmak suretiyle, Bulgarları rahatsız etmedilerse o da dini eski gelenekle tanınmış İslÂmi devlet goruşune de tamamıyla uygun olarak Ortokos Rum ruhani sınıfının silsile-i meratibini butun salahiyetleriyle tanıdı. Hatta o, Hristiyanlar uzerindeki medeni hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nufuzunu artırdı bile”.
Kemahlı Rahip Grigor 1595–1640 yıllarını kapsayan kronolojisinde Sultan I. Ahmed'den şoyle bahsetmektedir; "Sultan Ahmed sulhsever, şefkatli, dindar ve Hristiyanlar’a karşı muhabbetli bir padişah idi. Vezirlerden biri, Ermenileri kurek akcesi vergisine tabi kıldığı vakit, cami inşaatında calışmakta olan Ermeniler, padişaha şikayet ettiler. Alınan para padişah iradesiyle geri verildikten maada sozu gecen vezirin kellesinin ucurulmasına ramak kaldı. Padişah papazları cağırarak ne kadar para alındığına dair makbuzları sordu ve vergilerin geri verilmesini irade etti. Padişah emri ifa edilerek verilen para son puluna kadar geri alındı".
II. Mahmut’un 1837 yılında Şumnu’da yaptığı bir konuşma Osmanlı sultanlarının gayr-ı Muslim topluluklara bakışlarını ve takındıkları hoşgorulu tavrı yansıtan iyi bir ornektir;
“Siz Rumlar, siz Ermeniler ve siz Yahudiler hepiniz Muslumanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebaamsınız. Dinleriniz başka başkadır. Fakat hepiniz devlet kanunlarının ve irade-i şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen vergileri odeyin. Bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve refahınızdır”.
Bu konuşma metninden de anlaşıldığı uzere Osmanlı’nın siyasi hÂkimiyet sahası icerisinde bulunan tebanın guvenliği ve hukukunun korunması esastır. Her iki ilkenin gercekleşmesi bir tarafta barışı mumkun kılıyor, diğer tarafta hoşgorulu davranmayı sağlıyordu.
Osmanlı Hoşgorusu
Tarih0 Mesaj
●37 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Gündemdeki Konular - Haberler
- Tarih
- Osmanlı Hoşgorusu