''AŞK''olsun....
“Hasretini, yokluğunu, sensizliği bir ateş yanığı gibi oyle acıyla duydum ki, yureğimin etinde.
Gitgide coğalarak,
gitgide derinden işleyerek. Oyle dayanılmaz oldu ki bu.
Seni boğabilirdim senden kurtulmak icin
cunku seni o kadar seviyorum... “(N.H.Ran)
Şairin belirttiği gibi ruhu, bedeni yakan ve tutsak eden bir şey midir aşk? Yoksa şehir yaşamının yalnızlığında kaybolan benliğimizi ararken cektiğimiz acının ilacı mıdır? Belki de İnsan soyunun surmesi icin gereken ureme icgudusunun suslu kelimelere dokulmuş halidir. Ya da yeterince modernleşememiş toplumlarda kapitalizmin tuketmek icin sunduğu bir objedir aşk…
Aşkı anlamak ve anlamlandırmak icin ne cok şey soylenmiş, yazılmış ve konuşulmuştur. Gercekten de Aşk nedir? Nasıl yaşanır?
İnsan sevince aklı ve kalbi arasında sıkışır kalır. Bir yandan dunyanın en guzel caresizliğini yaşarken, bir yandan da hayallerinin gercekleşmesi ihtimaliyle gulumser. Artık kişinin hayatı aldığı nefeslerin toplamı değil, nefesini kesen anların toplamıdır...
Aşk deneyimini yaşamak, hic kimsenin kacamadığı ve hayatının bir bolumunde mutlaka karşılaşıp kendi olmaktan vazgectiği bir kaderdir, kederdir. Aşk uyarılma ile başlar. İnsan, kabuğuna cekilmiş kaplumbağa misali, dış bir etken olan yoğun duygular tarafından durtulerek uyanır. Aslında cok derinlerinde hissedilen arzunun ve eksiklik hissinin karşılanma ihtiyacıyla, insan gelecek olanın aşk olduğunu bilemeden, bilincsiz bir şekilde uyanmayı bekler. Bu nedenle aşk, insanın cocukluktan getirdiği butunleşme ve bir olma ihtiyacının sonucu oluşan bir duygudur aslında. Bu durumu Âşıklar şoyle tarif ederler: ‘Kalp dediğin atıyor zaten, marifet ritmi değiştirebilende sevgili, yani sende, sende olan bende, bende olan sende sevgili!’
Denizden, kopukler icinde, boynunda incilerden bir kolye ile doğan Venus, aşkın semboludur ve bircok yerde, elinde bir ayna ile kendine bakarken resmedilir. Bu tasvirde, deniz, ayrıştırılmamış yaşam enerjisini ve keşfedilmemiş derinlikleri temsil eder. Denizin icinde tum yaşamlar aşk yanılsamasındaki gibi bir olur. Yuzyıllardır değerli sus maddeleri arasında yer alan ve bir canlı tarafından yaratılan tek mucevher incidir. Yumuşak ve tatlı pırıltılarıyla inci, hemen her dilde guzellik, aşk, saflık, masumiyet ve yuksek değerle eşanlamlı bir sozcuk olarak kullanılır. İnci, başta istiridye, tarak ve bazı midye turlerinin icinde oluşur. Bunlar denizlerde yaşayan yumuşakcalar sınıfından kabuklu canlılardır. İşte, bu canlılar yumuşak vucutları icine giren yabancı bir maddenin zararsız duruma getirilmesi icin cevrelerinde kılıflar oluşmaya başlarlar. Boylece soyutlanan yabancı madde zamanla kalınlaşır ve ceşitli katmanlarla yuvarlak bir bicim alır. Daha cok istiridyenin icinde gelişen bu kat kat kılıflar sedef katmanlarıdır. İnci bu katmanların tumunun kuresel bir bicimde oluşmasıdır. Aşkta aynı inci gibi katmaları gibi oluşur, bir başkası ve ona ait olan duygular yabancı bir madde gibi insanın ruhuna girer ve zamanla değerli ve vazgecilmez olur. Âşıklar birbirlerinin gozlerinin aynasında kendilerini gorurler, eksik parcalarını bulurlar, denizin ayrıştırılmamış yaşam gucu gibi, ayrışmış ruhlarını butunleştirmek isterler, farklı bir dunyayı fark ederler. Bu fark ediş inci gibi bir parıltılıdır ve gozu kor eder. Bu nedenle ‘Aşkın gozu kordur!’ derler. İncinin renk ve parlaklığı alttaki katmanların ışığı yansıtma ve kırmasıyla oluşan ilginc bir olaydır. Nasıl ki bir incinin değeri goz alıcı doğal pırıltılarının yanı sıra kendine ozgu değeriyle olculuyorsa, aşkın değeri de Âşıkların kendi değerleriyle ve gozlerindeki parıltılarla olculur. Nasıl ki bir incinin değeri ışığı yansıtmasının yanı sıra şeklinin duzluğuyle olculuyorsa, aşkların değeri de Âşıkların karakterlerinin duzgunlukleriyle olculur. Nasıl ki incinin rengi istiridyenin cinsine, suyun icirdiği tuzun niteliğine, suyun derinlik ve ısı derecesine bağlıysa, aşkların rengi de Âşıkların derinliklerine bağlıdır. Nasıl ki inci genellikle beyaz, fildişi, pembe ya da acık gul renginde, mavimsi hatta siyah olabiliyorsa, aşkta rengÂrenktir ama en cok kırmızı ve turkuazdır. Nasıl ki, değerli inci icin istiridyenin kabuğunun ic yuzeyini kaplayan sedef tabakasının parlak, duzgun ve temiz renkli olması gerekiyorsa, aşkın kalitesi icin de Âşıkların saf ve masum olması gerekiyor. Bu nedenle aşık olmanın dayanılmaz bir ağırlığı vardır.
Mevlana’ya sormuşlar ‘Sevgili" nasıl olmalı?’ diye; ‘Sevilecek biri olmadığı zamanlarda bile seni sevmeli. Sarılacak biri olmadığı zamanlarda bile sana sarılmalı, DAYANILMAZ OLDUĞUN ZAMANLARDA BİLE SANA DAYANMALI.’ demiş... Mevlana gercek aşkı tarif etmiş. ‘Bu gece meltem gibi es yureğime, ay ışığı vursun bensiz titreyen tenine, mehtap sarılırken caresizce kadehime, sen de kana kana ic şerefime!’ dedirten gercek aşk, gercek inci gibidir; ‘Seni seviyorum, kalbim sende emanet, ona iyi bak!’ demektir. Yalancı aşk ise kultur incisi gibidir. Japonlar 1800 yıllarda istiridyeden daha cok ve daha ucuz inci elde etmenin yollarını geliştirmeye giriştiler. Bugun tuketim toplumunun bir yansıması olarak kultur incisi uretimi Japonya'da buyuk bir sanayi durumuna geldi. Kultur incisi elde etmek icin ufak ve yuvarlak bir sedef parcası canlı istiridyenin icine yerleştiriliyor. Sonra bunlar dibe serili ağdan yataklar uzerine indirilerek orada 3–5 yıl sureyle bırakılıyor. Boylece istiridye icinde oluşan inciler hem sayı bakımından cok oluyor hem de kısa surede oluşuyor ama gercek inciler kadar değerli olmuyorlar ve bunların iyileri gercek incilerden ancak deneyimli gozler tarafından ayırt edilebiliyor. Şimdiki aşklarda kultur incisi gibi olmaya başladı. Sanal Âlemde, barlarda veya cafelerde başlayan yakınlaşmalar aşk olarak goruluyor ve yalancı aşklar dışarıdan gercek aşk gibi gorunebiliyor. Gercek aşk gonul işiyken yalancı aşk akıl işidir. Şems-i Tebrizi bu durumu şoyle anlatır: ‘Sanmayasın ki aşk akıl işidir, gul ki her gonlun murşididir, kimini kokusuyla şad eder, kimini de dikeniyle irşad eder!’ Mevlana ise aşkın once yureğe duşmesi gerektiğini soyler ve ‘Aşk-ı zikretmek icin soz dudağa gelmeden once cemre gibi yureğe duşmelidir!’ der. Bu nedenle gercek aşkla yalancı aşkı birbirinden ayırmak gerekiyor.
Evet belki de otekini arayışımız ve hatta bulamayışımızdır aşk. Antik cağlardan bugune insanlık tarihinde masallara, destanlarda gectiği gibi benliği bulma gayreti ve bir tamamlanma arzusudur. Aşk her toplumda, her kulturde ve tum zamanlarda var olmuştur ancak aşkın tanımı kulturden kulture, kişiden kişiye farklılık gosterir.
Aşkı ve aşk acısını anlamak icin “bağlanma kuram”ını ortaya atan J. Bowlby’e kulak vermek gerekiyor. Bağlanma kuramına gore gelişim devamlılık gosterir, dolayısıyla ana babalarla erken yaşlarda yaşanan ilişkiler gelecekte kurulacak olan ilişkileri şekillendirir. Yaşamın erken yıllarında anneden ayrılma sonrası “karşı koyma” “caresizlik” ve “kopma” şeklinde bir dizi tepki modeli oluştururuz. Bowlby'nin kuramına gore, her insanın kendini ve yaşamındaki onemli kişileri algılayış bicimine gore oluşturduğu zihinsel şemalar vardır. İnsanlar yeni ilişkiler kurarken eski anıları ve deneyimlerine dayanan bu model ve şemalara gore hareket ederler. Bilincli olmayan bir şekilde karşı cinsle olan ilişkileri, iş ve sosyal cevre ile olan ilişkileri bu kalıplara gore yaşamaya başlar. Nihayetinde, şıpsevdi olsun, saplantılı olsun kişi ilişkide devamlı olarak benzer motifleri işler hale gelir.
AŞK ile ilgili soylenecek,yazılacak,cizilecek o kadar cok şey var ki.Bu yuzden yuzyıllardır filmlerin,romanların velhasıl hayatın hep en baş aktoru olmuştur AŞK.Biz yazımızı her ne olursa olsun AŞK olsun diye bitirelim.Ama AŞIK olmanın dayanılmaz cazibesine kapılıp da AKIL denilen cok onemli olan ozelliğimizi de kusturmeyelim.Bir kulağımız,gozumuz de onda olsun dostlar...
Sevgilerimle...

[h=2]Denizli Psikoloji uzmanlarına ulaşmak icin tıklayın![/h]