Son zamanlarda, okulda başlayan (ya da yeni fark edilen) bir şiddet dalgası, butun insanları rahatsız etmeye ve şiddet uzerinde duşunmeye, konuşmaya, bilimsel araştırmalara teşvik etmektedir. Ve coğunlukla, bu duşunmelerin, konuşmaların ve bilimsel araştırmaların mevcut durum uzerinden yapıldığı gozlenmektedir. Yani herhangi bir somut şiddet olgusunda, sorun şimdiki zaman ve bazen de gelecek zaman acısından ele alınmaktadır. Kuşkusuz bu yanlış değildir ama eksiktir. Eksik olan da gecmiş zamandır. Şiddet olgusu bir sonuctur. Bu bağlamda duşunulduğunde, bu sonucu yaratan gecmişin kurgulanması gerekir. Bu yapılmadığında şimdiki zaman ve gelecek zaman iyi betimlenemeyebilir. Bu calışmada genel hatları ile şiddet, gecmiş boyutu ele alınmaya calışılmaktadır.
Şiddet; sosyal bir olgu olarak, oğrenilen bir tutumdur. Her ne kadar, şiddetin insanın doğasında var olan bir durtu olduğunu ileri suren duşunceler var olsa da; doğum sonrası insan yavrusunun davranışları gozlemlendiğinde, gelecekte şiddeti cağrıştıracak davranış kalıplarına rastlanmadığını ileri surebiliriz. Bebeğin emme davranışı sırasında memeye saldırmasının! şiddet durtusu ile betimlenmesi ise abartılı gozukmektedir. Cunku, memeye saldırma davranışı (başkasına) zarar verme değil, aclığı giderme sabırsızlığıdır. Unutulmamalıdır ki şiddet oğesinde biriktirilmiş ofke, ofkenin kontrol altına alınamaması, ofkenin davranışa donuşturulmesine yol acacak bir uyarıcı ve zarar verme fiili ya da tehdidi vardır. Onemli olan bu surecin nasıl ortaya cıktığının betimlenmesidir. Bu betimleme yapılmadan cozum uretme de sağlıklı olmayacaktır.

Ofke, insanın kendini ifade etmenin bir bicimidir. Yani ofke de bir iletişimdir, ancak istenmeyen onaylanmayan, olumlu sonuclar oluşturmayan yıkıcı bir iletişimdir. İnsan kendini soz, duygu, mimik, jest, ya da bir başka bicimde neden ifade edemez? Her insan cevresinden kabul gormeyi ve kendini değerli hissetmeyi ister. Bunu duyumsamadığı donemlerde, kendini ifade etmede gucluk ortaya cıkar. İnsan kendini neden ifade edemez? Muhtemelen oğrenemediği, bu olanağı bulamadığı ve kendini değerli hissetmediği icin, bu durum ise, gecmişin bir birikintisi olarak ortaya cıkmış olmalıdır. Cunku, insan davranışlarının gosterildiği an, bir sonuctur. Bu sonucu ise yaratan bir gecmiş surec vardır. Yaklaşık olarak ergenlikte ortaya cıkan soyut duşunme becerisi elde edilinceye kadar, insan kendini evrenin merkezinde algılar. Evrenin merkezine kendine koyan insanın en buyuk gucluğu ise, paylaşamamaktır. Paylaşma, oğrenilen (ya da oğrenilemeyen) sosyal bir davranıştır. İnsanın sosyal bir varlık oluş gerceği, paylaşmanın da cok rahatlıkla kazanılabileceğini duşundurtmektedir. Ancak bu gercekleşmemektedir. Cunku, cocuk buyurken, bunun gercekleşmesini engelleyen bir dizi hata yapılmaktadır. Orneğin, evine misafir kabul eden bir anne-baba, cocuğuna şu direktifi verebilmektedir: “oyuncaklarını ortalıktan kaldır, misafir cocuk/cocuklar onları alabilir, kırabilir”. Bu buna benzer direktiflerle buyuyen cocuğun paylaşmayı oğrenmesini bekleyebilir miyiz? Bu tur durumlar, sadece paylaşmanın oğrenilmesini engellemez, ben merkezliliğin ortadan kalkmasını ve yerini sosyal ben’e bırakmasını da engeller. Sosyal ben’i gelişmemiş birey ise, paylaşmayı, empati kurmayı, kendine ve başkalarına değer vermeyi oğrenemez.

Paylaşmayı oğrenemeyen insan, her elde edemediği icin; bir suclu arar. Bunu başlangıcta sozel ifadelere doker. Bu sozel ifadeler ise, coğunlukla kınanır, sorgulanır, aşağılanır ya da şiddete uğrar. Cocuk icin sozel ifade edişin yetersizliği boylece anlaşılmış olur. Suclamalarını ve kızgınlığını, uygun bulduğu ortamda davranışı donuşturebilir. Coğunlukla bu basit ve sıradan gozuken şiddet oncesi davranış kalıpları (gelecekteki tutum olarak şiddet eğiliminin kokenlerini oluşturduğu unutulmamalıdır) gucsuz yaşıtlara, kendinden kucuklere ve yetişkinlerin olmadığı ortamlarda uygulamaya başlanır. Gelecekteki şiddet tutumunun tohumları bu şekilde atılmış olur. Bu tohumun buyuyup yeşermesi zaman alır ve yanlış yetişkin davranış ve tutumları ile beslenmiş olur.

Cocuk uzunca bir zaman, coğunlukla ilkoğretime başlayıncaya kadar, şiddete direnecek guce (zihinsel, duygusal ve fiziksel ) sahip değildir. İlkoğretimden itibaren zihinsel gelişmişliği ve duygusal olarak kendini ifade etmede elde ettiği yeterlilik, fiziksel olarak da kendine yakın bulduğu akranları ile birlikte sergilenecek bir ortama kavuşmuş olur. Okullu cocuk icin, aileler coğunlukla neredeyse bilincaltı şoyle bir algıya sahiptirler: “oh be, artık okul var, cocuğumla ilgili sorumluluğumun buyuk bir kısmına onlara devredebilirim. Buna bir de okulun sorun cıkıncaya kadar, sorunların farkına varamama niteliği eklenince, kendini değerli hissetmeyen, paylaşmayı oğrenemeyen ve kendini evrenin merkezinde algılayan cocuk icin, biriktirilmiş ofke acığa cıkmak icin uygun uyarıcıyı beklemeye başlar.

Ofkeyi ortaya cıkaracak uyarıcı ise cok kolay bulunur. Odevini yapmadığı ve yeterince calışmadığı icin aile onu kınar, uzer ve şiddet uygulayabilir. Oğretmen; kurallara uymadığı icin, hata yaptığı icin, okul koridorunda koştuğu icin, zayıf not aldığı icin ….vs. vs. cocuğu kınar, uzer ve şiddet uygulayabilir. Cocuk acısından denetimsiz ve her an seyredilmeye hazır olarak, acık bekleyen Televizyon; yuceltilmiş ve “estetize” edilmiş cizgi filmler, filmler aracılığıyla, cocuğun biriktirilmiş ofkesini davranışa donuşturecek uyarıcı oğrenmelerle doludur. Boylece akranlara aktarılacak biriktirilmiş ofke davranışa donuşturulmeye hazır hale gelir. Cocuk, ailesine ve okula yansıtamadığı ofkesini, diş gecirebileceği biri olarak akranlarına cevirir. Akranlara gosterilen şiddet, bazen gormezden gelinir, bazen de sessizce onaylanır. Cocuğunun dayak yemesindense, dayak atmasını tercih eden ana-babaların sayısı azımsanmayacak kadar coktur.

Cocuk biriktirilmiş ofkesini davranışa donuştururken, zihinsel niteliklerinden dolayı sadece anı yaşar. Yani bıcağı salladığında karşısındakinin olebileceği olasılığını duşunemez (filmlerde kahramanlar cok zor olur, olenler ise yuceltilir). Cunku duşunme analitik yani neden-sonuc ilişkisi icinde değildir henuz. Kuşkusuz bunun da nedenleri vardır. Başlangıcta kendini ifade etme olarak ortaya cıkan şiddet, bir sure sonra ustaca oğrenilmiş ve zarar vermeye donuk bir eyleme donuşur. İşte bu nokta, geri donulemez noktadır. Cozum icin, nasihat, sosyal ya da hukuki yaptırım yetersiz kalır.

Eğer, şiddetin kendini değersiz hissetmenin, hospitalizmin (sevgiden yoksun buyumek) bir sonucu olarak ortaya cıktığını kabul edersek; cozum icin de bir yol gorunmuş olur; cocuğun eksikliğini hissettiği değersizlik ve sevgisizliği ortadan kaldırmak. Peki bunu kim ortadan kaldıracak; elbette aile, politika, din, ekonomi..vb. sosyal kurumlar. Ama temel sorun da burada, kurumlar şiddeti ortadan kaldırmak yerine, destekliyorlar. Evine donen baba ya da anne, işyerinde, sokakta gun boyu biriktirdiği ofkesini eşine ve cocuklarına yansıtıyor. Devlet kapısına giden yurttaş, vergisini oderken, bankada taksitini yatırırken, alış verişini yaparken, bir talepte bulunurken, bir hizmeti satın alırken, işini zorlaştıran ve kendini değersiz hissettiren bir suru uygulamayla karşılaşıyor, yani ofke biriktiriyor. Akşam evinde, televizyonun başına gecen aile, şiddet ve şiddetin yansıması olan programlarla geceyi noktalayıp uyuyor. Okula giden cocuk, eğitim-oğretim ortamında bir baş belası gibi kendini algılamasına neden olan kural ve normlarla karşılaşıyor yani butun sosyal kurumlar ve iletişim stratejileri guvensizlik uzerine kurulmuş. Kamusal ve ozel yaşamda oluşan bu guvensizlik, şiddeti doğurup meşrulaştırıyor. Şiddet uygulamaları ancak, oldurme noktasına ulaştığında dikkat cekebiliyor. Bu durum bile, şiddetin ne kadar kanıksandığını gostermek icin yeterlidir.

Şiddeti ortadan kaldırmayı onermek cok iddialı olacağı icin, şiddeti zayıflatmanın yolunu oncelikle aramak gerekir. Eğer şiddet bir birikimin sonucu ise, onu zayıflatmanın bir surec ve birikim olacağını da ongorebilmek gerekir. Sosyal kurumların şiddeti zayıflatması ve etkisiz hale getirebilmesi, şu temel varsayımın ele alınması ya da duşunulmesi ile sağlanabilir; ihtiyacların karşılanma oranı ile şiddet arasında ters bir ilişki vardır. Bu şu demektir, bebeğin sağlıklı buyumesi icin, anne sutu ve ebeveyn sevgi ve şefkatine ihtiyacı vardır, ihtiyacı karşılandıkca ofkesi azalacaktır. Cocuğun sosyal akran aktivitelerine (sosyal başarı), oğrenmeye (akademik başarı) ve mutlu olmaya (kendini gercekleştirme başarısı) ihtiyacı vardır, bu ihtiyaclar giderildiği olcude ofkesi azalacaktır. Yetişkin insanın bir işe ihtiyacı vardır, işinde mutlu olmaya ve yeterince para kazanmaya (istihdam ve gelir dağılımında adalet) ihtiyacı vardır, bu karşılandığında ofkesi azalacaktır. Bireyin devlet tarafından kucaklanmaya ihtiyacı vardır, bireyin toplum tarafından kabul gormeye ihtiyacı vardır, bireyin kendisini dinleyecek bir insana ihtiyacı vardır, bireyin oy verdiği insanlara hesap sormaya ihtiyacı vardır (bu ihtiyac 5 yıllık periyotlarla geciştirilemez). Bu ihtiyaclar giderildiğinde ofke azalır, şiddete varacak boyutlara ulaşması engellenmiş olur.

Demokratik gelişimlerini tamamlayamamış ya da demokratikleşme sancılarını yaşayan toplumlar, sorunların cozumunde şiddete başvurmayı meşrulaştırabilirler. Demokratik tutum, farklılıkları kabullenmeyi (farklılığı fark etme, farklılıkları tanıma, farklılıklara yaşam hakkı vermede tutum oluşturma) gerektirir, şiddette başvurulurken kullanılan temel bilincaltı savunma mekanizmalarından biri de farklılığa karşı duyulan hoşgorusuzluktur. Bu hoşgorusuzluğun şiddete donuşmesi, kabullenmenin gercekleşmemesi ile doğrudan ilişkilidir. Bu kabullenme, sosyal kurumların birbirini destekleyen ortak politikaları ile gercekleştirilebilir. Orneğin, bir sosyal kurum olarak eğitim kurumu, bireylere fırsat eşitliği sağlamaya yonelik bir temaya sahip olmadığında, bunun politikaya yansıması da elbette ceşitlilik şeklinde olmayacaktır.

Ne yazık ki şiddet hadi engelleyelim diye soylenerek ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Şiddetin oluşması nasıl bir birikim ve surecse, kaldırılması da benzer birikim ve sureci gerektirir. Bu surecte ise, bireyden topluma, en kucuk sosyal gruptan devletin kurumlarına kadar herkese ilgilendiren ve yerine getirmesi gereken sorumluklar vardır. İnsanın kendisini sevmesi ile başlaması sanırım uygun bir başlangıc olabilir. Kendini seven ve bağışlayan başkalarını da sevip bağışlayabilir.