• 13-07-2022, 20:56:20
    #1


    Vaktiyle TRT’de guneş tutulmasını anlatan bir program izlemiştim. Spiker konuştuğu gokbilimci konuğa evrenin bir sınırı, ulaşabileceğimiz bir sonu olup olmadığını sormuştu. Gokbilimci uzman şoyle bir gulumsedi. "Biz varsaydığımız sınırlarına yaklaştıkca, o sınır bizden uzaklaşır." diye acıkladı bu karışık durumu. Yani evrenin sınırları var, ama biz yaklaştıkca uzaklaşan bir sınır bu. Evren icin yapılan bu acıklama, dil icin de gecerlidir. Biz dilimizin sınırlarına yurudukce, o sınırlar bizden uzaklaşır. Surekli genişleyen, ucsuz bucaksız, seslerle, sozcuklerle dolu bir balon duşunun. Bu balon surekli şişebilir de, sonebilir de..Başka dillerin yoğun baskısıyla sonebilecek bir balon gibidir dil, ancak kendi olanaklarını harekete gecirerek (edebiyatta, bilimde, eğitimde) sınırlarına doğru yururseniz, bu esnek ve canlı evren genişler.

    Geride bıraktığımız kocaman bir tarihten hic ders almamış gibi gorunen iki anlayış, eğitim ve bilim kurumlarımızı zorluyor.

    Bunlardan birincisi, once tercuman, sonra bilim adamı olmamızı istiyor. Onlara gore varsa yoksa İngilizce Makalelerinizi İngilizce yazarsanız on beş puan, Turkce yazarsanız beş puan. Bu, acıkca kendi dilimizi cezalandırmak değil mi? İkinci anlayış ise, once imam, sonra bilim adamı, oğretmen, gazeteci, bankacı olmamızı istiyor. Onlara gore Osmanlıcayı, Arapca ve Farscayı herkes oğrenmeli. Turkce iki cepheden boyle zorlanıyor.

    Bu durumda "Turkcem mahzun, ben mahzun!" demez misiniz?
    Bu iki anlayışa karşı ses bayrağımızı dalgalandıracak ucuncu bir gucu canlandırmak zorundayız.

    Yayın Tarihi:
    06.10.2005
    Yayınevi: İmge Kitabevi


    Aranabilir PDF

    Mediafire


    Gizli İçerik:
    Gizli içeriği görmek için mesaj yazmalısınız.