Oğle vaktiydi, guneş hafiften kırpmıştı gozunu. Derken, cıvıl cıvıl bir ses tırmandı gokyuzune: "Beni de yaz abi, beni de yaz bu seferkinde n'olur n'olur!.."

Fatih'ti bu, yeni oykusunde kendisine de yer vermesini istiyordu abisinden.

"Tamam, yazacağız seni de bir gun. Oyle hemen olmaz ki, ilham bu kardeşim..." “İlham’ı da yaz, beni de…”

Gulumsedi abisi...

Cennet'in ipekten bir şalı olsaydı, yureğine dolandığına inanacaktı Fatih'in. Oyle duruydu, oyle katıksız...

Hayatın, en sevilesi yanı duruyordu şimdi karşısında. Butun masumiyetiyle cevap bekleyen iki zeytin karası goz...

"Gel buraya..." dedi abisi, kucağına aldı kardeşini, sarıldılar sıkı sıkı...

"Hadi annemin yanına git sen, kim bilir ne guzel yemekler yapmıştır yine, karnını doyur, sonra babam gelince de camiye gideriz beraber, tamam mı?"

"Tamam abi. Kur'an da okuyacak değil mi babam bize?"

"Hı hı..."

Koşarak gitti Fatih. Birkac dakika icinde yemeğini yemiş; sokakta oyuna dalmıştı bile...

Gazzeli bir ailenin kucuk oğluydu Fatih. Beş yaşına girmemişti daha; ama rakamları sollayıp gececek kadar zeki ve olgun bir cocuktu. Surekli merakla bakan iri siyah gozleri, kulaklarının uzerine duşen sacları, geceyi bile uykusundan kaldıran cıvıl cıvıl sesiyle yalnız ailesinin değil; mahallesinin de goz bebeği olmuştu kısa zamanda... Annesinin sesiyle irkildi:

"Fatih! Gel oğlum hadi, baban geldi, camiye goturecekmiş seni..."

Koşarak gitti annesinin yanına. "Bak yine toza toprağa bulanmış ellerin. Hadi yıka da oyle gidin, hadi oğlum..."

"Yıkamazsam n'olur anne?.."

Yine soruyordu. Susmuyordu o heyecanlı gozler. Geleceğin buyuk adamlarından biri olacağının mujdeleyicisiydi belki de bu parlayan kandiller...

"Yıkamazsan, Allah, 'Fatih kulum benim karşıma elleri camurlu cıkıyor.' der..." "Uzulur mu?"

"Hı hı, uzulur tabii oğlum..."

"Tamam hemen yıkıyorum anne, uzulmesin, ben O'nu cok seviyorum..."

Koşa koşa gitti. Baktı annesi arkasından. Bu cocuk bir armağan olmalıydı kendisine. Şukretti oracıkta, 'onu armağan eden'e...

Uc ay gecti aradan...

Bir sabah, kanı cekildi guzel kentin. Hastalandı bir anda. Değişti... Artık oyku yazmıyordu Fatih'in abisi. Babası, gizli gizli okuyordu Kur'an'ını. Annesinin guzel yemekleri tek ceşitte sabitlenmişti uzun suredir.

Fatih aynıydı, sorular soruyordu yine. En başta, bu kocaman tabancalı ve değişik konuşan adamlar neden gelmişti buraya?

Neden biz korkuyorduk onlardan, neden surekli insanlar oluyordu? Biz ne yapmıştık onlara, Fatih ne yapmıştı? Gokyuzunu mu kıskanmışlardı ondan, yoksa nefes alışını mı? Soruyordu ama, bu kez cevap veren yoktu ona...

Bir oğle vakti, endişeler icinde camiye gidiyordu uc beden... Babası, abisi ve Fatih... Fatih, evden cıkmadan, gıcır gıcır yıkamıştı ellerini.

"Artık sokakta hic oynamıyorum, ellerimi camura bulamıyorum; ama yine de yıkayayım, uzulmesin Allah'ım." diyordu kendi kendine.

Evden cıkmadan, istemsiz sarıldı, bağrına bastı annesi onu...

Annesi, hep ağlıyordu artık...

Oğle namazı...

Her gun biraz daha boşalıyordu saflar. Fatih de fark etmişti; ama soramıyordu. Cevaplar yoktu artık. Kim bilir, belki de o cirkin adamlar oldurmuştu cevapları da... Babasıyla abisinin arasında duruyordu. Eğildi, rukua vardı, sonra doğruldu, derken secdeye...

Sonra, sonra başını kaldıramadan bir gurultu koptu, yer yarıldı icine duşuyorum zanneti. Sonra karanlık, sonra bir ateş topu...

Sıcak... Acı... Tanımlayamıyordu Fatih. Hareket edemiyordu, neler oluyordu, bilmiyordu...

Bir daha hic oyku yazmadı abisi. Fatih'i de yazamadı, İlham'ı da...

Hic Kur'an okumadı babası sonrasında.

Annesi hicbir zaman yapamadı o guzel yemeklerinden tekrar...

Solukların kesildiği yerde, alev alev yanan ateşin cığlıkları arasında, inceden bir ses yukseliyordu gokyuzune...

Fatih... Minicik ellerini birbirine kenetlemiş, bir şeyler soylemeye calışıyordu:

“Anne… Anneciğim… Ben yıkadım ama… Ellerim… Kan oldu… Allah… Uzulur mu anne?..”
__________________