Bir derviş, Ă‚rif bir zĂ‚ta sorar:

“–Cuneyd-i BağdĂ‚dî Hazretleri mi, BĂ‚yezid-i BistĂ‚mî Hazretleri mi daha buyuktur?”

O zĂ‚t şu cevabı verir:

“–Bu iki velî arasındaki fazîlet buyukluğunu tĂ‚yin edebilmek icin onlardan daha buyuk bir velî olmak lĂ‚zımdır...”1

YĂ‚ni Allah dostlarının fazîlet ufkunu tam olarak kavrayabilmek, değme idraklerin kĂ‚rı değildir. Beşerî idrak, AllĂ‚h’ın velî kulları hakkındaki fazîlet takdîrinden bile Ă‚ciz iken, AllĂ‚h’ın Habîbi’nin kadr u kıymetini ne kadar takdîr edebilir ki?..

AcabĂ‚ kelimelerin mahdut imkĂ‚nları ile yazılan butun sîret kitapları, Hakîkat-i Muhammediyye’nin kacta kacını ifĂ‚de edebilir?!. Ustelik O’nu anlatmaya kalkan her kalem, sahibinin gonlundeki muhabbet nisbetinde bir ifĂ‚de kudretine sahip iken...

SONSUZ MÂNEVÎ İSTİÂB

MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn-i Rûmî, bir gun talebeleriyle sohbet etmekteyken Şems-i Tebrizî, onu imtihan etmek maksadıyla garip bir heyecan icinde şu acĂ‚yip suĂ‚li sorar:

“–BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri mi, yoksa Hazret-i Muhammed MustafĂ‚ r mi daha buyuktur?”

MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn, dehşete kapılır ve hiddetle:

“–Bu ne acĂ‚yip bir suĂ‚l?! Hic Ă‚lemlere rahmet olarak gonderilmiş yuce bir peygamberle, butun mĂ‚nevî sermĂ‚yesi O’na tĂ‚bîlik olan ve gonul feyzini O’ndan alan bir velî mukĂ‚yese edilir mi?!.” der.

Tebrizli Şems, sukûnetini bozmadan suĂ‚lini şu şekilde acıklar:

“–Oyleyse neden BĂ‚yezîd, Rabb’inden cehenneme konulmasını ve vucûdunun orada hicbir gunahkĂ‚ra yer kalmayacak derecede buyutulmesini taleb ettiği, lĂ‚kin bunun zıddına, kucuk bir ilĂ‚hî tecellî karşısında da; «ŞĂ‚nım ne yucedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği hĂ‚lde; Hazret-i Peygamber r sayısız tecellîlere rağmen buyuk bir mahviyet icerisinde bulunuyor ve nĂ‚il olduğu ulvî derecelerle yetinmeyerek Rabb’ine hamd ve şukur hĂ‚linde ve O’na yakınlık arzusuyla dĂ‚imĂ‚ istiyor, istiyor, surekli istiyordu?..” der.

Bu îzah, MevlĂ‚nĂ‚ CelĂ‚leddîn’i sırf aklın aydınlattığı zĂ‚hir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suĂ‚li cevaplamak imkĂ‚nsızdır. Şems, mĂ‚nevî tasarrufla onu bu noktadan daha ileriye istikĂ‚metlendirir. ZîrĂ‚ zĂ‚hirî Ă‚lemin mĂ‚verĂ‚sı (otesi), ucsuz bucaksız bir “ledun Ă‚lemi”dir. Boylece Şems, muhĂ‚tabını, onda mevcut olduğu hĂ‚lde habersiz bulunduğu mĂ‚nevî ufkun derinliklerine doğru şimşek suratiyle bir keşif seyahatine cıkarmış olur.

Bu Ă‚nî gelişmenin tesiri ile Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zĂ‚hirî ilmin mutĂ‚laalarından biriymiş gibi kolaylıkla şu cevĂ‚bı verir:

“–BĂ‚yezîd’in; «ŞĂ‚nım ne yucedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanlar sultĂ‚nıyım!..» sozu, mĂ‚nevî bir işbĂ‚ (doymuşluk) hĂ‚linin ifĂ‚desidir. YĂ‚ni onun mĂ‚nevî susuzluğu, kucuk bir tecellî ile giderilmiş oldu. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lĂ‚kin onun kalbî istiĂ‚bı bu kadardı. Bu yuzden kucuk bir tecellî ile rûhu artık talepsiz hĂ‚le geldi, sekre suruklendi; akıl Ă‚leminin dışına cıktı.

Hazret-i Peygamber r ise, «elem neşrahleke sadrake »2 sırrına mazhar olmuştu. İlĂ‚hî tecellîler, kendisini her taraftan kuşattığı hĂ‚lde kĂ‚inat kadar geniş olan gonul Ă‚lemi, bir turlu kanmıyordu. Kulun Rabbiyle arasındaki mesĂ‚fe sonsuz kere sonsuz olduğu gibi, O’nun kalbî istiĂ‚bı da sonsuzdu. Bu yuzden mazhar olduğu nĂ‚mutenĂ‚hî tecellîler bile O’nun ilĂ‚hî aşkını teskîne kĂ‚fî gelmiyor, bilĂ‚kis sonsuz bir iştah ve iştiyakla susadıkca susuyor, ictikce de susuzluğu artıyordu. Yuce MevlĂ‚’sına her an daha da yakın olmayı arzuluyordu. Her an bir hĂ‚lden diğer bir hĂ‚le yukseliyor ve her yukselişte de bir onceki hĂ‚line tevbe ediyor;

«YĂ‚ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lĂ‚yık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım…»3 diye istiğfar ve tazarrûda bulunuyordu.”

İşte MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri, bu nevî sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zĂ‚hirî ilimlerin hudutlarını aştı, gonul iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mĂ‚nĂ‚ ırmakları cağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran buyuk velîlerden oldu.

VELÎSİ BOYLE OLURSA

Selcuklu Sultanı’nın kızı ve Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın murîdesi olan Gurcu HĂ‚tun, sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynu’d-Devle’yi, gizlice resmini cizip kendisine getirmesi icin Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’ya gonderir. Ressam, gĂ‚filĂ‚ne bir şekilde huzûra cıkıp vaziyeti Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’ya anlatır. O da mutebessim bir cehreyle:

“–Sana emredileni, arzu ettiğin gibi yap yapabilirsen!” der.

Ressam cizmeye başlar. Fakat neticede karşısındaki sîmĂ‚nın, cizdiği resimle alĂ‚kasız bambaşka bir muhtevĂ‚ ve şekle burunduğunu fark edip yeniden cizmeye koyulur. Boylece Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın, resmini cizmeye calışırken yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgecmek mecburiyetinde kalır. Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın ellerine kapanır. ZîrĂ‚ o unlu ressamın sanatı, kendi cizgilerinin icinde kaybolmuştur.4

Bu hĂ‚dise, ressamın gonlunu uyandırır; hayret, dehşet ve urperiş icinde derin duşuncelere daldırır ve enfusî bir Ă‚lemin seyyĂ‚hı eyler. NihĂ‚yet gonlunde acılan pencereden Allah Rasûlu r Efendimiz’in tahayyulune dalan ressamın dilinden şu sozler dokulur:

“–Bir dînin velîsi boyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?!.”

GONDERENİN KADRİNCE OLUR!..

HĂ‚lid bin Velid -radıyallĂ‚hu anh-, bir seriyye esnĂ‚sında musluman bir aşîretin yanında konaklar. Aşîret reisi ona:

“–Bize RasûlullĂ‚h r Efendimiz’i anlatır mısınız?” der.

HĂ‚lid bin Velid -radıyallĂ‚hu anh-:

“–Allah Rasûlu’nun o ebedî guzelliklerini anlatmaya guc yetmez. TafsîlĂ‚tıyla anlatmamı istersen, bu mumkun değil!” der.

Reis:

“–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve oz olarak tĂ‚rif et!” deyince HĂ‚lid -radıyallĂ‚hu anh- şu karşılığı verir:

“• : Gonderilen, gonderenin kadrince olur!..”5

YĂ‚ni gonderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna gore, gonderilenin şĂ‚nını, var sen hesĂ‚b et!..

VelhĂ‚sıl Fahr-i KĂ‚inĂ‚t r Efendimiz’in yuceliğini kavramaya hicbir beşerin gucu yetmez. Biz, O’nu kendi sınırlı idrĂ‚kimizle olcemeyiz. Nitekim beşer idrĂ‚kinin bu sahadaki aczi yuzundendir ki O’nu bizzat CenĂ‚b-ı Hak tekrîm ve takdîm ediyor. O’nun şĂ‚nını ifĂ‚de sadedinde;

“Allah ve melekleri, Peygamber’e salĂ‚t ederler. Ey mu’minler! Siz de O’na salevĂ‚t getirin ve tam bir teslîmiyetle selĂ‚m verin.” (el-AhzĂ‚b, 56) buyuruyor. Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in bir hilkat bedîası, yĂ‚ni yaratılış şĂ‚heseri ve eşsiz bir sanat hĂ‚rikası olduğunu bizzat CenĂ‚b-ı Hak beşer idrĂ‚kine îlĂ‚n ediyor.

Bu itibarla O’nu anlamak, Hakk’a kullukta en muhim basamaktır. O’nu anlamadan, O’nu tanımadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gonul hassĂ‚siyetlerinden nasip almadan, ne îmĂ‚nımız tam bir îman olur, ne Kur’Ă‚n’ı tam olarak idrĂ‚k edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur…

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlum!) O’nu Rûhu’l-Emîn (CebrĂ‚il) îkaz (ve irşĂ‚d) edicilerden olasın diye, apacık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-ŞuarĂ‚, 193-195)

O’nun 23 senelik nebevî hayatı Kur’Ă‚n’ın tefsîri mĂ‚hiyetindedir. Kur’Ă‚n’ın sır ve hikmetleri de ancak Rasûlullah r Efendimiz’in kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır.

O’NU TANIMANIN EN FEYİZLİ YOLU

Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’i tanımak, O’nu satırlardan okumaktan ziyĂ‚de, sadırlardan okumakla mumkundur. YĂ‚ni, nebevî ahlĂ‚k ile ahlĂ‚klanmış, takvĂ‚ ehli Ă‚lim ve Ă‚riflerin gonul Ă‚lemlerinden feyz ve rûhĂ‚niyet alarak okumak icĂ‚b eder. O, kĂ‚mil mĂ‚nĂ‚sıyla ancak, takvĂ‚ sahibi mu’minlerin kalbî duygularıyla okunabilir. O’na takvĂ‚ ile ne kadar yakınlaşabilirsek, O’nu ancak o nisbette tanıyabiliriz. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Siz takvĂ‚ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) oğretir.” (el-Bakara, 282)

Dolayısıyla Siyer-i Nebî’yi oğrenmek, sırf kronolojik bir okuma faĂ‚liyetiyle olamaz. Siyer-i Nebî’yi en iyi bilenler, hayatları en cok Rasûlullah r Efendimiz’e benzeyenlerdir. O’nu en iyi tanıyanlar, takvĂ‚ hayatı icinde olan ve O’nun sunnetini titizlikle yaşayıp, muhabbet ve hasretle O rahmet guneşine hilĂ‚l olan Hak dostlarıdır. ZîrĂ‚ onlar, bir golgenin sahibine olan mutlak sadĂ‚kat ve bağlılığıyla Allah Rasûlu’nun nurlu izinden yururler.

Peygamber Efendimiz r Ă‚yet-i kerîme ile te’yîd edildiği uzere, aslĂ‚ hevĂ‚sından konuşmazdı. O yalnızca, kendisine vahyedilenin tercumĂ‚nı, tatbikatcısı, acıklayıcısı, tebliğcisi ve temsilcisi idi.

FenĂ‚ fi’r-Rasûl, yĂ‚ni Rasûlullah muhabbetinde fĂ‚nî olmuş Hak dostları da, nefislerinden, hevĂ‚ ve heveslerinden konuşmazlar. Onlar bir ney gibi ic Ă‚lemlerini mĂ‚sivĂ‚dan boşaltmış olduklarından, onlardan duyulan butun irşad sadĂ‚ları, ahlĂ‚kıyla ahlĂ‚klandıkları enbiyĂ‚ nefesinden bir hissedir. Onların kalpleri, Hak ve hakîkat nurlarının aksettiği mucellĂ‚ bir aynadır. Nebevî ifĂ‚de ile; “…CenĂ‚b-ı Hak onların işiten kulağı, goren gozu, tutan eli, yuruyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olmuştur.” (Bkz. BuhĂ‚rî, RikĂ‚k, 38)

Varlık Nûru Efendimiz r her şeye ebedî saĂ‚det heyecĂ‚nı bahşeden ve butun Ă‚lemleri aydınlatan bir Guneş’tir. VĂ‚ris-i enbiyĂ‚ olan velîler de, yaşadıkları takvĂ‚ hayatıyla O Guneş’e ayna olan mehtaplar mesĂ‚besindedirler. MehtĂ‚bın varlığı, Guneş’in varlığına bağlıdır. ZîrĂ‚ mehtĂ‚bın butun nûru, guzelliği ve ihtişĂ‚mı, Guneş’ten gelen kucuk bir akistir…

Şeyh SĂ‚dî, velîlerin butun guzelliklerini Allah Rasûlu’ne borclu olduklarını, butun gonul sermĂ‚yelerini rûhĂ‚niyet-i Rasûlullah’tan tefeyyuz ettiklerini, Gulistan adlı eserinde temsîlî bir uslûb ile şoyle hikĂ‚ye eder:

“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi icin guzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir rĂ‚yiha yayılır. Adam kile sorar:

“–A mubĂ‚rek! Sen misk misin, amber misin? Senin gonul cekici guzel kokunla mest oldum…”

Kil ona cevĂ‚ben şoyle der:

“–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelĂ‚de bir toprağım. LĂ‚kin bir gul fidanının altında bulunuyor ve her seher gul goncalarından suzulen şebnemlerle yoğruluyordum. İşte hissettiğiniz, gonullere ferahlık veren bu rĂ‚yiha, o gullere Ă‚ittir…”

Gul, Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in semboludur. Şu fĂ‚nî hayat dershĂ‚nesindeki en muhim tahsil de;

O Guller ŞĂ‚hı’nı tanıyabilmek,

O Gul’un mubĂ‚rek kokusundan ve rûhĂ‚nî dokusundan nasip alabilmek,

O Gul’un yaprağında bir şebnem tĂ‚nesi olabilmektir…

Bu yolda gereken en temel malzeme ise O’na olan muhabbettir.

MUHABBET-İ MUHAMMEDÎ

Kalbimizde Rasûlullah r Efendimiz’e karşı ne kadar muhabbetimiz varsa O’nu o kadar tanıyoruz demektir. AllĂ‚h’ın Habîbi r:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuşlardır. (BuhĂ‚rî, Edeb, 96)

YĂ‚ni kalbî beraberliği temin eden yegĂ‚ne muessir, muhabbettir. Muhabbet, gonulleri Ă‚deta bir cereyan hattı gibi birbirine bağlar. Yine bu hĂ‚l, fizikteki birleşik kaplar misĂ‚lidir; birbiriyle muhabbet irtibĂ‚tı surduğu muddetce, keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve goruşler aynılaşmaya meyleder.

Birbirini gercekten seven iki kişi, birbirine muşterek sevdiklerinden ikrĂ‚m ederek hediyeleşir. Hangi ciceği seviyorsa onu goturur, neden hoşlanıyorsa onu yapar. ZîrĂ‚ seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerini sevmez, onu hatırından cıkarmaz, dilinden duşurmez.

O BOYLE YAPARDI DİYE…

Hazret-i Omer’in oğlu Abdullah -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚-cocukluğundan itibaren butun bir hayatını Rasûlullah r Efendimiz’i adım adım tĂ‚kibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti icinde yaşamıştır.

MeselĂ‚; Efendimiz’in bir ceşmeden su ictiğini gormuş, o da zaman zaman o ceşmeye giderek su icmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında golgelendiğini gormuş, o da ara sıra o ağacın altında golgelenmiş; yine Efendimiz’in mubĂ‚rek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu gormuş, o da bazen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir muddet oturmuştur.

Yine Abdullah ibn-i Omer -radıyallĂ‚hu anhumĂ‚- bir hac esnĂ‚sında Cebel-i Rahme’nin kenarındaki bir kayanın uzerinde bir muddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda:

“Peygamber Efendimiz r VedĂ‚ Haccı sonrasında bu kayanın uzerinde bir muddet oturmuştu.” karşılığını vermiştir.

Bir kervanla yolculuk ederken, bir yerde kervanı durdurmuş ve az ilerideki bir tepenin uzerinde bulunan ağacın yanına gidip gelmişti. Bu hareketinin sebebini soranlara da:

“Rasûlullah r bir gun buradan gecerken o ağacın altına gidip gelmişti…” buyurmuştur.

Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’i bir golge gibi takip etmeye calışan bu Ă‚şık sahĂ‚bînin vefĂ‚tındaki hĂ‚li de cok ibretlidir:

İbn-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- Mekke’de Ă‚niden rahatsızlanır. RivĂ‚yetlere gore Haccac tarafından zehirlenmiştir. Buyuk ıztırap cekmektedir. Yaşlı hĂ‚liyle onu alıp bir cadıra gotururler. O esnĂ‚da ne konuşabilmekte ne de elini kolunu hareket ettirebilmektedir. Yanındakilere bir şeyler anlatmak ister. LĂ‚kin onlar ne istediğini anlayamazlar. Caresiz bir şekilde beklerken o esnĂ‚da cadıra Abdullah ibn-i Omer’i yakından tanıyan biri girer. Onlar hemen o kimseye Abdullah ibn-i Omer’in kendilerine bir şeyler anlatmak istediğini, fakat anlayamadıklarını soylerler. O kimse:

“–Siz az once ne yaptınız?” diye sorar. Onlar da:

“–Abdest aldırdık.” derler. O kimse yine sorar:

“–Peki abdest aldırırken kulağını mesh ettiniz mi?”

“–Hayır, unuttuk!..” derler. O zĂ‚t:

“–Siz onu tanımıyor musunuz? O hayatı boyunca Rasûlullah r Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapmaya, sakındığı her şeyden de sakınmaya calıştı.” der.

Bunun uzerine hemen kulağının arkasını meshederler. Bundan sonra Abdullah ibn-i Omer Hazretleri’nin sıkıntısı dağılır, rahatlayıp tebessum eder ve ardından mubĂ‚rek rûhunu huzur icerisinde teslîm eder.

İşte gonulleri muhabbet-i Muhammedî ile dolu Ă‚şık sahĂ‚bîler, Rasûlullah r Efendimiz’in dile getirdiği emirler kadar O’nun îmĂ‚ ve işĂ‚retlerine bile buyuk bir hassĂ‚siyetle dikkat ederlerdi. Oyle ki, O’nu bir sĂ‚lih amel uzere bir defa gormeleri kĂ‚fî idi. Ayrıca bunu emretmesine gerek kalmaz, o guzel sunneti omur boyu tatbik etmeye calışırlardı.

Nitekim Enes -radıyallĂ‚hu anh- buyurur ki:

“Rasûlullah r Efendimiz’i bir gun DuhĂ‚ namazını altı rekĂ‚t kılarken gordum. O gunden sonra bu namazı hic terk etmedim.”

Bu rivĂ‚yeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassĂ‚siyet icinde şoyle der:

“Hazret-i Enes’in bu ifĂ‚delerinden sonra ben de o namazı hic terk etmedim.” (TaberĂ‚nî, Evsat, II, 68/1276)

CĂ‚bir -radıyallĂ‚hu anh- nakleder ki:

“Birgun Peygamber r elimden tutarak beni evine goturdu. Bir ekmek parcası cıkardı ve Ă‚ilesine:

«–Herhangi bir katık var mı?» diye sordu. Onlar:

«–Evde sirkeden başka bir şey yok.» dediler. Rasûlullah r :

«–Sirke ne guzel katıktır.» buyurdu.

Allah Rasûlu r Efendimiz’den bu sozu duyduğumdan beri, ben de sirke yemeyi cok severim.” (Muslim, Eşribe, 167-169)

İşte muhabbet-i Muhammedî ile dolu yureklerde zevkler ve lezzetler dahî boylesine değişiyordu. Bu hĂ‚lin diğer bir misĂ‚li de buyuk hadîs Ă‚limi ve muctehid İmam Nevevî Hazretleri’dir. O da, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’e oyle bir hassĂ‚siyetle tĂ‚bî olmaya calışıyordu ki, Allah Rasûlu’nun karpuzu nasıl yediğini bilmediği icin, O’nun tarzının dışında hareket etmekten korkarak, omru boyunca karpuz yememiştir.

Yine O HidĂ‚yet Guneşi’ne Ă‚şık, nurlu bir hilĂ‚l olan Hak dostu Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri de Fahr-i KĂ‚inat Efendimiz r 63 yaşında ebediyete irtihĂ‚l ettikleri icin bu yaştan sonraki omrunde yeryuzunde dolaşmaya vedĂ‚ etmiş, vefĂ‚t edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayatına devam etmiştir.

Allah Rasûlu’nun muezzini, cennet bahcesinin yanık bulbulu BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh- da Efendimiz’in ukbĂ‚ya irtihĂ‚linden sonra Medîne’de duramamıştı. Omru boyunca Efendimiz’e kavuşacağı gunun hasretiyle yaşayan bu Rasûlullah Ă‚şığı, altmış kusur yaşında Dımaşk’ta vefĂ‚t etti. VefĂ‚tı esnĂ‚sında:

“–Yarın inşĂ‚allĂ‚h sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed r ve arkadaşlarına kavuşacağım.” diyordu. Hanımı:

“–Vah başıma gelenlere!” diye ağlayıp dertlenirken, gonlu Peygamber aşkıyla dolu BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh-:

“–Ah ne guzel, ne hoş!” diye seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)

Tabiî ki omur, O’na muhabbet bağının Ă‚şık bir bulbulu olarak yaşanırsa, olum de vuslat sevincinin yaşanacağı bir duğun-bayram olur.

Hazret-i MevlÂn ne guzel buyurur:

“Gel ey gonul! Hakikî bayram, CenĂ‚b-ı Muhammed’e vuslattır. Cunku cihĂ‚nın aydınlığı, O mubĂ‚rek varlığın cemĂ‚linin nûrundandır.”

İşte bu nûra pervĂ‚ne olan Ă‚şık gonuller icin olum, bir şeb-i arûs / duğun gecesi ve mes’ut bir vuslat Ă‚nıdır. Nitekim Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in hayat arkadaşı ve mu’minlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallĂ‚hu anhĂ‚-’nın şu hĂ‚li, ne kadar ibretlidir:

Peygamber Efendimiz r Âişe vĂ‚lidemizin odasında Refîk-ı ÂlĂ‚’sına kavuşmuş ve oraya defnedilmişti. Hayatında iken Allah Rasûlu’ne zevce olma saĂ‚detine erişen Âişe vĂ‚lidemiz, vefĂ‚tından sonra da Efendimiz’in kabrinin bulunduğu bu odayı bırakmadı. Âdeta sĂ‚dık bir turbedĂ‚rı gibi kabr-i saĂ‚detin yanı başında yaşamaya devam etti. İki sene uc ay sonra, babası Ebû Bekir

-radıyallĂ‚hu anh- da vefĂ‚t etti. O da Efendimiz’in ayak ucuna defnedildi. Geriye sadece bir kabirlik yer kaldı. Hazret-i Âişe -radıyallĂ‚hu anhĂ‚- burayı kendisine ayırmıştı. LĂ‚kin Hazret-i Omer, son nefesinde oraya defnedilmek icin kendisinden izin isteyince buyuk bir îsar fazileti sergileyerek bu hakkını ona devretti.

RivĂ‚yete gore Âişe vĂ‚lidemiz, hucre-i saĂ‚detlerinde sadece Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir’in kabirleri varken onların yanında rahat bir şekilde hareket edebiliyordu. Fakat Hazret-i Omer’in defnedilmesinden sonra, yuksek hayĂ‚ duygusu sebebiyle araya bir perde cektirerek odasını ikiye boldurdu.

İşte omru boyunca Allah Rasûlu’ne yakınlığı en buyuk saĂ‚det bilen bu mubĂ‚rek vĂ‚lidemizin vefĂ‚tına yakın yaptığı şu iki maddelik vasiyet, Fahr-i KĂ‚inĂ‚t r Efendimiz’e kavuşma heyecanının mustesnĂ‚ bir tezĂ‚hurudur:

“1. Vefat ettiğimde, gerekli işlemleri yaparak cenĂ‚zemi hic bekletmeden, gece vakti de olsa defnedin.

2. CenĂ‚zemi kabre gotururken, tabutumun kenarında kuru hurma dalları yakarak goturun.”

Eski Arabistan’daki Ă‚detlere gore, duğun gecesi gelin, damadın evine goturulurken, duğun alayının kenarında kuru hurma dalları yakılırmış. İşte MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri’ne “şeb-i arûs” ilhĂ‚mını veren de, Hazret-i Âişe VĂ‚lidemiz’in bu vasiyeti olsa gerektir…

SUNNET-İ SENİYYE HASSÂSİYETİ

Allah Rasûlu r Efendimiz’i tanımanın ve O’na muhabbetin en buyuk delîli, O’nun sunnetini guzelce tatbik edebilmektir. Kalplerde muhabbet-i Muhammedî olmadan sunnete ittibĂ‚, sûretĂ‚ ve zoraki bir ittibĂ‚dır ki, gonul feyzinden, rûhĂ‚niyet ve mĂ‚nevî bereketten mahrumdur.

Bir İslĂ‚m buyuğu, sunnete aşk ile bağlılığın ehemmiyetini şoyle ifĂ‚de eder:

“İnsanın, Peygamber Efendimiz’in sunnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın iplerinin tek tek cozulup kopması gibidir. Halat, butun olarak sağlamdır. Ama tel tel sokulurse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sunnetlerin birer birer hayatımızdan cekilmesi, -Allah korusun- ebedî felĂ‚hımızı pamuk ipliğine bağlı hĂ‚le getirir.”

Bu yuzdendir ki Hazret-i Peygamber r Efendimiz’i en iyi tanıyan Hak dostu Ă‚lim ve Ă‚riflerin en buyuk kerĂ‚meti de sunnet-i seniyyeyi buyuk bir gonul hassĂ‚siyetiyle yaşamaları olmuştur.

Şuphesiz ki beşeriyet icinde sevilmeye en lĂ‚yık olan, Rabbimiz’in lutfettiği en guzel ornek şahsiyet ve insanlıkta tecellî eden en buyuk mûcize, Rasûlullah r Efendimiz’dir. O’nun gonul Ă‚lemi, nĂ‚dide, ince, zarif ciceklerden, mis kokulu gullerden yapılmış bir cennet bahcesi gibidir. İşte bu noktada kendimize bĂ‚zı sualleri sormaya mecbûruz:

Biz o cennet bahcesinden esen rûhĂ‚niyet meltemlerinden ne kadar istifĂ‚de hĂ‚lindeyiz?

Âile hayatımız ne kadar O’nunkine benziyor?

TicĂ‚rî hayatımız ne kadar O’nun tasvîb ettiği minvalde?

İctimĂ‚î hayatımız ne kadar O’nun koyduğu olculer icinde?

O’nun kalbi ummeti icin rikkatle carparken, yoksullar, cĂ‚resizler, kimsesizler, yetimler ve hidĂ‚yet bekleyenlere karşı biz ne kadar duyarlıyız?

O’nun guzel ahlĂ‚kına mukĂ‚bil, ummeti olarak bizler İslĂ‚m’ın guler yuzunu, gonul dokusunu, rûhî yapısını, zarĂ‚fet, nezĂ‚ket ve estetiğini ne kadar temsil hĂ‚lindeyiz?

CenĂ‚b-ı Hak, bizleri Yuce ZĂ‚t’ına samîmî bir kul, Nebiyy-i Muhterem’ine lĂ‚yık bir ummet eylesin! KıyĂ‚mete kadar butun beşeriyete en guzel ornek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûlullah r Efendimiz’i gonul gozuyle okuyabilmeyi, O’nun kalbî dokusundan hisse alarak sunneti uzere yaşayabilmeyi, kıyĂ‚mette de O’nunla Hamd Sancağı altında buluşup Kevser Havuzu’ndan kana kana icerek Şefaat-i UzmĂ‚’sına erebilmeyi nasîb eylesin!

Âmîn!

__________________