“Ticaret ve memuriyet icin, muhim vazifelerle bu dÂr-ı imtihan olan dunyaya gonderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gonderen HÂlık-ı Zulcelaline donecekler ve MevlÂ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)
Bir ayet-i kerimede şoyle buyruluyor:
“Muhakkak, Allah muminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)
Buna gore dunya bir yonuyle ticaret yeridir.
Butun mulk Allah’ındır. İnsan nevi bu mulkte emaneten tasarruf etmektedir.
Ote yandan, Allah Resulu (asm.)
“Dunya ahiretin tarlasıdır.”
buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, ote Âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahur edeceklerdir.
İnsana cuz’i irade verildiği icin, dunya tarlasına dilediği şeyleri ekip bicmekte serbest bırakılmış. Keza, nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.
Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı butun maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, cok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine cok değişik mahsuller derlemekte, kazanclar elde etmektedir.
Bir iki ornek verelim:
İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir omur boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir; cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.
Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan cıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap cıkar, ya gunah. Bunlar ise insana ya kÂr getirirler, yahut zarar.
Duşunme bir başka sermayedir. Doğru fikirler buyuk bir kÂr kaynağı iken, yanlış duşunceler birer zarar menbaıdır.
Ote yandan, her bir hissimiz, “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer sevap yahut gunah kaynağıdırlar.
Butun bu saydıklarımız ayette gecen “nefis” kavramı icine giriyor.
“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hatt hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yuzlerini cevirerek, her biri kendine lÂyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sozler, Yirmi Ucuncu Soz)
Bunların dışında kalan ve haricî Âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanc yahut zarar kaynağıdırlar.
İşte insan, butun bunları rıza cizgisinde kullandığı taktirde Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kÂr, Allah Resulunun “Ne goz gormuş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.
Ayette cok onemli bir mesaj var:
“Allah sadece muminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”
Şu var ki, muminin nefsini Allah’ın satın alması icin o nefsin mumine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde muminin malı da “mumin malı” vasfını taşımalıdır.
Bir mumin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan soylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokculukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hic biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.
Curumuş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hicbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki buyuk sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur. Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.
Her insan imtihandadır, her insan dunya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dunya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette gecen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı icin konunun ticaret erbabına bakan yonu uzerinde biraz daha durmak istiyorum.
Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Kulliyatında rızık icin uc temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkÂrlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu uc temel faaliyetin yurumesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”
Her işte olduğu gibi ticarette de insan, oncelikle, kul olduğunu unutmayacak, butun işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dunyada elde edeceği cuzi bir kÂra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.
Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli mustesna bir mahluk olarak yaratmıştır. Bu buyuk şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Gorevini yerini getirip dunyadan iman ile gocen butun muminlere “dunyadan daha geniş ve baki bir mulk” ihsan edilecektir.
İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun butun dunyaya sahip ve hakim olamaz. İnsanın mulkunun, servetinin, makamının kÂinattaki yeri ise gorulmeyecek kadar kucuktur. Ticaret yaparken bu kucuk servet ve makam uğruna o buyuk ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kÂrı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima goz onunde bulundurmalı, her iki dunya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.
“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yuzu kadar bağlar ve kasırlar ile muzeyyen ve bÂki ve daimî bir tarla ve mulku kazanmak veya kaybetmek davası başına acılmış.” (Şualar)
Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin buyuk bir onemi var. Omrumuzden ve rahatımızdan fedakÂrlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yuk olmaması icin dikkat etmemiz gereken cok onemli bir faktor “niyettir.”
“Evet niyet Âdi bir hareketi ibadete cevirir. Ve gosteriş icin yapılan bir ibadeti gunaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)
Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.
Niyette bir ileri safha, zekÂt ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı olmaktır.
Bir hadis-i kutsîde şoyle buyrulur:
“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul oyle bir noktaya gelir ki,) ben onun goren gozu işiten kulağı olurum.” (BuhÂrî, Rikak 38.)
İşte zekÂt da kulu Rabbine yaklaştıran en onemli bir farzdır.
ZekÂt, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekÂtın verilmesini sehavet, yani comertlik saymazlar. Cunku, zaten fakirin hakkı kendisine iade edilmektedir.
Bununla birlikte, zekÂt vermemin sevabı da hicbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar buyuktur. Cunku zekÂt farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.
ZekÂt en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha cok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.
Bir başka niyet, Bediuzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mutevakkıftır.” diye ifade ettiği buyuk hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gonullerde hukmetmesi, İslam’ın daha da yucelmesi” icin servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.
“Her bir mu'min İ'lÂ-yı Kelimetullah ile mukelleftir. Bu zamanda en buyuk sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihce-i Hayat)
Bir diğer niyet, bir Musluman olarak İslÂm ulkelerinin geri kalmışlığını icine sindiremeyip, bundan uzuntu duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret gostermektir.
Maddeten terakkinin cok onemli bir boyutu da şudur:
Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, ac ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu gunun maneviyata susamış, ateizmin ve sefahatin kucağına duşmuş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Muslumandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.
Ote yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle gostermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya muşteri olmuyor.
Buna gore, “maddeten terakki” ile “İslÂm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gun, dunyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkÂnını yakalamış olacağız.
Bu noktaya kadar insana manevi kÂrlar getirecek “niyetler” uzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı var. MeselÂ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına ustunluk taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dunyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ucretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık gormesi, ucret alması soz konusu olmuyor.
Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak buyuk bir cihat ve yine buyuk bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hicbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese gostereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.
* * *
Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden soz edelim:
Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı buyuk tehlike mevcut:
“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını ciğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”
Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkulle yakından ilgili bir kavramdır.
Bediuzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, terettub-u neticede tevekkuldur.” der ve şoyle devam eder: “Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)
Buna gore tevekkulu doğru değerlendirmek, başarı icin gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve cıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkÂnlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.
Bu olcuden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gosteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh Âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı acmış ve kadere itiraz icin nefsine buyuk bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi, hayalindeki neticeyi “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de buyuk bir pirim vermiş olur.
Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu buyuk haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gosterecektir.
ZekÂtı, “sermayesini azaltan, rekabet gucunu zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktor olarak gormeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu buyuk farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.
Faiz alıp veren kimselerin o buyuk hesap gunundeki halleri Allah Kelamında şoyle ifade ediliyor:
“Faiz yiyen kimseler, şeytan carpan kimse nasıl kalkarsa oyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)
Faiz gibi, temeli hırsa dayanan onemli bir tehlike de “hasettir.”
Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkÂnların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hic nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkÂnlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması cok onemli değil, yeter ki onun olmasın.”duşuncesi ağırlık kazanır.
Hasedin iki onemli zararı vardır: Birisi şahsın ic alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve duşmanlığa yol acması.
“Hased evvel hÂsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)
“Gıybet; nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a'mal-i sÂlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)
Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:
“Ummetimden muflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet gunu namaz ve zekÂtla gelir. Ama, bu arada sovduğu şu kimse, dovduğu bir başka kimse dahi gelir. Bunun uzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından) şuna verilir, buna verilir. Uzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tukenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yuklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Muslim)
Kul hakkına riayet, butun Muslumanların gorevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslÂmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.
Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi guc ve imkÂnlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını ciğnerler. Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulum ortadan kalkar.
İslÂmda kul hakkının ozel bir yeri vardır. Samimiyetle tovbe eden bir kişinin butun gunahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.
Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde butun gunahları affedilir. Eğer bu konuda bir şupheye duşse ve “Acaba gunahlarım affedildi mi?”diye tereddut gecirse buyuk gunah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.
Her ikisinin de telafisi mumkundur. Biricisinde kulun hakkı odenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.
Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.
Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu ciğnemektir. Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi gunahlar ise manevî hukuka tecavuzdur.
Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise butun bir milletin hukukuna tecavuzdur ve cezası da o nispette buyuktur.
Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:
Sahabeden biri harpte oldurulen arkadaşının şehit olduğunu soyler. Bunun uzerine Allah Resulu mudahalede bulunur ve şoyle buyurur:
“Hayır! Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cubbe veya abaya burunmuş olduğu halde cehennemde gordum.” (RiyÂzu's-SÂlihin, I, 252, 268)
Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, koşeyi dondu.” gibi sozlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan onemli bir nokta var:
Kazanılan bir menfaat, kişinin ruhunu alcaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kÂrı değildir.
Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini gormezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.
Eli bombalı anarşist genclerin silahlarına el koyup, kendilerine en luks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” cıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.
Başarının uc temel unsuru:
Bediuzzaman hazretleri terakki ve asayişin uc muhim esasını şoylece tespit eder:
“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavun dusturunun teshiline muhtactırlar.” (Lem’alar)
“Terakkiyat,” terakkinin coğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu uc esas ticarî hayatımız icin de aynen gecerlidir.
“Mesailerin tanziminin” en guzel orneği kendi vucudumuzdadır; buyuk orneği ise kÂinatta.
Her organın belli ozellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlÂhî taktirle tayin edilmiştir.
Toplu olarak icra ettiğimiz butun işlerde mesai tanzimi on plana cıkar. Ancak, kişiler, coğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, guclerinin cok otesindeki gorevlere talip olurlar.
Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle gorev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin munferit kanaatlerine.
Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir. Tek cıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.
“Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, ozellikle şirketleşmelerde buyuk onem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gucune gore yol alır. Kazanc asgarî seviyede kalır ve herkes “kÂrdan zarar” eder.
“Teavun (yardımlaşma) dusturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada, daha yerinde olur.
__________________
Dunya Ticaretinin Ahiret Boyutu
Dini Sohbetler0 Mesaj
●35 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Sohbetler
- Dunya Ticaretinin Ahiret Boyutu
-
12-09-2019, 07:01:51