Vatanını en cok seven işini en iyi yapansa, Erdal Beşikcioğlu bu ulkenin el ustunde tutulası evlatlarından biri. Yetenek, onun başarılı oyunculuk kariyerinde ve son zamanlardaki giderek artan populeritesinde muhakkak onemli bir paya sahip. Ama tum payeyi yeteneğine verirsek, mesleğine duyduğu saygısına ve aşkına, bu uğurda gosterdiği disipline, harcadığı emeğe buyuk haksızlık etmiş oluruz. Ve tabi onu hayatı boyunca en iyisini, en doğru bildiğini yapması doğrultusunda motive eden idealizmine…

yorgun gecelerin ardından
hep aynı yere donerken
ıslak sokaklar boyu duşundum
borcum varmış gibi kendimden
gulumseme beklerken
tren yolları boyu duşundum
erken olumlerin ardından
hep aynı yere donerken
ıslak sokaklar boyu duşundum
solmuş insanların yuzunden
gulumseme beklerken
tren yolları boyu duşundum
sanki yıllardır uzaktayım ben
ozlemlerim hep sessiz derinden
ama yalanlar gorurum hala
burdan bakınca şu sonsuz dunyaya
olsun demek de zor artık
cocuk duşlerimiz yok artık

Pilli Bebek’in 2007 tarihli Olsun albumune ismini veren bu şarkının sozleriyle başlamak uygun geldi bana. İcinde biraz Erdal Beşikcioğlu, biraz Behzat C. var cunku. Pilli Bebek yalnızca Beşikcioğlu’nun en sevdiği grup değil, Behzat C.‘yi izlerken sık sık kulağımıza calınan o harika şarkıların da sahibi. Olsun’un sozleri de ozellikle Behzat C. icin yazılmış izlenim veriyor ustelik. Sanki biraz da Erdal Beşikcioğlu icin…
Size tavsiyem okurken bir yandan da Olsun’u dinlemeniz ama ben izninizle Mehmet Turgut* fotoğraflarını cekerken Massive Attack calsın isteyen Beşikcioğlu’nun başlattığını devam ettireceğim. Ve bu satırları yazarken ben de Massive Attack dinleyeceğim. Kendimi kandıracağım, ikisinin elbirliğiyle ortaya cıkardığı ve sizin keyfini surmeye başladığınız bu harika fotoğrafların sırrı budur belki diye. Umit edeceğim. Onlarınkine denk bir iş cıkarmak icin kalemimle…


Hayatta en saygı duyduğum insanlar işini en iyi şekilde yapmak icin gayret sarf edenlerdir. Kendilerine saygıları vardır bu insanların. Başkalarına saygıları vardır. Bu saygıyı kaybetmek onlar icin başlarına gelebilecek en kotu şeydir. Bunun endişesini hissederek, yanlış yapmamaya ozen gosterek yaşarlar. Boyle kimseleri gorduğumde en cok kimi ornek aldıklarını merak ederim hep. Ne kadar kendi kendilerini inşa etmiş olurlarsa olsunlar hayatlarında bir rol model mutlaka vardır diye duşunurum. Bizim yaşlara gelindiğinde bu kişinin kim olduğu daha acık şekilde gorulur. Karşımda da hazır akranım sayılabilecek, 1970 doğumlu biri var, ilk sorum tıpış tıpış kendi ayaklarıyla geliyor: Erdal Beşikcioğlu’nun hayatında kim oynamıştı en onemli rolu?

“Karadenizli bir babanın oğluyum. Ataerkil bir aileden geliyorum. Bundan etkilenmemek mumkun değil. İş ve meslek bakımından babamı ornek almışım gibi gorunuyor. Babam da tam bir işkolikti. Banka muduru olduğu icin cocukluğum ve gencliğim dolaşmakla gecti. Tam bir yere alıştığım zaman başka bir şehre gidiyorduk. İşe bağlılık, iş aşkı baba tarafından uzerime yapışmış, ama insani ozelliklerimin coğunu da anne tarafından almışım. Belli bir yaşa kadar sosyal hayatınızın etkisiyle de bir şekillenme yaşıyorsunuz. Evlendiğinizde eşinizle birlikte bir kabuğun şeklini alıyorsunuz. Cocuğunuz olduktan sonra da hayatınızı tamamen yonlendiren o oluyor. Bir kişi değil sanki. Cevremde olan bircok kişi.”


İşkolik olmak, cok calışmak Beşikcioğlularda bir aile geleneği. Ama bu doğal biraz da… Karadeniz’in kucuk bir koyunde doğan babası cok calışmasa siyasalı bitirip, mufettiş sınavlarını kazanıp Vakıflar Bankası’nın mudurlerinden biri olmayı başarabilir miydi acaba? Daha da yukarılara taşıyacakmış bu calışkanlığı onu, ama siyasi nedenlerden dolayı onu kesilmiş. Bildiği doğrulardan asla şaşmadığı icin Vakıflar Bankası’nın Tokat’a surduğu babası icin, “Severim babamı yani,” demesiyle ilk sorumun yanıtını net olarak alıyorum. Ağzından cıkan kelimelerden cok, bunu soylerken yuzune yayılan o sıcak tebessum ve bir anlığına gozlerinde cakan ışıltı onemli olan.

Erdal Beşikcioğlu cocukluk ve genclik donemi şehirden şehire, okuldan okula gezerek gecmiş. “Ben her sınıfın keyfini cıkardım,” diyor, ama ben her şehirdeki okulda yalnızca birkac sene okumak durumunda kalan bir cocuğun, bir ergenin hayatının hic de kolay olmadığını duşunuyorum. Tekrar tekrar kendini bir topluluğa kabul ettirme sorunsalı var ortada. Tam kabul ettirmişken, haydi yeni baştan, yeni bir ortam, yeni bir sosyal kimlik mucadelesi. Cocuk yaşta sigaraya başlama sebeplerinden biri bu olabilir mi acaba diye geciriyorum icimden. Ona soylemiyorum ama. Nasıl olsa okuyacak…


Şehirlerarası gezerek gecen cocukluğu yuzunden onemli bir şeyi ıskaladığını duşunuyor Erdal Beşikcioğlu. Bunun eksikliğini de hep hissetmiş. “Mahalle arkadaşlarım yok benim,” diyor. “Askerde fark ettim ben bunu.”

Orduevlerinde, deniz kıyılarındaki kamplarda ya da buyuk şehirlerdeki “kebap” yerlerde değil, Guneydoğu’da yapmış askerliğini Erdal Beşikcioğlu. Her an sıcak catışmaların yaşanabileceği tehlikeli bir coğrafyada, Yuksekova–Hakkari–Cukurca ucgeninde 16 kişilik timiyle arazide gorev almış. O bitmek bilmez soğuk gecelerde mevzide beklerken en buyuk luksu duşunmekmiş.

“Geriye donup bakma şansınız oluyordu hayatınıza. Benim hayatım nerede, ben neden buradayım, ne yaptım bugune kadar, ne yapacağım diye bir sorgulamaya girişebiliyordunuz mevzide beklerken. Benim mahalle arkadaşlarım yok, mahalle duygusundan uzak buyumuş bir insanım. Bu iyi mi kotu mu bilmiyorum ama, cocukluk arkadaşlarımın olmasını isterdim acıkcası. Cocukluk arkadaşım yok benim. İcimde hep bir uktedir bu.”


“Mahalleniz olduğu zaman ayaklarınız biraz daha yere sağlam basıyor olabilir. Cunku cocukluğunuz bir takım insanlarla beraber geciyor ve bir duşunce uzerinden hareket edebiliyorsunuz; mahalle arkadaşları odur. Fikir ayrılıklarınız olsa bile asgarimuşterekte buluşup bir amac uğruna toplu hareket edebildiğiniz adamlar. Sanırım tiyatroyu secmemdeki en buyuk etken de budur bence. Rolleri paylaşıp bir oyun cıkartırsınız ortaya. Aynı amac doğrultusunda birlikte hareket edersiniz.”

Anladığımı sanıyorum onu. Paylaştığım bir his bu cunku. 40 yıldır aynı bakkaldan ekmek alan, sokakta merhabalaşmadan yuruyemeyen, yemek sonrası cay icmek icin butun muşterilerini tanıdığı kahveye giden insanların yaşadığı Kuzguncuk’a gittiğimde icimde kabaran oraya ait olma isteğinden soz ediyorum. “Evet, o işte,” diyor. Benim de onun da ‘aynı apartmanda oturup da birbirlerini tanımayanların şehri İstanbul’u sevmemesine şaşmamalı. Ankara’ya olan bağlılığının ardında yatanın bu olup olmadığını soruyorum. “İhtimal,” diyor. Diğer yandan televizyondaki “mahalle dizilerinin” epey rağbet gorduğunu hatırlatıyorum. “Biz eski ramazanları da ozluyoruz zaten,” diyor gulerek. “Nostalji her zaman prim yapar. Yaptırma prim, olanı koru; bunu niye beceremiyoruz? Kapital var cunku ortada.”

“Behzat C.’nin Gazi Mahallesi’ndeki evinin ust katında oturan kadına bakıyorum doğduğundan beri o evde. Mahallenin berberi, emlakcısı doğduklarından beri o mahalledeler. Boyle olunca ordaki kimya, atmosfer, enerji ve hava bir anda değişiyor. Benim hayatımda Bakkal Ahmet Amca yok mesela ya da Berber Rustem Abi. Zaten toplu konutlar ve kentsel donuşum projeleriyle bu mahalle olgusundan tamamıyla uzaklaştırıp insanları birbirine yabancı kılmaya calışıyorlar. Cocuklar artık sokaklarda, mahallelerde, bahcelerde değil alışveriş merkezlerinde tuketim kulturu uzerine bir takım oğretilerle buyumeye başlıyorlar. Koca sitelerde birbirini tanımayan insanlar.”


“İstanbul cok kozmopolit bir şehir. Turkiye’nin dort bir yanından insanların gelip Boğaz’la buluştuğu, yalnızca iş konuştukları, birbirleriyle daha cok menfaat ilişkileri kurdukları bir şehir burası. Arkadaşlıklar cok cabuk tukeniyor. Bu da benim hoşuma gitmiyor. Ankara’da boyle değil. Adam memur; aldığı para da, harcayacağı para da belli. Bu durumda karşısındakinden ne menfaati olabilir ki. Tek derdi zamanını hoşca gecirebilmek o ilişkiden beklentisi. Daha cok para kazanma hırsı yok insanların. Hırsları yok. Yalnızca işimi yapmalıyım ben. Bu oğretilmiş Ankaralı’ya. İstanbul’da oyle değil ki. Kapital en onemli şey burda. Ankara’nın duygusu guzel.”


Şehir milliyetcisi Erdal Beşikcioğlu. İflah olmaz bir Ankaralı ve Genclerbirliği taraftarı. Sıkıştırıyorum ikinci bir takımı tutuyor mu diye buyuklerden. Cocukken bir Fenerbahcelilik varmış babadan kaynaklı. Cemil Turan’dan sonra o heves de bitmiş. Genclerbirliği taraftarı Behzat C.‘yi de Beşikcioğlu’nu da cok seviyor. Birkac gun once mac sırasında cekim yapmışlar Behzat C. icin. Taraftar bağrına basmış tabi. Bu arada oğreniyorum ki efsane başkan İlhan Cavcav, Beşikcioğlu’nun amcasıymış. Genclerbirliği damarı epey sağlam yani. Maclara gitmeye vakti yokmuş ama televizyondan olabildiğince takip ediyormuş Alkaralar’ı.

Askerlik mevzuu ustun koru gecilecek bir şey değil. Hele ki kişisel ve toplumsal olarak travmalara yol acmış bir savaşta yer almış biriyse karşınızdaki. Boyle kanlı bir hikayenin tam ortasında bulunup da etkilerini hayat boyu taşımamak, hatta kimi durumlarda gorulduğu gibi “psikopatlaşmamak” mumkun mu? O savaştan miras bir “karanlık” kaldı mı? Cunku zaman zaman sanki ucundan gorunuveren bir karanlık var sanki Erdal Beşikcioğlu’nda. Tabi bu belki de bir sanrı. Onun televizyonda ve sinemada canlandırdığı kimi karakterlerinin hafızama yer etmiş karanlıklarının fısıltıvari yankısı sadece. Sozu Uğur Yucel’in Guneydoğu gazilerini anlatan olağanustu filmi Yazı Tura’dan acıyorum. Hayalet Cevher ve Şeytan Rıdvan’ı hatırlatıp onun askerlik sonrasındaki hayatını soruyorum. Travmasını yaşamış mıydı savaşın?

“Kısmen tabi. Siz konservatuvardan mezun olmuşsunuz, ordan Devlet Tiyatrosu’na girmişsiniz, Diyarbakır’da da tiyatro yapılır iddiasıyla, idealizmiyle oraya tayin olmuşsunuz ve dort yıl boyunca sahneden inmemişsiniz. Bunun ustune size gelmişler, hadi askere gidiyorsun, demişler. Nereye? Guneydoğu’ya. Ya kardeşim ben tufek tutmayı bile bilmem. Oğretiriz biz size. Tuzla’ya, oradan Foca’ya jandarma komando eğitimine, sonra da birliğe. Ne olursa olsun askerlik surecinde bir mutasyona uğruyorsunuz. Askerden sonra 2 sene kendime gelemedim ben. Evde kalamadım, arkadaşlarla Bolu’ya kanp kurmaya gittik eğlence ayağına, ama o kapalı mekanlar her daim basıyordu bizi. Cunku askerde kapalı mekanda kalmak doğru bir şey değil, arazide olmak ise keyifli. Etkilememesi mumkun değildi. Bir kere siz sanatcı olmuşsunuz duyarlı olduğunuz icin. Bir takım durumları halka anlatmak goreviniz. Ama biri size diyor ki bunların hepsini unutacaksın, vatanın bolunmez butunluğu icin var olacaksın. Bir sanatcı icin yıpratıcı bir durum tabi bu.”


“Benim en korktuğum şey bir mayına basmaktı. Olmek değil, bir parcamı orada bırakıp hayatımı o şekilde idame ettirmek. Sahne adamısınız nihayetinde, yek vucut olmak zorundasınız. Yaptığınız işi bir daha yapamayacak olma fikri bile ciddi bir buhran sebebidir.”

Gocerlik cocuk yaşta kendi istemi dışında girmiş olsa da, buyuduğunde de cıkmamış onun hayatından. Aslında cıkmasına o izin vermemiş farkında olarak ya da olmayarak. Turne turne, şehir şehir gezeceği bir meslek secmiş kendine orneğin. Gorev icin Diyarbakır’a gitmeyi, orada olmayı kendi secmiş ve Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda mudur vekilliği yapmış. Kader de – yoksa Genel Kurmay mı demek lazım – ‘madem boyle istiyorsun demiş’, askerliğini bilmediği bir coğrafyada yaptırmış ona. Vali dizisi icin Eskişehir mekanı olmuş. Başka dizi icin bir başka bir şehir… Ankara’yı bir liman olarak benimsese de zamanı geldiğinde yolculuk cağrısını hep hissetmiş ve hep kulak vermiş o cağrıya.

Celişkiler damga vurmuş sanki Erdal Beşikcioğlu’nun hayatına. Bir tarafta kok salma ozlemi, diğer tarafta başka yerlerde olma tutkusu. Bir tarafta Guneydoğu’da savaşmak, diğer tarafta Guneydoğu’nun insanına bir sanatcı olarak hizmet etmek, onlarla guzel şeyler verebilmek.

Hazır soz Diyarbakır’dan acılmışken… İnkar etmeye gerek yok, bugunlerde Turkiye’nin batısındakiler icin Diyarbakır’ın ifade etiklerinin endişe verici, tedirgin edici bir yankısı var. Orada gorev yapmış, oranın insanını yakından tanımış Erdal Beşikcioğlu’nun Diyarbakır algısını merak ediyorum. Sizin Diyarbakır’ınız da tedirgin edici mi diye soruyorum.

“Değildi. Ben elimi kolumu sallayarak girilmemesi gereken her yerine girdim Diyarbakır’ın. Ben sanatcıyım nihayetinde. Dinlemem, gormem gerekiyor. Ve bunları zihnimden suzup, kalbimle yoğurup gostermem gerekiyor. Bu benim gorevim ve zorunluluğum. Kim ne demiş, ne yapmış umursamam. Vicdanımı devreye sokmam gerekiyor yoksa yanılabilirim. İstanbul’da oturup duyduklarınızdan, okuduklarınızdan yola cıkıp yorum yapmak başkadır, orada bizzat bulunup sosyal cevreyi gorup yorum yapmak bambaşkadır.”


“Biz gittiğimiz zaman Diyarbakır’da bir alışveriş merkezini bırakın, bir sinema bile yoktu. Orada kaldığımız beş yıl boyunca boyleydi, ama sonrasında yatırımlar adeta akmaya başladı Diyarbakır’a. Diyarbakır gelişmeye ve buyuk bir şehir olmaya başladı. Ama son zamanlarda sorunlar yaşanmaya başladı. Sorunun ne olduğunu tabii ki cok iyi biliyorum. Satrancta onde piyonlar vardır, arkada kale, fil, vezir, şah. Once piyonlar gider, ondan sonra kurarsın sen stratejini. Bu durumda bizim o stratejinin ne olduğunu cok iyi bilmemiz gerekiyor. Wikileaks’de vardır bunlar, cıkar yavaş yavaş.”

“Vali cozer miydi?” diye soruyorum. Televizyonda ve beyazperdede canlandırdığı Recep Yazıcıoğlu’nu kastederek. “Bir kişi yetmez ki,” diyor. “Oyle bir kişi gitmiş olsa belki yalnızca ordaki sorunu cozebilirdi. Sorardı, ‘Nedir sizin derdiniz, kardeşim, soyleyin cozelim,’ diye. Ve cozerdi belki de. Ama bir tane adam yetmez ki. Hem biri cozmeye kalktı mı, onu da cozuyorlar, biliyorsun.”

Bir aktor olarak Erdal Beşikcioğlu


Erdal Beşikcioğlu’nu şu aralar gundemin tepesinde tutan bir televizyon dizisi, Behzat C. Beşikcioğlu, Emrah Serbes’in kitap sayfalarında yarattığı cinayet masası başkomseri Behzat C.’yi canlandırıyor dizide. Canlandırmak ne kelime, Behzat C. oluyor ve “hayata karşı işlenen sucların” faillerini bulmaya calışıyor yardımcılarıyla birlikte.

Bir Ankara Polisiyesi Behzat C. ne televizyonda izlemeye alıştığımız dizilere benziyor, ne de Hollywood’tan apartılan ve Yeşilcam’dan beri suregelen sinemamızdaki polisiye geleneğinin klişelerine uyuyor. Tum bu aykırılıklarına rağmen Behzat C.‘nin bu kadar sevilmesinin sebebi ise gercekliğinde yatıyor. İlk kez sempatik olma endişesi taşımayan kurgu karakterlerle tanışıyoruz televizyonda. Sucla goğus goğuse mucadele eden polislerin, hayatla mucadele ederken bizim gibi aciz kalabileceğini, hata yapabileceğini farkına varıyoruz. Bip’le uzeri ortulse de hepimizin yapabileceği gibi kufur ettiklerini goruyoruz. Bu farkındalığa bir televizyon dizisi sayesinde ermek gunumuzun ayıbı aslında, ama bu dizi ne de olsa bir edebiyat uyarlaması.

Oyunculuk kariyerine baktığımızda Erdal Beşikcioğlu’nun hem filmin esas oğlanı hem de kotu adamı hem de karakter oyuncusu olarak karşımıza cıktığını goruyoruz. Seyirciye bunu kabul ettirmek hic de kolay bir iş değilken, Beşikcioğlu’nun tiplemelerinin hic yadırganmaması onun yeteneğinin ve başarısının bir kanıtı.

Başrolunde olduğu Vali dizisinin ve filminin mert Vali’si, Barda filminde bir karakter oyuncusu olarak canlandırdığı psikopat lumpen tiplemesiyle karşımızdaydı. Eve Giden Yol’un kahraman anakarakteri, Bal ve Hayat Var’da sıradan bir adamdı, Kurtlar Vadisi Filistin’de ise filmin kotu adamı olacak. Behzat C. de ise belki de en zor tiplemesine girişip bu kez bir anti-kahramanı canlandırmaya girişti. Ustelik televizyon icin pek de uygun olmayan riskli bir kahraman şablonuydu bu. Yine de kendini seyirciye kabul ettirdi.

Sozun kısası oynadığı dizi ya da film başarılı olsun olmasın, Erdal Beşikcioğlu hayat dusturunun uyarınca gorevini her zaman tam yaptı, layığıyla yaptı. “Belki de hocalarımız bizi iyi eğittikleri icindir farkında olmadan,” diyerek gayet alcakgonullu bir acıklama getiriyor bu duruma. Mezun olduktan sonra oğretilenlerin hepsine karşı cıkan bir tavrı olduğunu da itiraf ediyor ustelik. “İyi kotu diye bakmam ben canlandıracağım karaktere. Hikayenin ve anafikrinin en iyi şekilde anlatılabilmesi icin payıma duşeni yaparım sadece. O butunluk icinde hareket ederim. Devlet Tiyatroları’ndan kalma bir disiplin bu. Orda herkes koristtir, solist yoktur. Gorev adamıdır yani. Siz oyuncu olarak o butunluğe hizmet etmek zorundasınız.”

Diyarbakır’da sahnede canlandırdığı bir karakter yuzunden seyirci tarafından yuhalanmış bir keresinde. Zengin Mutfağı adlı oyunda giderek faşizan cizgiye kayan, sonunda da kiralık katil olan bir genci oynarken… Artık nasıl etkilediyse seyirciyi selamlama esnasında dakikalarca yuhalanmış. “Hayatımda karşılaştığım en tuhaf durumdu. Rolumu kotu oynadığım endişesine kapıldım bir an. Uc dakikalık bir kabustu,” diyor. Filmlerde canlandırdığı karakterler yuzunden sokakta tacize uğrayan Erol Taş’ı andık bu anekdotun ustune.
Kurtlar Vadisi Filistin’de İsrailli bir komutanı canlandırıyor Beşikcioğlu. Filmin kotu adamlarından biri. “Kotu adam mı, ulkesini savunan bir adam mı?” diye soruyorum. “Kotu bir adam. Korkan adam her şeyi yapar cunku. İsrail de boyle bir durumda. Kopeği koşeyi sıkıştırdığınızda ısırmayacağı varsa bile ısırır. Evet, ulkesini savunuyor belki ama ulkesini nasıl savunduğu da cok onemli.”
Bir sinema yazarı olarak merakımı bastıramıyorum. “Bal, Hayat Var, Barda gibi sanat yonu ağır basan filmlerden sonra Vali, Eve Giden Yol, Kurtlar Vadisi Filistin gibi salt ticari, produksiyon sineması orneklerinde oynamak zor gelmiyor mu?” diye soruyorum.

“Kurtlar Vadisi Filistin cok yuksek butceli, nerdeyse Hollywood butcesine sahip bir filmdi. Turkiye’de oyle bir aksiyonu yapabilecek firma cok az. Acıkcası cok merak ediyordum. Er Ryan’ı Kurtarmak filminin ozel efekt ekibinin, Tim Burton’un makyajcısının icinde olduğu bir yapımdan soz ediyoruz. O insanlarla calışmak keyifliydi acıkcası. Onemli bir deneyimdi. Vali’de arabayı deviren adamlar bambaşkaydı, buradaki adamlar bambaşka. Onları seyretmek bile o sette bulunmak icin yeterli bir sebep bence.”


Reha Erdem’le calışmayı, onun fotoğrafları, oykusu icinde olmayı cok seviyordum. Serdar Abi’nin (Akar) bambaşka bir adalet anlayışı, algılayışı var. Onun bu anlayışın muhakamesini yapacağı bir işin icinde bulunmak benim icin onemliydi. Bal değerli bir uclemenin son ayağıydı. Bunun icinde yer almak onemli bir hikayeydi. Eve Giden Yol benim ilk filmimdi. Neye uğradığımı şaşırdığım bir filmdir. Bir daha produksiyon sinemasında bulunmayacağım dedirten bir filmdir. Vali’nin hikayesi de diziyle başlar. ‘Bu adamın neden oldurulduğunu soyleyebilecek miyiz, bunu soyleyebileceksek başlayalım bu işe?’ derdiyle yapmıştık onu.”


Dayanamıyorum, iceriği ve produksiyonuyla, ajitasyonuyla bir propaganda filmini andıran TV dizisi Ayrılık’ta yer almasını yadırgadığımı belirtiyorum. Guluyor.

“Benle konuştukları zaman dizinin cast’ı şoyleydi: Nejat İşler, Fikret Kuşkan, Ozgu Namal ve ben. Yine de orada canlandırdığım Cecen keşke filmi yapılsa dediğim bir iştir. Orada cıkardığım kompozisyondan gayet memnunum. O kompozisyonla ilgilendim sadece.”

“Senaryoyu okumamış mıydınız, bir sıkıntı olabileceğini tahmin etmemiş miydiniz?” diye sıkıştırıyorum. “İlk iki bolumu okuyorsunuz yalnızca. Sonra olay şekil şemal değiştirebiliyor tamamen. Olur bazen boyle şeyler ya,” diye tebessumle bitiriyor. Bu konularda geriye fazla bakma taraftarı değil sanki.

Behzat C. ile bir eleştirimi iletiyorum. Bana dizideki polisler fazla hoyrat geliyor. Kimi zaman soruşturma esnasındaki konuşmalarından, davranışlarından irrite oluyorum. Polisin genel imajı icin cok da ideal tiplemeler değiller acıkcası. Onları ornek almaya kalkan genc polisler olmaz diye umuyorum. İtirazı var bu eleştirime Beşikcioğlu’nun. “Polis teşkilatının tamamını temsil etmiyor dizidekiler,” diyor. “Bunlar katillerle uğraşan cinayet masası. Kendi icinde kapalı olan, birebir vatandaşla iletişim icinde olmayan bir birim bu. İşlerinin doğasında var bu hoyratlık. Teşkilatta farklı birimler var. Her birimin de kendine ve uzmanlıklarına ozgu bir davranış modeli. Asayişteki bir polisin boyle davranması rahatsız edebilir mesela.”

Bu hoyratlığına rağmen karakterlerinin sevilmesi ilginc yine de. Ekşi Sozluk’te “Bu diziden sonra polis gozume daha hoş gorunuyor,” gibisinden bir cumleye rast geldiğimi ve şaşırdığımı soyluyorum.
“İlginc, gercekten,” diyor. “Ama sebebi şu biraz da belki de: Biz bir polisiye cekmiyoruz aslında. Bir karakteri anlatıyoruz. Onun cektiği sıkıntıları, acıları, hayalkırıklıklarını anlatıyoruz. Bunun yanında da paralel giden bir oykusu var. Evet, dovuyor birilerini. Kendine emanet edilen kimsesiz kız cocuklarını taciz eden kurum mudurunu dovuyor. Aynısını siz de yapmak istersiniz. Aradaki fark o yapabiliyor. Bu vicdanlı hali sayesinde bu kadar sevildi Behzat C. sanırım.”


FLAŞ! FLAŞ! FLAŞ! Ters Ninja, Behzat C.nin “C”si ne anlama geliyor acıklıyor: Behzat CİTLİYOR

Erdal Beşikcioğlu’na tutkularını soruyorum. “Derin,” diyor. Yok, o kadar derine inmeyin, soyleyin aklınıza ilk geleni demek uzereyim ki, “Kızım,” diye ekliyor. “Kızım 10 yaşına geldi. Ben baba olduğumu o dort beş yaşına geldiğinde anladım ancak. Oyle olunca bir tutkuya donuştu. En buyuk tutkularım kızım Derin ve işim yani.”

Sigaranın ucunu sigaraya bağlayan 216’cı Behzat C. gibi, Erdal Beşikcioğlu da sigara tiryakisi. Ağzından duşurmuyor sigarasını. “Ya sigara?” diye soruyorum.

“Bu tutku değil ki,” diyor. “Bağımlılık. Cok bırakmak istiyorum sigarayı. Lise 1’den beri iciyorum. Ankara’da okurken başladım.”

Kaynak: Ters Ninja
__________________