Dar Mekke sokaklarında iki kişi. Ebu Talib, bir cocuğun elinden tutmuş olarak evinin yolunda..

Bu cocuk, once babası, sonra annesi, sonra dedesi olen; ve şimdi, amcası Ebu Talib'e kalan kainatın varlık sebebi...

Amca, bir fakir adam.

Butun serveti, uc beş deve olmasına mukabil, kalabalık sayıda coluk cocuğu var. Durust bir insan. Gecim sıkıntısında ama comert. Cahiliyet zamanın cirkin adeklerine bulaşmamış guzel huylu biri. O da babası gibi ağzına icki koymamış.

Yoksulluğuna rağmen de kavminin reisi Boyle bir şeye o gune kadar tesaduf edilmiş değil. Bir insanın milletinin başına gecebilmesi zengin olma şartına bağlı.

Ebu Talib, babasının vasiyetine tam tabi. Sozunun eri, Yeğenin gozu gibi koruyor. O'nu oz cocuklarından dahi cok seviyor. Oyle bir sevgi ki, gıpta etmemek mumkun değil.



O, elini uzatmadan yemeğe başlamıyor.

O, Gelmeden sofra kurulsa:

-Durun, iyor; oğlum gelsin! Sofraya uzanan eller, geri cekiliyor ve herkese beklemeye başlıyor.

Onu yanına almadan uyumuyor:

Sevgili Peygamberimiz:

-Sen hayırlı ve mubareksin, diyerek iltifat ediyor.

Ne doğru... Hem hayırlı, hem mubarek. Eğer sofraya ilk el uzatan bu mubarek cocuk olmamışsa, yemek kifayet etmiyor ve hane halkı ac kalkıyor. Ama ilk başlayan o ise; yemek artıyor bile. Bir kase sutten mbiraz icse, kase, herkese yetene kadar tukenmiyor.

Efendimiz, her yaşta edeb timsali; sofra kurulduğunda Ebu Talib'in cocukları, hemen yemeğe başladıkları halde; O, vaktini bekleyerek sofra adabına dikket ediyor. Bu sebeple Ebu Talib, yeğenine bazen de ayrı sofra kurduruyor.

İşte bu fakir evde O, sallallahu aleyhi ve sellem, geldikten sonra mala mulke bereket duştu. Her şey artıyor, her şey coğalıyor.

Ebu Talib'in evinde yokluk, yerini bolluğa terkederken; Mekke başka mbir hali yaşıyor. Kuraklık ve kıtlık, bir salgın hastalık gibi hurmaları solduruyor, derelerin suyunu cekiyor, yeşil tarlaları sarartıyor ve nihayet kilerleri, mutffakları tamtakır ediyor. Dağlar ve ovalar, "su" diye inliyor gibi.

Bu arada her kafadan mbir ses geliyor. Her Mekkeli, aklının erdiği kadar bir şeyler soyluyor:

-Hayır, Lat olur mu? Ancak Uzza, bu kuraklığa care bulur.

-Hayır hayır! En iyisi Menat'ın onunde diz cokelim.

Konuşmaları dinleyen bir ihtiyar, kalabalığı titreten gur sesle:

-Yazıklar olsun! Aranızda İbrahim Peygamber evladları varken; siz hala nelerden medet umuyorsunuz?

İhtiyarın hakim sesi ahaliyi toparladı.Ne demek istediği belliydi.Doğru Ebu Talib'in kapısına geliyorlar:

-Ey Ebu Talip!Kıtlığı goruyorsun.Col bile yağmura hasret...Bir damla su yok.Cocuklarımız olmeye,hayvanlarımız kırılmaya yuz tuttu.Gel,yağmur duasına gidelim.Neslinin bereketine belki yağmur yağar.,..

Ebu Talip,evden cıkıyor.Yanında guneş yuzlu yeğeni.Onde Ebu Talip ve Sevgili Peygamberimiz,arkada kalabalık,Beytullah yolundalar.Hava muthiş sıcak.Gok cilalanmış gibi dupduru.Bulut namına birşey yok.

Ebu Talib,sırtını Kabe duvarına dayadı.Mubarek cocuk da bir eliyle Kabe'nin ortusunu tutarken,obur elinin şahadet parmağını cilalı mavi goğe doğru uzatıyor...Hayret,hayret,hayret.

O supurulmuş gibi bulutsuz olan goğu,bulutlar,yeme koşan kocaman kuşlar gibi bir anda dolduruyor.Ve şimşekler,yıldırımlar.Peşinden de şakır,şakır,şakır yağan yağmur.Olduren hasret bitip,dağ-taş suya kavuşuyor.Her taraftan derecikler koşturuyor.




Ebu Talib'in cocukları,sabahları kalktığında,sacları dağınık,gozleri capaklı olduğu halde,Sevgili Peygamberimizin cennet kokan sacları taranmış,mubarek gozleri surmelenmiş olarak pırıl pırıl bir yuzle uyanıyor.

Ebu Talib'le aziz yeğeni bir sahradalar.Amca,bir ara susuzluktan mecalsiz kalıyor ve dudaklarından gayri ihtiyari:

-Su,susadım diye kelimeler dokuluyor.

Bunu işiten merhamet sultanına bir mucize.

Ebu Talib,anlatıyor:

-Susadım,deyince yeğenim,hemen dizleri ustune yere oturdu.Oturur oturmaz,topuklarının,kumlara değdiği noktadan bir pınar kaynamaya başladı.Cenab-ı kibriya kenara cekiliyor,Ebu Talib,kana kana icerek susuzluğunu dindiriyor...

Devrin adetine gore,zaman zaman Mekke'ye "kaif" denen kimseler geliyor.Bu kaifler,ensanların gorunuşlerinden manalar cıkarıp istikballerine dair tahminlerde bulunuyorlar.Her gelişlerinde fakir-zengin,butun tabakalardan halk,cocuklarını getirerek onların onundeki uzun zamanı bilmek,mechul istikamet perdesini aralamak istiyorlar.

Bakın yine şehrin meydanlık yerinde bir kalabalık var.Bir adamın başına toplanmış olanlar,ondan cocuklarına dair sırları soruyorlar:

Bu adam,Ezd-i Şenue kabilesinden bir kaiftir.Oraya gelmiş butun herkese cevaplar veriyor.

Fakat kaif,birden değişiyor.Onundekilerin ustunden aşağı bakışları,dinleyenlerin en dışında kendisini seyreden bir cocuğa takılıyor.

"Kaif"haberini duyan Ebu Talib de sair Mekke seckinleri gibi,yeğenini alarak adama gidiyor. Vardıklarında etrafı cevrilmiş; adam haratle anlatıyor. Amca-yeğen kalabalığın dışından manzarayı seyrediyorlar. İşte tam bu sırada, Sevgili Peygamberimizi goruyor.

Kaif, bir an baktığı noktayı dikkat ve nufuzla suzdukten sonra hareketlerinde değişikilik başladı. Telaşla başındakileri savıyor. Belliki bir heyecana yapılmış. Durum, Ebu Talib'in nazarından kacmıyor. Ve sebebi de anlıyor. Amca, bir tedbirli adam; ne olur ne olmaz? Hic kimseye belli etmeden yeğeni ile usulcacık oradan ayrılıyorlar.

Biraz sonra onundekilerden başını kaldıran yabancı şaşırdı; Efendimizi soruyor. Cevap menfidir. Sorduğu cocuk biraz once gitmiştir.

Bunun uzerine kaif, konuşuyor; hazır olanlar şahid...

-Vallahi O cocuğun şanı yuce olacaktır.





Sevgili Peygamberimizin on yaşında iken, diğer baba bir amcaları Zubeyr ile seferdeler.Kervan bir dere kıyısına geldiğinde azgın bir deve ile karşılaşırlar: Hayvan, mumkun değil, dereden kimseyi gecirmiyor. Her teşebbus neticesiz kalınca, bazıları geri donme fikrini ortaya attılar. Karşı kıyıya gecme umidlerinin yavaş yavaş kırılmaya başladığı bu anda efendimiz imdada yetişiyorlar. Develerinden inerek yol kesici hırcın deveye biniyorlar.

Devecik, yumuşak, uysal, itaatli.

Peygamberimiz, deminki huysuz devenin ustunde oldukları halde onde, kervan arkada suyu geciyorlar. Cumle yaratılmışların Peygamberi, burada o deveden inerek hayvanı serbest bırakıyor ve tekrar kendi devesine binip hep beraber yola devam ediyorlar.




Sevgili Peygamberimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, on-onbir yaşlarında iken şakkı sadr-goğus yarılması olayını bir kere daha yaşadılar.

İki melek, Peygamberimize gelerek, O'nu incitmeden yere uzatıp mubarek goğuzlerrini yardılar. Efendimiz, hic bir ağrı ve sızı duymuyorlar.

Melekler, en makbul bedenden kin ve hasedi temizleyerek yerini rahmet ve rahmetle doldurdular.

Kin ve hasetten sonra bir de siyah bir kan parcasını cıkaran melekller, bunun yerini nurla doldurup, mubarek cocuğu ayağa kaldırdılar.

O anı şoyle tasvir buyuruyorlar:

-Baktım, kendimde kucuk-buyuk butun mahlukata karşı şefkat ve rahmet buldum.

Şakkı sadrın ucuncusu ise vahiy ineceği zaman Hira dağındaki mağarada vuku bulacaktır.





O'nun secilmişlern secilmişi, ustunlerin en ustunu olduğunu haber veren vak'alardan birine yine Ummu Eymen delalet ediyor.





....Mekke'de bir koca put var. İsmi "Bevane". Muşkirler, senede bir gun, bu putun karşısında sabahtan akşama kadar saygı ile dururlardı.

Ebu Talib, Peygamberimizi de bu ayine getirmek istiyor. Ama, daha kucuk yaşlarında boyle bir batıl ibadeti reddediyorlar. Amca va akraba ları, inciniyor. Israrlılar. Israr ve ricalar yuzunden şoyle bir gorunup, kaybolmak uzere Bevane'nin yanına kadar geliyorlar. Gelmeleri ile ortadan kaybolmaları bir oluyor. Bir zaman sonra gorunduğunde şaşkın halde soruyorlar:

-Ne oldun, nereye gittin?

Butun putları yerle bir edecek dinin Peygamberi her zor ve tehlikeli anda olduğu gibi yine korunmaktadır. Kendileri buyuruyorlar:

-Ben puta yaklaşınca uzun boylu biri geldi "Ya Muhammed, sakın bu puta elini bile surme ve bunların merasiminde bulunma"

Sevgili Peygamberimize o yetimlik gunlerinde hizmetle şereflenenlerden biri de Ebu Talib'in zevcesi Fatıma Hatun.

Yengesi, yetim ve oksuz inciye evlerine geldiği ilk andan itibaren, bir anne şefkati iele sahip cıkmış ve onu o kırık kalbli gunlerinde yalnız ve sahnipsiz bırakmamıştır.

Yuce Peygamber, sonraki yıllarda bu asil ve muşfik kadını hic unutmamış ve yengesini ihtiyar yaşında daima arayıp sorarak gonlunu hoş tutmuştur.

Efendimiz bir gun yengesinin vefat haberini alınca uzuntulerini şu kısa fakat derin muhabbet dolu kelimelerle dile getirdiler...

-Bugun annem oldu.

...bu sozler sana ne devlet ey Fatıma anne! Kainatın seyyidinin seni annelik tahtına oturmalarından buyuk şans ne olabilir ki...

Peygamberimiz, daha sonra gomleklerini cıkartarak yengelerine kefen olarak sardılar.

Aziz kadın, kabristana getirildiğinde Peygamber efendimiz de orada hazırlar. Olu, kabre konmadan once Resulullah mezara inerek yan tarafları uzerine biraz uzandıktan sonrra dışarı cıktılar ve n'aş defnedildi.

Eshab, hayrette. Her hal ve davranışlarına dikkat ettikleri Peygamberimizde o ana kadar boyle bir hareket gorulmemiştir.

Ey Allah'ın Resulu! Şimdi gorduklerimizi bir başkası icin yaptığına rastlamadık, diye meraklarını arz ediyorlar.

-O, benim annemdi. Cocukları acken once beni doyurur, saclarımı tarardı. O, benim annemdi.

...ve devam buyuruyorlar:

-Ebu Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden olmamıştır. Ahirette cennet elbiselerinden elbise giymesi icin gomleğime sardırdım. Kabre ısınması, kendini yalnız zannetmemesi maksadıyla oraya uzandı, mahşer gunune kadar beni hep yanında yatıyor gorecek...


__________________