Hak Dostlarından Hikmetler
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“…CenÂb-ı Hak’tan bizler ve sizler icin istikÂmetin devamını dileriz. İstikÂmet sebeplerini tahsil etmek icin butun gayretinizle calışınız! Zira istikÂmet, bin kerÂmetten daha hayırlıdır…”[1]
[Gonullerde Âdeta bir şok tesiri yapan kerÂmetler, CenÂb-ı Hakkʼın bÂzı kullarına verdiği istisnÂî hÂllerdir. Fakat ehlûllah hazarÂtı, maddî Âlemde tezÂhur eden kerÂmetleri -kibir ve enÂniyet endişesi sebebiyle- kendilerine izÂfe etmekten korkmuşlardır. KerÂmet izhÂrını “hayz-ı ricÂl” tÂbiriyle, muhakkak gizlenmesi gereken mahrem bir sır olarak kabul etmişlerdir.
Bu itibarla kerÂmet, bir yonuyle mustesn bir lûtf-i ilÂhî iken, diğer yonuyle muhim bir ilÂhî imtihandır.
Nakledildiğine gore BÂyezîd-i BistÂmî Hazretleri bir gun Dicle Nehriʼnin karşı yakasına gecmek ister. Nehrin iki yakası kerÂmeten birleşerek Hazretʼin gecebileceği bir yol hÂline gelir. BÂyezîd Hazretleri ise derhÂl kendini toparlayıp nefsine şu îkazda bulunur:
“–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akceye karşıya geciriyorlar. (Ey nefsim! Sen ise, otuz yıldan beri mahşer icin hazırladığım amel-i sÂlihlerimi istiyorsun.) O hÂlde yarım akce icin, otuz yıllık omrumu (bir kerÂmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerÂmet değil!..”[2]
Yani kerÂmet, CenÂb-ı Hakkʼın bÂzı kullarına hem bir ikramıdır, hem de bir imtihanıdır. Yoksa evliyÂullÂhın her istedikleri zaman sergileyebildikleri bir guc gosterisi veya bir tasarruf kudreti değildir. Boyle bir fevkalÂde ikrama nÂil olan Hak dostları, bunun tamamen ilÂhî bir lûtuf olduğu şuuruyla, kalplerini enÂniyetten koruma hassÂsiyeti sergilemişlerdir. Zira bu nevî hÂllerden nefse pay cıkarmak, mÂnen helÂke sebep olur.
Ayrıca keşif ve kerÂmet, mÂnevî tekÂmulun yegÂne olcusu de değildir. Nice buyuk Hak dostunun zÂhirî bir kerÂmeti bilinmemektedir. Nitekim pek cok rivÂyette[3] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh-ʼın da, zÂhirî kerÂmetine dÂir, cok fazla bir rivÂyet yoktur.
HÂlbuki hicret esnÂsında uğradıkları Sevr Mağarasıʼnda Allah Rasûluʼnun yegÂne can yoldaşı olması sebebiyle, Hazret-i Sıddîk Efendimizʼden CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede “ikinin ikincisi”[4] diye bahsetmiştir. Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onun hakkında; “ucunculeri Allah olan ikinin ikincisi”[5] iltifatında bulunmuş; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…”[6] buyurmuştur.
Şuphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallÂhu anh-ʼın en buyuk kerÂmeti; en cetin imtihanlar karşısında bile sarsılmayan îmÂnı ve Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan eşsiz muhabbet, sadÂkat, teslîmiyet ve itaatidir. Yani “istikÂmet” hususundaki mÂnevî fazîletleridir.
CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) buyurmaktadır.
İşte en buyuk kerÂmet, bu emr-i ilÂhîyi her an yaşayabilmektir. İbadet hayatımızda, iş hayatımızda, Âile hayatımızda, ictimÂî hayattaki muÂmelÂtımızda, velhÂsıl her ahvÂlde, emrolunduğumuz doğruluk ve durustluğu muhÂfaza etmektir. KurʼÂn ve Sunnetʼte bizler icin tÂyin edilmiş olan istikÂmeti, yani sınırları ve olculeri, hayatın her safhasında titizlikle koruyabilmektir.
“İstikÂmet”in mÂhiyetini ise CenÂb-ı Hak bizlere şoyle beyan buyurmaktadır:
“(Rasûlʼum! Sen) sırÂt-ı mustakîm uzeresin.” (YÂsîn, 4)
Demek ki sırÂt-ı mustakîm, yani dosdoğru istikÂmet; en buyuk ornek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yoludur.
Bize de CenÂb-ı Hak; اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ “Bizi dosdoğru yola hidÂyet eyle.” (el-FÂtiha, 6) niyÂzını namazın her rekÂtında tekrarlatmak sûretiyle, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yolunu istememizi telkin buyurmaktadır.]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Hak dostlarının cok kıymetli sozlerinden biri şoyledir:
«AllÂh’a giden yollar, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini adım adım takip edenlerden başkasına kapalıdır.»”[7]
[Zira CenÂb-ı Hak:
“Kim Rasûlʼe itaat ederse AllÂhʼa itaat etmiş olur…” (en-NisÂ, 80) buyurmaktadır. Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- kendi hev ve hevesinden konuşmayıp sırf Rabbinin emir ve nehiylerini tebliğ ettiği icindir ki CenÂb-ı Hak, iki itaati birleştirmekte ve Rasûlʼune itaatin, kendisine itaat mÂnÂsına geldiğini beyÂn etmektedir.
Yine CenÂb-ı Hak bir başka Âyet-i kerîmede de:
“(Rasûlʼum!) De ki: Eğer AllÂhʼı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve gunahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrÂn, 31) buyurmaktadır. Demek ki kulu AllÂhʼa muhabbet deryasına ulaştıracak yegÂne rahmet ve muhabbet pınarı, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. AllÂh’a giden yol, Oʼnun Sevgili Rasûluʼne duyulan muhabbet ve itaatten gecmektedir. Oʼnun sunnetine uymayan, Oʼnun yolundan gitmeyen hic kimse; AllÂhʼın rahmet ve mağfiretine, muhabbet ve rızÂsına nÂil olamaz.
Yine Âyet-i kerîmede Rabbimiz şoyle buyurmaktadır:
“(Rasûlʼum!) Onu Rûhuʼl-Emîn (CebrÂîl), uyarıcılardan olasın diye, apacık Arap diliyle, Senʼin kalbine indirmiştir.” (eş-ŞuarÂ, 193-195)
Demek ki Fahr-i KÂinÂt Efendimizʼin kalp Âleminden hisse almamız zarûrîdir. Zira Oʼnu kalben tanımadan, Oʼnun gonul dokusundan hisse almadan, Oʼnun yaşadığı gibi yaşamaya gayret etmeden; ne KurʼÂn-ı Kerîmʼi tam olarak idrÂk edebiliriz, ne îmÂnımız tam bir îmÂn olur, ne ibadetimiz ibadet, ne de ahlÂkımız ahlÂk olur.
CenÂb-ı Hak kendisine yapılacak kulluğun en mukemmel ve makbul şeklini, Rasûlʼunun şahsında sergilemiştir. Bu itibarla, ibadette, muÂşerette, ahlÂkta, hak ve hukuka riÂyette Efendimizʼle beraberliğimiz, Oʼna yakınlık ve benzerliğimiz hangi seviyedeyse, Hak katındaki değerimiz de ancak o seviyededir.
CenÂb-ı Hak KurʼÂn-ı Kerîmʼinde “namaz”ı emreder, fakat onun keyfiyetini, yani nasıl ed edileceğini Sunnetʼten oğrenmemizi ister. Nitekim Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de; “Namazı benden gorduğunuz gibi kılın…”[8] buyurmuştur. Buna mumÂsil; zekÂt, oruc, hac gibi butun ibadetleri Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- ne şekilde îf etmişse o şekilde îf etmemiz zarûrîdir. Nebevî ahlÂk ile ahlÂklanmak da bu hassÂsiyeti hayatın her alanında sergilemekle mumkundur.
DÂim şunu duşuneceğiz:
Merhametimiz, Allah Rasûluʼnun merhametine kıyasla ne kadar? Oʼnun tevÂzû, fedakÂrlık, diğergÂmlık, hizmet, comertlik gibi guzel hasletleriyle bizim hÂlimiz arasında ne kadar seviye farkı var?!. MuÂmelÂtımızda; edep, nezÂket ve zarÂfete, bilhassa da kul haklarına ne kadar riÂyet edebiliyoruz?
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz vefÂtına yakın, ummetini kul hakkı hususunda îkaz etmek icin, kendi şahsından misal vererek şoyle buyurmuştu:
“AshÂbım!.. Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından yanlışlıkla bir şey almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!..” (Ahmed, III, 400)
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de helÂlleşmeye teşvik ederek:
“Ey insanlar! Kimin uzerinde bir (kul) hak(kı) varsa onu hemen odesin, dunyada rezil rusv olurum diye duşunmesin! İyi biliniz ki dunya rusvÂlığı, Âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” buyurmuştu. (İbn-i Esîr, el-KÂmil, II, 319)
VefÂtı esnÂsında da Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz uc defa:
“Namaz hususunda Allah’tan korkun!” buyurmuş, sonra da:
“Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim cocuk. Namaz hususunda Allah’tan korkun!” îkÂzında bulunmuştu.
Sonra da rûh-i mubÂrekleri cıkıncaya kadar icten ice; “Namaz, namaz.” diye tekrar etmişti. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
VelhÂsıl bu ve benzeri butun nebevî hassÂsiyetler, bizim hayatımızda ne kadar mevcut ise; îmÂnımızın seviyesi de, ibadetlerimizin makbûliyeti de, o derecede demektir.
Bu itibarla hayatımızın her Ânında, Âdeta bir golgenin sahibine olan sadÂkati misÂli, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin bizlere gosterdiği istikÂmet uzere yaşamaya gayret etmeliyiz. Oyle ki; O Rahmet Peygamberiʼnin ummeti olduğumuzu -dilimizden ziyÂde- hÂl ve davranışlarımız soylemelidir. Oʼnun yolunda ve istikÂmetinde olduğumuzu, hÂlimiz ifÂde etmelidir.]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Şunu bilin ki hakîkatte dunya, gecici bir golge ve kul ile MevlÂsı arasına giren bir perdedir. Kalbinde zerre miktÂrı dunya muhabbeti bulunan kişi, hakîkî kul sayılmaz. Dunyayı kabuğuyla ve ozuyle birlikte (kalbinden) atmayan kişi makbûl değildir.”[9]
[İnsan, icindeki hisleri herkesten gizleyebilir, fakat Allah TeÂlÂʼdan gizleyemez. Butun duygularımız CenÂb-ı Hakkʼın mÂlûmudur. Zira Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu uzere; CenÂb-ı Hak kişiyle kalbi arasına girer[10], insana şah damarından daha yakındır.[11]
Kulun da CenÂb-ı Hakkʼa yakın olması ve Allah ile beraberliğin huzurunu tatması icin, kalbinden gaflet perdelerini bertaraf etmesi îcÂb eder. Bu perdelerin başında ise “dunya muhabbeti” gelir. Îman, ibadet, muÂmelÂt ve ahlÂkın kemÂle ermesi icin, bu suflî muhabbetin kalpten sokulup atılması şarttır.
Fakat kalpten atılması gereken “dunya muhabbeti”nin mÂhiyetini de doğru anlamak îcÂb eder. Hazret-i MevlÂn der ki:
“Dunya, Allah’tan gÂfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, Âile ve evlÂt sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gÂfil kılan ne varsa, senin dunyan odur.”
Yani kulu Rabbinden gÂfil bırakan ve Allah muhabbetinin onune gecen butun muhabbetler bu cumledendir. Buna gore muʼminin vazifesi; ilÂhî imtihan vesîleleri olan mal-mulk, makam-mevkî, coluk-cocuk vesÂireyi terk etmek değildir. Bu fÂnî nîmetlerle imtihan olunurken, onlara hadd-i lÂyığında değer vermektir. Bu şuur icinde Hakkʼa rÂm olabilen bir kalbe, hicbir dunya nîmeti, gaflet perdesi cekemez. Şu hÂdise, bu hakikatin ne guzel bir misÂlidir:
ŞÃ‚h-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği buyuk velîlerden Muhammed PÂris Hazretleri, hacca giderken yolu uzerinde uğradığı Bağdad şehrinde, nur yuzlu, genc bir sarrafa rastlar. Gencin bircok muşteriyle hic durmadan alışveriş hÂlinde olup zamanını aşırı dunyevî meşguliyetlerle gecirdiğini duşunerek uzulur. İcinden:
“‒Yazık! Tam da en guzel şekilde ibadet edebileceği bir cağda kendisini dunya meşgalesine kaptırmış!” der.
Bir an murÂkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin dÂim Allah ile beraber olduğunu hayretle muşÃ‚hede eder. Yani ÂzÂlar dunyevî meşgûliyette, fakat kalp, Rabbini zikreder hÂlde, Rabbiyle beraber… Bu sefer:
“‒MÂşÃ‚allÂh! El kÂrda, gonul YÂr’da!..” buyurarak genci takdîr eder.
Tasavvufta “halvet der encumen” diye tÂbir edilen bu hÂl; halk icinde Hak ile beraberliği, kalabalıklar arasında ve dunyevî meşgaleler esnÂsında bile, kalbin AllÂh ile olmasını ifÂde eder. Nitekim Âyet-i kerîmede şoyle buyrulmaktadır:
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini AllÂhʼı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekÂt vermekten alıkoyamadığı adamlardır. Onlar, kalplerin ve gozlerin allak bullak olduğu bir gunden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Yine Muhammed PÂris Hazretleri Hicaz’a vardığında, KÂbe’nin ortusune sarılmış, icli icli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Once ihtiyarın yana yakıla CenÂb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış gorunuşune bakarak:
“‒Keşke ben de boyle ağlayarak Hakk’a iltic edebilsem.” der ve adamın hÂline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince gorur ki, butun du ve ağlamaları, fÂnî bir dunyÂlık talebi icindir. Bunun uzerine gonlu mahzun olur.
İnsanlık tarihi gozden gecirildiğinde, tarihin musbet akışlarına hep buyuk şahsiyetlerin yon verdiği gorulur. Bu şahsiyetler; başta peygamberler, sonra o peygamberlerin yetiştirdiği buyuk zÂtlar, sonra da onların izinden giden Hak dostları, ilim ve irfan ehli Âlimler, madde ve mÂn sultÂnı padişahlardır.
Bunlardan biri olan Yavuz Selim Han, îlÂ-yı kelimetullah dÂvÂsı uğrunda buyuk cenkler ve zaferlerle dolu bir omrun son demlerini yaşarken, arkadaşı Hasan Can yanına girer. Hastalığının bir hayli ilerlediğini goren Hasan Can, hunkÂrın vefatının yakın olduğunu anlayıp buyuk bir huzunle:
“‒PÂdişÃ‚hım! Artık Allah TeÂl ile beraber olma zamanınız geldi herhÂlde.” der.
Yavuz Han, hayret icinde Hasanʼın yuzune bakarak:
“‒Hasan, Hasan! Sen beni şimdiye kadar kiminle beraber zannediyordun?! CenÂb-ı Hakkʼa teveccuhumde bir kusur mu muşÃ‚hede eyledin?! Sen bana bir YÂsîn oku…” der. Ve YÂsîn Sûresi okunurken azîz rûhunu Rabbine teslîm eder.
Madde ve mÂn sultanlığını şahsında mezceden o ulu hÂkÂnın kalbi hep CenÂb-ı Hakʼla beraberdi… O gecilmez denilen Sina collerinde de beraberdi; muzaffer bir kumandan olarak Mısırʼa girerken de. PÂyitahta donduğunde, yuksek bir îman firÂseti sergileyip, fÂnîlerin alkışlarıyla gurura kapılmaktan ve Allah icin yaptığı amelini zÂyî etmekten titizlikle sakınırken, gonlu hep Allah ile beraberdi.
Makbul bir kulluğun, hayatın her safhasında kalben Allah ile beraberliğe bağlı bulunduğunu, şu hÂdise de ne guzel hulÂsa etmektedir:
Bir vÂiz, kursude Âhiret ahvÂlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. VÂiz efendi, CenÂb-ı Hakk’ın Âhirette soracağı suallerden bahsederek:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mulkunu nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Omrunu nasıl gecirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helÂle dikkat ettin mi, sorulacak!..”
Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece muhim olan pek cok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlÂtlı îzÂha rağmen, meselenin ozune dikkat cekilmemesi uzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir uslûpla vÂize seslendi:
“–Ey vÂiz efendi! Suallerin en muhimlerinden birini unuttunuz! Allah TeÂl esas şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»”]
HÂlid-i BağdÂdî Hazretleri buyurur:
“Sakın ebedî saÂdeti dunyaya değişme! Dikkatle bakarsan gorursun ki, butun dunya, ancak bir-iki nefesten ibÂrettir.
Dunyada kaldığın muddetce şahlık sırası hep sende olsa, yine de başlangıcın baş ağrısı, Âkıbetin de pişmanlıktır.”[12]
[Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Âhiretin yanında dunyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp cıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne cıkardıysa (Âhiretin yanında) dunya işte odur.” (HÂkim, Mustedrek, 4/319)
AshÂb-ı kirÂm, Mekke devrinde muşriklerin zulum ve ambargosu altında iken kendi aralarında:
“Bizler Rabbimize kul olabilmek icin her cefÂya katlanıyoruz. AllÂh’a isyÂn eden kÂfirler ise dunyada refah icinde rahat rahat dolaşıyor, dunya menfaatlerini istedikleri gibi kullanıyorlar.” diye konuştular. Bunun uzerine Rabbimiz, mu’minlere dunyadan cok daha hayırlı olan ukbÂyı tercih etmelerini emretti:
“İnkÂrcıların (refah icinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kotu varış yeridir! Fakat Rabʼlerine karşı gelmekten sakınanlar icin, Allah tarafından bir ikram olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî olarak kalacakları Cennetler vardır. EbrÂr (hayır-hasenat sahipleri) icin Allah katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrÂn, 196-198)
Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de her vesîleyle;
“Esas hayat Âhiret hayatıdır.”[13] buyurarak dunyanın gelip gecici sıkıntılarına sabretmeyi, onun aldatıcı cÂzibelerine kanmamayı, her dÂim Âhiret hazırlığı ve endişesi icinde bulunmayı tavsiye etmişlerdir. Nitekim bu şuur ve idrÂk icinde yetişen ashÂb-ı kirÂm da Allah yolunda her turlu cefÂyı saf bilmiş, zahmetleri rahmet vesîlesi addetmişlerdir. Buyuk bir îman vecdi icinde; “Canım, malım, her şeyim Sana fed olsun y RasûlÂllah!” demişlerdir. FÂnî nîmetler yerine dÂim Âhireti tercih edebilme firÂsetini sergilemişlerdir.
Şu hÂdise, bunun sayısız misallerinden biridir:
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin kapısında geceleyen, Oʼna abdest suyunu hazırlayıp lÂzım olan şeyleri getiren[14] Rebîa bin KÂʻb (Ebû FirÂs) -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir gun bana:
“‒Benden iste, vereyim.” buyurdu. Ben de:
“‒YÂ RasûlÂllah! MusÂade buyurun, bir duşuneyim, durumuma bir bakayım.” dedim. Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“‒Peki, duşun, durumuna bak!” buyurdu.
Duşundum ve kendi kendime;
“Dunyaya Âit menfaatler cabuk bitip tukenir. Ben, kendim icin, Âhiretle alÂkalı bir faydayı tercih etmekten daha hayırlı bir şey gormuyorum.” dedim. Sonra da Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in huzûr-i Âlîlerine cıktım. Bana:
“‒İhtiyacın nedir?” buyurdu.
“‒YÂ RasûlÂllah! Bana şefÂat et de Rabbin -aleyhisselÂm- beni Cehennemʼden ÂzÂd eylesin!” dedim. RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“‒Boyle demeni sana kim soyledi?” buyurdu.
“‒VallÂhi y RasûlÂllah, kimse soylemedi. LÂkin durumuma baktım ve gordum ki; dunya, ehlinin elinde durmuyor, hemen zevÂl buluyor. Bu sebeple Âhiretim icin bir şey istemek, bana daha sevimli geldi.” dedim.
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de:
“‒O hÂlde cok secde ederek kendin icin bana yardımcı ol!” buyurdu. (Ahmed, IV, 59; Bkz. Muslim, SalÂt, 226)
İşte muʼmin, fÂnî omur sermÂyesini bu îman firÂsetiyle değerlendirmelidir. Duşunmelidir ki:
Allah bin sene omur verse, mesel 1000 yılında dunyaya gelmiş olsak ve 2000 yılına kadar dunyada saltanat sursek, omrumuz biteli 16 sene olurdu. Yani ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, Âhiretin yanında dunya hayatı kısacık bir fasıldan ibarettir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“KıyÂmet gununu gorduklerinde (dunyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-NÂziÂt, 46)
İşte onumuzde bir ibret manzarası hÂlinde mezarlıklar… Nice buyuk servet sahipleri orada eli-avucu bomboş yatıyor. Hicbir şeyimiz olmadan geldiğimiz dunyadan, yalnız bir kefenle gideceğiz. O da bir muddet sonra curuyup toprak olacak. Bugun sahiplik iddi ettiğimiz hicbir şey elimizde olmayacak. Toprağın altına yalnızca musbet veya menfî amellerimizle gomuleceğiz.
VelhÂsıl, fÂnîliği hicbir zaman hatırımızdan cıkarmamalı, her an olum ve otesine hazır olmaya gayret etmeliyiz. Unutmayalım ki; Nûh -aleyhisselÂm- kadar uzun omurlu olsak, Suleyman -aleyhisselÂm- kadar varlıklı olsak, Yûsuf -aleyhisselÂm- kadar cemÂl sahibi olsak, şÃ‚yet fÂnîliğin idrÂki icinde değilsek; ziyandayız demektir.]
Rabbimiz, olmeden evvel gaflet uykusundan uyanmayı nasîb eylesin. Dunyanın gelgec sevdÂlarıyla omur tuketerek Âhiretini ebedî bir azap faslına ceviren bedbahtların Âkıbetine dûcÂr olmaktan, cumlemizi lûtf u keremiyle muhÂfaza buyursun.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 267, no: 98.
[2] Bkz. AttÂr, Tezkiretuʼl-EvliyÂ, s. 217, İlim ve Kultur Yayınları, Bursa 1984.
[3] Bkz. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-UmmÂl, XI, 549/32578; İbn-i MÂce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26.
[4] Bkz. et-Tevbe, 40.
[5] Bkz. BuhÂrî, Tefsîr, 9/9; Muslim, FedÂiluʼs-SahÂbe, 1.
[6] Tirmizî, MenÂkıb, 20.
[7] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 81, no: 5.
[8] BuhÂrî, EzÂn, 18.
[9] Es‘ad SÂhib, Buğyetu’l-VÂcid, s. 119, no: 15.
[10] el-EnfÂl, 24.
[11] Kāf, 16.
[12] DîvÂn, beyt: 452-453.
[13] BuhÂrî, Rikāk, 1.
[14] Bkz. İbn-i Sa‘d, IV, 313.
Altınoluk Dergisi
2016 – Aralık, Sayı: 358, Sayfa: 032
__________________
HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -6-
Dini Bilgiler0 Mesaj
●25 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- HÂlid-i BağdÂdî (rahmetullÂhi aleyh) -6-