[IMG]http://img460.**************/img460/6639/logosonoy7.gif[/IMG]
KURAN-I KERİM IŞIĞINDA TEFEKKURUN BOYUTLARI
[IMG]http://img118.**************/img118/6994/kuran2nm4.gif[/IMG]
Musluman aydınlar, her cağda duşunce alanı ve bu alanın sınırlarını tesbit olayıyla yuz yuze gelmişlerdir. Hadise, beşer duşuncesinin uzanabileceği alanlarla, değinilmesi cıkmaza acılan alanları belirleme şeklinde ortaya konulduğunda, Kuran'a ve sahih hadislere muracaat en sağlıklı yol olmuştur. Ve zaten Kur'an'ın istediği de budur: "Eğer bir şey hakkında cekişirseniz, onu Allah'a ve Resulune arz ediniz; eğer Allah'a ve ahiret gunune inanıyorsanız. Boyle yapmanız en hayırlısı ve netice bakımından en guzelidir" (Nisa, 4/59).
Kuran'da beşeri duşuncenin alanlarıyla, duşuncenin sınırı ve gecerliliğini en cok alakadar eden ayet ise, Al-i İmran 3/7 ayetidir. Tefsiri acıklamaların otesinde, denilebilir ki, İslami duşunce yelpazelerinin değişik yon ve yollardan kendisine cıktığı bir "ana meydan" gibidir bu ayet. Gerek dini gerekse beşeri problemler konusunda duşunme ve bunu duyurma durumunda olan herkes gibi, bizim de ilk planda bu ayeti iyi anlamamız kacınılmazdır.
Yontem olarak, once ayetin sebeb-i nuzulunu verecek, sonra sırayla, bir makalenin elverdiği sınırlar icinde, "muteşabih" kelimesini, farklı butun yorumların dayanağı olan "zorunlu vakf"ın yerini, "rÂsihûn" kavramını acıklamaya ve nihayet bazı sonuclara ulaşmaya calışacağız. Boylece Kur'an'ın sınırlarını cizdiği duşunce boyutlarını kavramaya, "doğru bilgi", "sağlam duşunce" ve "doğru sonuclar" elde etme cabasındakilere sağlıklı bir zemin hazırlamaya calışacağız.
Ayetin meali:
"Sana Kitab'ı indiren O'dur. Kitab'dan bir kısmı, Kitab'ın anası olan muhkem ayetlerdir. Diğer ayetlerse muteşabihtirler. Kalplerinde bir eğrilik olanlara gelince, onlar fitne cıkarmak arzusuyla ve yine tevilini yapmak isteğiyle Kitab'ın muteşabih ayetlerinin peşine duşerler. Oysaki O'nun tevilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde nufuz sahibi olanlarsa: ona inandık, hepsi Rabbimiz katındır" der- akıl sahipleri duşunup ibret alır" (Al-i İmran 3/7)
Sebebi nuzul:
Taberi (o. 3l0/922)'nin ve Suyûti (o. 911/1505)'nin naklettiklerine gore, ayetin inmesine aşağıdaki olay kesin sebeptir: ... Necran'dan gelen hıristiyan din adamları heyeti Hz Peygamber'in huzuruna cıktı ve Onunla fikir tartışmasına başladı. Dediler ki: Ey Muhammed, sen demiyor musun ki, (Hz.) İsa Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir ruh? Hz. Peygamber: Evet, deyince şu mukabelede bulundular: Bu da bize yeter! Bunun uzerine Cenabı Hak: Kalblerinde bir eğrilik olanlara gelince, (..)" ayetini inzal etti.
Zikredilen diğer bir sebep ise, yahudilerle alakalıdır. Buna gore ayet-i kerime, yahudi olan Ebû Yasir İbn Ahtab, kardeşi Huyey İbn Ahtab ve beraberindeki topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hz. Peygamber ile O'nun ve ummetinin omru hususunda tartışmaya girmişler, Hurûf-u mukattaa'ları cumel hesabıyla rakama dokerek (İslam'ın omru konusunda)bir sure tayinine kalkışmışlardı. Bunun uzerine ayet nazil olmuştur: "Kalblerinde bir eğrilik olanlara gelince... Taberi'ye gore, ayette niteliği "kalblerinde eğrilik bulunmak" olarak yerilenler, "Kur'an'ın, muhtelif tevil şekillerine gore anlaşılabilmesi mumkun olan "Hurûf-u mukattaa" nın manalarına tutunan yahudilerdir"
Nuzul sebebinin hususiliği hukmun umumi bir cercevede ele alınmasına engel teşkil etmez. Bu itibarla, ayetin hukmunu sınırlı zaman, mekÂn ve şahıslar cercevesinden taşırarak, genel cizgide anlamak kabildir. Bu acıdan bakıldığında ayet, Kuran'ın muhtelif yorumlara acık ayetlerini kendilerince tevil ederek, Resulullah'ın Rabbinden telakki ettiğine aykırı ve muhalif "bidat"ler koyan kimseler hakkındadır. Nitekim Hz. Peygamber'in Al-i İmran. 3/7 ayetini sonuna kadar okuduktan sonra: "Ey Aişe! Eğer Kitab'ın muteşabihine tabi olanları gorursen, bil ki onlar Allah'ın bu ayette kastettiği kişilerdir" hadisi bunu teyit etmektedir.
Zikrettiği rivayetler arasıda yaptığı tercih ve genel sonuclara gitmesi bakımından temayuz etmiş olan Taberi şu değerlendirmesiyle ışık tutar bize: "Muteşabih ayetlere tutunarak, Allah'ın Resuluyle tartışmaya girenlerin iki husustan birisi icin bunu yapmış olmaları mumkundur. Ayetin, muteşabihÂta sarılarak, kendisinin ve ummetinin omru hususunda Hz. Peygamber'le tartışmaya girişen yahudiler hakkında nazil olmuş olması daha uygundur. Zira, "onun tevilini Allah'tan başka kimse bilemez" kavli, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği bir alana işaret eder ki, bu da Hz. Peygamber'in ve ummetinin omrudur; yahudilerin oğrenmek istedikleri de buydu. Hz. İsa konusu, Cenab-ı Hak tarafından Peygamber'ine ve muminlere acıklanmış, boylece kapalı bir husus kalmamıştır.
Ayette gecen "zeyğ" kelimesini "hidayetten, doğrudan sapmak" şeklinde acıkladıktan sonra Taberi, ayetin, genel sonuclara acılan bir yorumunu yapar: "Kalblerinde Hak'tan meyletme ve sapma olanlara gelince onlar Kitab'ın ayetlerinden lafzı kapalı olan ve muhtelif manalar yukleyerek ceşitli tevillere cekilmesi mumkun olanlarını izlerler. Bunu, Allah'ın beyan ettiği ve Kitabındaki muhkem ayetleriyle vuzuha kavuşturduğu Hak goruşu bırakıp, şuphe ve karışıklıklar uyandırmak ve kalbinin meylettiği kendi batıl goruşune delil getirmek icin yaparlar?'
Taberi şoyle surdurur acıklamalarını: Her ne kadar ayet, adı gecen şirk ehli hakkında nazil olmuşsa da, onunla Allah'ın dinine bir bidat sokan, kalbi bu bid'ate yonelmiş olan, sonra Kur'an'ın muteşabih ayetlerinin bir kısmını sırf kendinden te'vil eden, yaptığı bu tevili huccet getirip "Hak ehli" ile tartışmaya girişen; Hak ehli muminlerde şuphe uyandırmak icin, Kur'an'ın muhkem ayetlerinin net manalarından sapan; hangisi olursa olsun, kendisi icin muteşabih olan her ayetin manasını tevil yoluyla talep eden her bidatciyi icine alır.
İhtilaf muhkemat hususunda olmadığı icin, şimdi "muteşÃ‚bih" deyimi uzerinde durmak istiyoruz. Rağıb'ın beyanına gore Kur'an'ın muteşabihi, ya lafzı bakımından ya da mana cihetinden, başkasıyla benzerlik arz ettiğinden oturu, tefsiri zor olan ayettir. Curcani (o. 816/1413)'ye goreyse, hurûf-u mukattaalar gibi, lafzı kapalı ve manası anlamak guc olan lafızlar, Suyûti'nin naklettiklerine gore de muteşabih, kıyametin ne zaman kopacağını bilmek gibi, bilgisi sadece Allah'a mahsus olan konular, ya da birden cok anlayışa musait olan veya MÂverdî (o. 450/1058)'nin soylediği gibi, manası kavranılamayan: namaz (vakitlerinin ve rekÂtlarının) sayılan, orucun Ramazan ayına tahsis edilmesi, vb. hususlar veyahut ta muteşabih, anlaşılabilmesi icin başka delil veya delillere muhtac olan ve bu sebeple de ancak "te'vil" ile anlaşılabilen lafız ya da ayettir. İbn Abbas'a (o. 68/687) goreyse Kitab'ın muteşÃ‚bihÂtı, kendisine iman edilen, ama amel olunamayan mevzular: Dahhak'a (o. 105/723) gore, Kitab'ın mensûh olan kısmıdır.
Kısaca, muteşabihat manası anlaşılmaz veya anlaşılması icin "te'vil"e ve başka delillere ihtiyac his- solunan, ya da hic bir surette insan tarafından bilinemeyecek konular, elfaz...
Tefsir usulunde "lafız", "mana" ve "hem lafız hem mana" cihetinden olmak uzere uce taksim edilen muteşabihat, "bilinebilirlik veya bilinemezlik" acısından da uc gurupta mutalaa edilir
a- Bilgisine insanların vakıf olamayacağı muteşabihat: Kıyametin tahakkuk edeceği saati, dabbetu'l-arz'ın cıkacağı vakit ve keyfiyeti;
b- İnsanın bilebileceği muteşabihat. Mesela araştırmaya mebni olan garib lafızların ve kapalı hukumlerin bilinmesi;
c- Bu iki kısım arasında bulunan muteşabihat. Bu son kısma dÂhil olan muteşÃ‚bihÂtın hakikatini, ilimde nufuz sahibi olan bazı kimselerin bilmesi caiz olup, diğerleri bilemezler... Hz. Peygamber'in Hz. Ali (o. 41/661) ve Abdullah İbn Abbas icin olan: "Allah'ım onu dinde derin anlayış sahibi yap ve ona te'vili oğret!" şeklindeki dualarında işaret buyrulan tevil, bu kısma dÂhil muteşabihatın te'vilidir."
"Vakf-ı lazım"ın yeri acısından yaklaşım:
Ayetle alakalı olarak uzerinde en cok durulan husus, "vakf-ı lazım"ın tatbik edileceği yerdir. Yani vakf, Allah lafzı uzerinde mi yapılacak, rÂsihûn kelimesi uzerinde mi? Kuran'da bir tecvid kaidesinin uygulanması hususunun İslam inanc ve kultur tarihini buradaki kadar cok derinden etkilediği yer, pek azdır. Cunku vakfın yeri konusundaki her kanaat, değişik duşunce tavırlarına kaynaklık etmektedir.
Biz bu konudaki goruşleri başlıca uc gurupta topladık.
1- Vakf, Allah kelimesi uzerinde uygulanmalıdır:
Sahabeden bircoğunun, tÂbiûnun, etbau't-tÂbiûnun ve ozellikle Ehl-i sunnetin benimsediği bu goruşu, bilhassa İbn Abbas'tan gelen haberler teyit etmektedir. Haberlerin cokluğunun, bu gori4un sıhhatine delil olduğu belirtilmektedir. Bu konudaki haberleri şoyle sıralayabiliriz:
a) Abdurrezzak'ın tefsirinde ve HÂkim'in (o. 405/1014) Mustedrek'in de İbn Abbas'tan aktardıklarına gore, İbn Abbas'ın buradaki kıraati şu mealdeydi: "Muteşabihatın te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar da şoyle derler: Biz ona iman ettik".
Alusî bu habere getirdiği kısa değerlendirmede demektedir ki, "Bu da gosterir ki, Allah lafzı ile RÂsihûn arasındaki "vav" harfi atıf icin olmayıp, yeni bir başlangıc icindir. Cunku bu rivayet, her ne kadar kendisiyle kıraat sabit olmamışsa da, en azından sahih bir senede "'Tercumanu'l-Kur'an"a ulaşan bir haberdir. Onun sozu ise, başkalarınınkine tercih olunur"
b- İbn Mesûd'un bu ayeti okuyuş şekil: Kaynaklarımızda İbn Mesûd'un (o. 32/652) bu ayeti şu şekilde okuduğunu goruyoruz: "Onun tevili ancak Allah nezdindedir. İlimde derinleşmiş olanlarsa şoyle derler: Biz ona iman ettik". Ancak, İbn Ebi Davûd'un (o 316/928) MesÂhifine baktığımızda, bu rivayetin orada ufak bir farkla zikredildiğini goruyoruz: "Onun te'vilinin hakikati ancak Allah nezdindedir"
İbn Mesûd'un Hz. Peygamber'den naklettiği uzunca bir haberdeyse Peygamber (s.a.v.) şoyle der bir yerde: "... Kur'an'ın muhkemiyle amel edin, muteşabihine inanın ve deyin ki: İman ettik ona. Hepsi Rabbimiz katındandır"
Ebu Malik el-Eşari'den rivayet edildiğine gore 0, Hz Peygamber'i şoyle derken işitmiştir: "Ummetim icin uc hasletten endişe ediyorum: Zenginlikleri coğalıp da birbirlerine haset etmeleri, kavgaya tutuşmaları ve bir de Kur'an'ı onlerine actıklarında, muminin onu te'vile yeltenmesi. Oysaki onun (muteşabihlerinin) te'vilini ancak Allah bilir".
d- Hz. Aişe'nin (o. 58/678): "Ve ilimde derinleşmiş olanlar: Ona iman ettik, derler" ayeti hakkında soylemiş olduğu şu soz: "Onların ilimde derinleşmiş olmalarının tabii sonucu, te'vilini bilmedikleri Kitab'ın muhkemine ve muteşabihine iman etmeleridir".
İbn Abbas'a nispet edilen "Tenviru'l-mikbÂs min tefsir-i İbn Abbas" adlı tefsire baktığımızda da İbn Abbas'ın goruşunu tesbit etmekteyiz. "Onun te'vilini ancak Allah bilir" ibaresinden sonra "vakf-ı lazım" olduğunu soyler ve gerekcesini şoyle acıklar: "Sozun anlamı burada tamam oldu. Bundan sonra soz tekrar başlar ve Cenab-ı Hak buyurur: "İlimde derinleşmiş olanlarsa şoyle derler: İman ettik ona".
Anlaşılacağı gibi "selef" anlayışı dediğimiz ve bilhassa mana cihetinden muteşabihatı oluşturan sıfatu'llah konusunda cekimser davranarak (Mufevvıda), nitelik yonunden bir yoruma gitmeyip, manayı zahiri uzere terk eden duşunce ekolu bu kanaati desteklemektedir. İmam Malik'in (o. l79/795) şu yaklaşım tarzı buna guzel bir ornektir. Kendisine: "0 Rahman, Arş uzerine istiva etti" (Taha, 20/5) ayetindeki "istivÂ" kelimesinden sorulduğunda şu cevabı verir: "İstivÂ'nın ne manaya geldiği malum. Ancak Rahman hakkında keyfiyeti mechulumuz. Bu konuda soru sormaksa, bidattir".
2- Atıf ihtimaline kail olup, buna gore "vakf-ı lazım"ın "ve'r-rÂsjhuna fi'l-ilm" uzerinde yapılması gerektiğini soyleyenler:
Bu goruşu benimseyenlerin delilleri de şunlardır:
a- İbn Abbas'a nispet edilen şu soz: Buna gore Mucahid'in (o. 103/721) İbn Abbas'tan naklettiğine gore 0, şoyle demiştir: "Ben onun te'vilini bilenlerdenim".
b- Ebu Salih'in, İbn Abbas'tan rivayetine gore, İbn Abbas tefsiri dort kısma ayırmıştır: "Yalnız ulemanın bildiği tefsir, bilmemekle insanların mazur sayılamayacakları helal ve harama dair tefsir, kendi dillerinin de Arapca olması sebebiyle Arapların bildiği tefsir ve te'vilini ancak Allah'ın bildiği tefsir ki, kim bildiğini iddia ederse o yalancıdır"
c- Mucahid "İlimde derinleşmişler" hakkında şunu demiştir: Onlar muteşabihin te'vilini bilirler ve (derler ki, biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır).
d- Hz. Peygamber'in İbn Abbas'a olan duası ki, şoyledir: "Allah'ım ona hikmeti ve Kitab'ın te'vilini oğret; Allah'ım ona hikmeti ver". Buna gore, şayet Kitab'ın te'vilini bilmek sadece Allah'a mahsus olsaydı, Hz. Peygamber'in bu duasının anlamı olmazdı".
e- Cenab-ı Hak bu makamda "RÂsihûn"u, "tezekkur etmek" vasfıyla methetmiştir. Bu bize şunu hissettirmektedir ki, onlar Kitab'ın te'vilini bilme konusunda bir pay sahibidirler.
f- Allah'ın kullarına, hic kimsenin bilemeyeceği şeylerden bahsetmesi makul bir şey değildir. Buna gore Allah'ın kullarına bahsettiği şeylerin bir anlamı olmalı, mesele kulları ilgilendirdiği icin de, onların anlayış alanı icinde bulunmalıdır.
Muteşabihatı Cenab-ı Hakkın şanına muvafık bir bicimde te'vil eden (Muevvile) ve dini metinleri yorum geleneğinin temsilcisi olan "halef" in kendisine dayandığı genel deliller bunlardır. Kanaatimizce, muslumanların değişik fikirlerle karşılaşmaları da, bu kabil dini metinlerin yorumlanmasını hızlandırmıştır.
Âlusi'nin naklettiğine gore, muteşabihatın tevili hususunda konuşmaktan yana olmayan Hanefi Âlimleri, birinci gurubun delillerini bir değerlendirmeye tabi tutmuşlardır. Buna, gore:
a- "Ben onun te'vilini bilenlerdenim" şeklinde İbn Abbas'ın dediği rivayet edilen haber, sıhhat bakımından kendisinden derecelerle daha ustun olan haberle catışmakta, boylece de itibardan duşmektedir. Ama itibara alınsa bile, İbn Abbas'ın bu sozunden muradı: "Ben muteşabihin tevilini, Allah'ın Resulunun bana yaptığı dua miktarınca bilirim" demektir. Ayrıca buradaki "tevili" de, ilmi sadece Allah'a mahsus olan muteşabihin te'viline hamletmek uygun duşmez. Bu olsa olsa, İsfehani'nin tasnifindeki, Allah'tan başkasının bilemeyeceği tevil ile insanın normal olarak bilmesi mumkun olan te'vil arasındaki kısım olup, "rÂsihûn" tarafından bilinen muteşabihin tevilidir.
b- RÂsihûn'un, "tezekkur vasfıyla methedilmiş" olmaları, onların te'vili bilme konusunda bir pay sahibi olduklarını gostermez. Bunun manası şudur: "Daha doğrusu rÂsihûn oğut aldı da, hevasına muhalefet edip Mevla'larının kendilerine cizdiği sınırda durdu. Boylece onlar Hak'tan sapanların yoluna tabi olmadılar ve bu konuda yerli yersiz laf etmediler.
c- RÂsihûn'un zikredilmesinin diğer bir faydası da şudur: Muteşabihin te'vilini bilmeyi sadece Allah'a tahsis etmek... Cunku "iman ettik derler" hukmunun de gosterdiği gibi, rÂsihûn te'vili bilemeyince, onların dışındakiler hic bilemez ve boylece tevili bilen ancak Allah olur.
d- Allahu Teala'nın, kullarına kimsenin bilemeyeceği şeylerden bahsetmesi o kadar uzak bir ihtimal değildir. Yani Cenab-ı Hak, sınamak icin, kullarına bilgilerinin erişemeyeceği şeylerden bahsedebilir. Âlusi'ye gore bunun hikmeti akıl kanadını kısaltmak, fikir burcunun yuksekliğini aşağıya cekmek, nefsi kendine olan gururundan vaz gecirterek kulluk kÂbesine ve Rubûbiyet surları altında tam bir itaate sevk edip, bu ilim kasırlarında bulunanı elde etmeye takatinin yetişemeyeceğini itiraf ettirmek. Bu, duşunce yoluyla bilgisine beşerin ulaşamayacağı şeyler kastedildiğinde, boyledir.
3- Orta goruş:
Bu goruş yanlıları, her iki yerde de vakfın caiz olduğunu ve bu munasebetle sadece Allah'ın bileceği muteşabihatın yanında, "RÂsihûn"un da bilgisine ulaşabileceği muteşabihatın varlığını belirtirler. Şoyle ki: Muteşabih ile kulun bilgisine ulaşmasına imkÂn bulunmayan kastedilirse, bu takdirde "Allah" lafzında vakfetmek lazımdır. Ama mucmel ifadeler, garib, vb. lafızlar soz konusuysa, uygun olanı "rÂsihûn" kelimesi uzerinde vakfetmektir. Veyahut ta şoyle denilebilir: Muteşabihatın tamamını ya da kunhunu ancak Allah bilir.
Mufessirlerin tercihleri:
Calışmamızda eserinden cokca istifade ettiğimiz TÂberi, "vakf-ı lazım"ın Allah lafzı uzerinde uygulanması gerektiğini soyler. Buna gore "rÂsihûn" başlangıc kelimesi olup "...derler" fiili, haber mevkiindedir. Delili ise, Ubey ibn Ka'b (0. 19/640), İbn Abbas ve Abdullah İbn Mesûd'un okuyuş şekilleridir.
Zemahşerinin (o. 538/1143) hukmu ise, gayet nettir: "Muteşabihin kendisine hamledilmesi gereken gercek te'vili Allah bilir ve bir de ilimde rusûh kesbetmiş olanlar, yani ilimde guclenmiş, kudret sahibi olmuş ve tuttuğunu koparan kimseler".
Vakf-ı lazımın yeri konusundaki goruşleri naklettikten sonra Fahruddin Razi' de (o 606/1209) tercihini yapar ve birinci goruşu benimser: "Muteşabihi ancak Allah bilir. Bu İbn Abbas, Hz. Aişe, Malik İbn Enes, Kisai (o. 189/805) ve FerrÂ'nın (O 207/822) goruşudur ki, bize gore de muhtar goruş budur".
İnsanın duşunce yoluyla bilgisine ulaşamayacağı muteşabihin bulunduğunu, bunun da insana gucunu ve sınırlarını gostermek amacı taşıdığını belirtmiş olan Âlusi, daha sonra şu acıklamasıyla, ayeti farklı bir yoruma konu yapar: "Gerek icmalen gerekse tafsilatlı olarak, ne vahiy yoluyla herhangi bir peygambere, ne de ilham yoluyla her hangi bir veli- ye bildirilmemiş muteşabih ayetlerin mevcut olduğu kast olunuyorsa, şunu bilmek lazım ki, boyle bir şeyin Kur'an'da olması mumkun değildir. Muteşabihattan maksadın, ilmini Allah'ın sadece kendisine mahsus kıldığı hususları kapsadığını soyleyen kimse, her halde, Allah'ın bunu vahiy yoluyla Hz. Peygamber'e oğretmesini ve kÂmil velinin gonlune ilk etmesini imkÂnsız gormemektedir. Gerci, Peygamber'in ve kÂmil velinin ilmi, Allah'ınki gibi ihata derecesinde değilse de, ote yandan bu hususlar onlara en azından mucmel olarak bildirilmiştir. Oyleyse bu iki bilgi yolunu da imkÂnsız gormek Allah Resulu'nun mertebesiyle O'nun kÂmil velilerinin rutbesini bilen bir kimsenin nerdeyse soylemeyeceği bir sozdur". Hatta "Onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlarsa şoyle derler: Biz ona iman ettik. Hepsi Rabbimiz katındandır." kısmıyla alakalı olarak yaptığı acıklamada da, "Hakikate uygun te'vili bilmek Allah'a ve O'nun, ilimde rusûh sahibi kullarından muvaffak kıldığı, yani ilimde sağlamlaşmış ve kudret sahibi olmuş, ayakların kaydığı yerlerde ve anlayışların acze duştuğu noktalarda sarsılmamış kimselere mahsustur." derken, bu anlayışa yaklaşmış gorunmektedir.(Yukarıdaki) Bu anlayışı Alûsi'nin "işÃ‚ri" yonune bağlamak mumkundur. Ayni karakterdeki acıklamalar Al-i İmran, 3/179 ayetinin tefsirinde de rastlıyoruz. Ayetin konusu gaybe muttali olmak... ".Allah size gaybi bildirecek değildir. Fakat Allah resullerinden dilediğini secer (de ona bildirir). Onun icin siz Allah'a ve Resulune iman edin" (Al-i. İmran, 3/l79). Tefsirlerin bildirdiğine gore, ayette Allah'ın secimine mazhar olan "resul" peygamberler olup, Cenab-ı Hak onlara, vahiy vasıtasıyla gaybi hakikatleri bildirir. Hatta Âlusi'nin kendisi de, ayetin kesin delalet ve zahirine bağlı kalarak ayni goruşu benimsemesine ilave olarak, bir bakıma "resul" kelimesinin anlatımını genişletir ve buna "ehl-i keşfi" de dÂhil eder. Mugayyebata muttali kılınmanın bazı peygamberlere tahsis edildiği kanaati icin bir itmi'nan duyamadığını belirttikten sonra, şoyle bir acıklamada bulunur: "Muhtemelen doğrusu, bu goruşun aksi olanıdır. Buna gore, Allah'ın "kuds nefs sahibi bazı keşf ehli"ni de gaybe muttali kılmasında muşkil bir taraf yoktur. Cunku bu bilgi, mustakılen olmayıp, (peygamberlere) veraset yoluyla elde edilir".
Kurtubi'nin (o. 67l/1272) nakline gore, hocalarından olan Ebu'l-Abbas Ahmed ibn Omer (o. 656/1258), "Allah'ım, onu dinde derin anlayış sahibi yap ve ona te'vili oğret!" hadisine dayanılarak "rÂsihun" olanların da te'vili bilebileceği goruşunun sahih olduğunu ve buna gore vakf-ı lazımın "Verrusihun fl'l-ilm' uzerinde yapılacağını soylemiştir. Şoyle devam eder Ebu'l-Abbas'ın sozu: "Bu kimselerin rÂsih olarak vasfedilmiş olmaları, bilgisi konusunda Arapca bilen herkesin musavi olduğu "muhkem" mevzuundan daha cok şey bilmelerini iktiza eder. Herkesin bilemeyeceği şeyleri bilmezlerse, onların rÂsih olmaları neyi ifade eder ki! Ama şunu da bilmek lazım ki, muteşabih ceşitli kısımlara ayrılmaktadır. Ruhun mahiyetini ve Kıyametin kopacağı vakti bilmek gibi, Cenab-ı Hakkın kendi bilgisine tahsis ettiği konular vardır ki, ne İbn Abbas ne de bir başkası onun bilgisine vasıl olamaz. Ama, lugat itibariyle ceşitli anlayışlara ve sozun muhtelif vecihlerine hamledilmek suretiyle tevili yapılıp da, doğru yorumunun bilinmesi mumkun olan ve boylece yanlış olabilecek bir "te'vil" teşebbusunden uzak tutulan muteşabihata gelince, bunun bilinmesi mumkundur"
Tevil maddesi altında, kelimeyi "bir lafzın mealini, yani varacağı manayı ihtiyar edip tefsir" etmek şeklinde tanımladıktan sonra, Hamdi Yazır te'vilin sahih ve fasit olmak uzere, iki kısımda mutalaa edildiğini soyler. Buna gore bir lafzı hic taşımadığı bir manaya hamletmek ya da kapsadığı manalar icinde "racih"i dururken, "mercuh"una udul etmek fasit ve batıldır.
Ayet-i kerimede, manaları acık ve net, aynı zamanda Kitab'ın anası olan muhkematı dikkate almadan, sırf muteşabihatı keyfince te'vil etmek sapıklık olarak nitelenmiştir. Ancak, muhkematı esas alarak ve husn-i niyyet ve ilmi şartlara uygun olarak, "Muteşabihattan murad budur" diye, sahih bir tevile muracaat etmek soz konusu olunca ne demeli?
Bu babtaki ihtilafların, zarardan ziyade tefsir hareketine buyuk katkıları olduğunu belirten Yazır, şoyle bir tasnif icerisinde ele alır konuyu: Butun nevilerine şumulu bakımından duşunulurse muteşabihatın manasını Allah'tan başka kimse bilemez. Ama kelimenin manası "alelıtlak" mulahaza edilir, yani muayyen bir tur kastedilmezse, muteşabihattan bir kısmın "rÂsih" olan bilginlerin bilmesi mumkundur. Muteşabihatın bu kısmı da, sadece Allah'ın bileceği muteşabihatla garib lafızlar ve muğlÂk ahkÂm gibi, insanların esbabına tevessul ederek bilebileceği muteşabihat arasında bulunan kısımdır.
Selef'in yolunu izleyerek Lafza-i Celale uzerinde vakfın luzumunu tercih eden, bununla birlikte atıf halinde cıkarılabilecek manalara da işarette bulunan Elmalı'lı, aynı zamanda şoyle bir ikazda bulunmaktadır: "Şu da var ki, atıf ihtimalini tercih etmek Kuran'da rÂsih ulemanın kesinlikle anlayamayacağı ve bu sebeple de, ilahi ilme havale etmeye mecbur olacağı hic bir şeyin bulunmayacağı şeklinde bir kanaate muncer olabilir. Boyle bir ihtimali duşunenler olmuşsa da, bu doğru değildir. Şu gercektir ki, muteşabihattan olup da tek bir mana uzere terk olunan hic bir lafız yoktur. Mesela huruf-ı mukattaalarda bile cok ceşitli anlayış şekilleri mevcuttur. Kurt an'ın oyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'an ile meşgul olmaya başladıktan sonra sezilmeye, sonra da bu işaretlerin te'vili, zaman icinde hadiselerin cereyan etmesiyle, anlaşılmaya başlar. Bu sebeple "Ma arafna ke hakka ma'rifetike,' dedirtecek noktaların bulunduğunu hic unutmamak ve her halukarda "muhkematına" iyi sarılmak icab eder".
Ozellikle atıf halinde, konunun etrafında donup dolaştığı ana eksenlerden birisi de "rÂsihun" kelimesi olmuştur. Zira "mutlak muteşabihat"ın hemen altındaki muteşabihatın bilgisi, rÂsihuna acık bırakılmıştır.
RÂsihun kimdir?
Maddesi itibariyle bir şeyin iyice yerleşip sağlamlaşması anlamını ifade eden bir kokten gelen rÂsih ıstılahi olarak, Rağıb'ın acıklamasına gore, ilim- de kesinliğe ulaşmış olan ve kendisine hic bir şuphe- nin arız olmadığı kimsedir. Taberi'nin tanımına goreyse ilimde rasih olanlar şunlardır: İlmin inceliklerine vukuf kesbetmiş, bilgilerine ve ilimlerine hic bir şuphe ve karışıklık bulaşmayacak şekilde iyice belleyip hıfzetmiş olan kimsedir. Razi'de ise, daha kompleks bir muhtevayla karşılaşıyoruz. Der ki Razi: "İlimde rasih, katiyet ifade eden yakini delillerle Allah'ın zatını ve sıfatlarına ve yine yakini delillerle Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu bilmiş olan kimsedir. (Bu bilgisinin neticesi olarak) muteşabih bir şey gorur de, katiyyet ifade eden delil o şeyin zahirinin Allahu Tealanın muradı olmadığını gosterirse, o zaman kesin olarak bilir ki Allahu Tealanın kastettiği onun zahirinden başka bir şeydir ve bu muradı ilahi hakdır, doğrudur".
Razi'nin bize vermiş olduğu "rasih" tanımında şu hususlar vurgulanmaktadır:
a- RÂsih, gerek Cenab-ı Hak, gerekse Kur'an hakkında tamlık ifade eden delille (yakin) kesinlik ifade eden delillere (kati) tutunur.
b- Lafzın zahirini, katiyet ifade eden hukme gore değerlendirip, Allah'ın gercek muradına zahir ifade olamayacağına hukmederek, bu istikamette araştırmaya girişir.
c- Bu tarif bize, hakikati ortaya cıkarma arzusuyla motive edilmiş, genel gecer ve kesinlik ifade eden deliller yardımıyla net ve acık bilgiye ulaşma cehdindeki bir "mutefekkir ve mutezekkir" modeli sunmaktadır.
Hz. Peygamber'e sorulan bir soruya verilen cevaptaysa, "rÂsih"in bazı niteliklerini bulmaktayız.
Ebu'd-Derda'dan nakledildiğine gore Hz. Peygamber bu soruya şu cevabı vermiştir: "Yeminini tutan, sozu doğru, kalbi istikamet uzere, karnına haram lokma girmeyen ve namusunu koruyan kimse.. İşte o, ilimde rasih olandır".
Resulu Ekrem Efendimiz "rÂsihun"un haiz olduğu niteliklerden, dikkatleri ozellikle bu yana cevirmek ve meselenin ahlaki boyutunu on plana cıkarmak; ayrıca ilimde nufuz sahibi olmanın on şartlarını veya tabii neticelerinin bunlar olması gerektiğini hissettirmek icin, ferdi ve ictimai davranış meziyetlerini zikretmiştir.
Elmalı'lının tanımı ise, ilmi boyutla ahlaki boyutu birlikte zikrederken, tarifte tamlığa yaklaşmıştır: "İlimde rusûhu bulunan, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, tarikı ilimde kavi, bildiğini bilmediğini secebilir ma'lumatiyle mechulatını mumkun mertebe halle kadir erbabı ilim.
Butun bu ayrı ayrı tanımlardan şu ortak tanıma varırız: "RÂsihûn, ahlaki ve ilmi yeterlilik ve meziyetlerle donanmış olan, kesinlik ifade eden delillerle doğru sonuclara gitmeyi amac edinen, butun sa'yu gayretini sarfettikten sonra, yine işin hakikatini Allah'a havale eden, muhkemin de muteşabihinin de Kuran'da bulunuş hikmetlerini hep duşunen (tezekkur) butun bu cabaları esnasında devamlı olarak "Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra, kalblerimizi sapıtma" (A. İmran, 3/8) diye dua eden abid aydınlar...
Sonuc:
Bu kısa incelememizden şu sonucları cıkarmak istiyoruz:
a- Muteşabihattan, beşeri tefekkur yoluyla bilgisine ulaşılması mumkun olmayan alanlar, ilahi bilgiye acıktır sadece Duşunce kuşunun kanatları, bu yuksekliklere tırmanmaktan acizdir.
b-Bu alanla ilgili hakikatlere, ancak bu hazine sahibinin nebilerine lutfetmesiyle muttali olunabilir. Nebilerin dışındaki insanlar icinse, Allah'ın bilgilendirme yolları coğu kez mechulumuzdur.
c- Bu ayetin muhtevası insan duşuncesini engin, ama sorumluluk ve ciddiyet dolu bir dunya ile yuz yuze getirir. Mutlak muteşabihatın dışındakiler bilinebilirliğini tartışmaktan ziyade sistematik, ilmi zihniyete uygun (sahih te'vil), ahlaki dusturların kontrolunde, cetin ve cileli bir duşunce modeli onerilmektedir.
d- Muteşabihatın bir kısmını "ilimde nufuz kesbetmişler"in bilmesi, ilme ve insana cok gorulmemelidir.
e- Durumları zem makamında teşhir edilen ve kalblerinde sapıklık olmakla vasfedilenlerin, tevile yeltenmelerindeki iki ana gaye asla gozden uzak tutulmamalıdır. Bu iki gaye, duşuncelerde ve gonullerde karışıklık ve şuphe yaratmak ya da insanları dinlerinde fitneye duşurerek onları saptırmak ve kitabı, kendi nefislerinin istediği tarzda tevil etmek. "..tevilin" kelimesinde izafetin "ahd" ifade ettiğini, buna gore burada hususen kastolunmuş bir tevilin soz konusu olduğunu belirttikten sonra Âlusi der ki: "Bu tevil, muhkeme muvafık olmayıp, doğrusu hevaya muvafıktır".
Bu şu demektir: Boyle gayelerden uzak olarak, insanların inanclarındaki karışıklık ve fitneleri yok etmek gibi, musbet bir amacla yapılan te'vil, ancak ovguye değer olabilir.
KAYNAK: Sadabat.net
Yeni paylaşımlarda buluşmak dileğiyle...
[IMG]http://img322.**************/img322/7687/destek2ba9.gif[/IMG]
__________________
Kuran-ı Kerim Işığında Tefekkurun Boyutları
Dini Bilgiler0 Mesaj
●18 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Kuran-ı Kerim Işığında Tefekkurun Boyutları