“Guneş, peygamberler haric, Ebû Bekir’den daha faziletli bir insan uzerine doğup batmamıştır.”


Allah Rasulu (s.a.) buyurur:


“Allah’ın benimle gonderdiği ilim ve hidayet, yeryuzune sağnak halinde yağan yağmura benzer. Kara parcasının bir kısmı bu rahmet yağmurunu emer ve uzerinde yemyeşil cayırlar ve mahsuller yetiştirir. Diğer bir kısmı da bu suyu tutarak insanların icmesini , hayvanların, bitkilerin ve diğer canlıların istifadesini sağlar. Toprağın geri kalan olu kısmı ise bu yağmurun suyunu tutmadığ gibi, ekin ve yeşillik de bitirmez. “(bk. Buharî, ilim, 20) Bu hadis-i şeriften Allah Rasûlu’nun getirdiği hidayet ve rahmet yağmurlarından insanların kabiliyetleri nisbetinde istifade ettikleri anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.)’in Muhammedi mektebinden yetişen, O’nun hidayet ve ma’rifet yağmurundan kana kana icen ve “bu yağmuru tutarak başkalarına da iciren” yıldız şahsiyetlerden birisi ve birincisi Hz. Ebû Bekir (r.a.)’dir. O, Allah Rasulu’ne inanan ilk musluman ve O’nun ilk halifesi. Malının tamamını Allah yolunda tasadduk eden ve Allah Rasulune gelen zararı karşılayan ilk insan. Allah elcisinin: “Guneş, peygamberler haric, Ebû Bekir’den daha faziletli bir insan uzerine doğup batmamıştır. “diye ovduğu ve en cok sevdiği…

FAZiLETE ERMENİN BEŞ ESASI

Kendisine bu fazîlete nasıl erdiği sorulduğunda verdiği cevap, tasavvufî telakkîdeki ruhî yukseliş, ahlakî olgunluk ve manevî kemale erişin esaslarını oluşturmaktadır. Buyurur ki:

- Bu fazîlete beş şeyle erdim:

1. İnsanları iki grup olarak gordum. Bunlardan bir grubu talib-i dunyadır; dunyanın peşinden koşmaktadır. Bir grubu da talib-i ukbadır; ahiret endişesi taşımaktadır. Ben ise ne talib-i dunya, ne de talib-i ukba oldum. Talib-i Mevla olmayı tercih ettim. Rabbımın rızasına ermeyi herşeyin ustunde tuttum.

2. Musluman olduğum gunden beri ma’rifet-i ilahiyye ile meşguliyetin ve onun bana verdiği hazz sebebiyle dunya nimetlerine meyletmedim ve doyasıya yemek yemedim.

3. Yuce yaratıcımın muhabbetinin bana verdiği manevî zevk sebebiyle, aşk hararetini sondurmemek icin kanasıya su icmedim.

4. Dunya ameliyle ahiret ameli karşılaştığında daima ahiret amelini dunya ameline tercih ettim.

5. Rasulullah (s.a.)’in sohbetine cok sıkı bir şekilde devam ettim. Daima O’ nunla birlikte bulunmaya gayret ettim. Hicrette arkadaşı, mağarada yoldaşı ve daima sırdaşı oldum.

Hz. Ebû Bekir’in bu cevabında adeta tasavvufi eğitimin gayesi ve temel esasları anlatılıyor. Ki onlar da rıza-i Barîye ermek; zuhd yani dunyaya değer vermemek; yemeyi, icmeyi uykuyu azaltıp Cenab-ı Hakk’ı unutmamak ve Allah rasûlu ile sohbet.

RASÛLULLAH’TAN İN’İKAS-I HÂL

Allah Rasûlu’nun sohbetleri, ashab-ı kirama ruhanî bir hayat yaşatır, sahabileri dînî his ve heyecana, aşk, vecd ve muhabbete gark ederdi. Sahabîler, O’nun konuşmalarını, başlarındaki kuşu ucurmaktan korkan kimsenin titizliği ile huşu icinde dinlerlerdi. Hz. Ebû Bekir ve diğer sahabîler, bu sohbetlerde aldıkları ve oğrendikleri aşk, vecd ve heyecanı kendilerinden sonrakilere nesil be-nesil aktararak yaşattılar, bu suretle Allah Rasûlu’nun ruhanî hayatı kaybolmadan “altın silsile”‘icinde gunumuze ulaştı. Ancak bu ruhanî hayat yazılabilecek ve sozle anlatılabilecek bir husus olmadığı icin sohbet ve beraberlik sayesinde gonulden gonule aktarılarak “in’ikas-ı hÂl”yoluyla intikal etmiştir. Allah Rasûlu’nun “Allah kalbime neyi ilka ettiyse ben de onu Ebû Bekir’in sadrına ilka ettim.” buyurması bu hal yansımasının ifadesidir. Kur’an’da mutlak bir ifadeyle: ‘Bilesiniz ki Allah’ın Rasulu aranızdadır.’ (el-HucurÂt, 49/7) buyrulması, bu yolla Muhammedî hasletlere sahip insanların aramızda daima bulunacağına işaret olmalıdır.

Peygamber, ya da peygamber varisi arif ve murşidlerle sohbet; ya da beraber bulunma, insanı erdirici, Hakk’a vardırıcı en onemli vesilelerden biridir. Cunku sohbet ve birliktelik sayesinde insan, sohbetine devam ettiği şahsın haline burunur, kabiliyet ve istidadına gore onun boyasına boyanır. Şahsiyeti onun şahsiyetiyle butunleşir ve aynîleşir. Psikoloji’deki “idendi-fication”; aynîleşme ve kişilik transferi dedikleri budur.

KEMAL VE CEMAL AYNASI

Allah Rasûlu’nun yanından hic ayrılmayan, O’na gonulden bağlı ve canını her zaman O’na fedaya hazır olan Ebû Bekir (r.a.) O’nun kemalinin ve cemalinin aynası oldu. Bir bakıma once Allah Rasulu’nde, sonra da Allah’da fenaya erdi, vuslatı buldu, marifet-i İlahiyye kaynağına ulaştı. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’in vefatı sırasında butun herkes şaşırmış, Hz. Omer bile kılıcını cekerek: “Kim Muhammed oldu derse boynunu vururum.” şeklinde bir tepki gostermişti. Ama Ebû Bekir (r.a.) fena fillah’a ermenin ve Allah île bakayı bulmanın şuur aydınlığı icinde once Allah Rasûlu’nun yuzundeki ortuyu kaldırıp baktıktan sonra: “Olumun de hayatın gibi guzel. Sen iki kere olmeyeceksin, mukadder olan olumu taddın.” demiş ve dışarı cıkarak şu konuşmayı yapmıştı: “Ey insanlar! Muhammed’e tapanlar bilsin ki Muhammed olmuştur. Allah’a tapanlar ise Allah’ın diri ve hic olmeyeceğini bilirler.” Sonra şu ayeti okudu: “Muhammed ancak bir peygamberdir. O’ndan once nice peygamberler gelip gecti. O, olur ve oldurulurse siz gerisin geri mi doneceksiniz?” (Âlu İmran, 3/144) Hz. Ebû Bekir, bu konuşmasıyla gonlu Hz. Peygamber sevgisiyle dopdolu olan Hz. Omer gibi sahabîleri, uyardı.

Hakk’a vuslatın ve O’na ermenin adı olan “fena” kavramı, tasavvufi eğitimde fena fi’l-ihvan ile başlar, fenafi’ş-şeyh ve fena fi’r-Rasul ile devam eder, fena-fillah, ve baka billahta sona erer. İşin başında bulunan mubtedi bir salik, once ihvana hizmette fani olur, sonra murşidine muhabbet ve hizmetle fenaya erer. O’nun ardından Rasulullah’ın ahlakını ve hallerini benimseyerek o sıfatlarla muttasıl olmaya calışır ve fenafi’r-Rasûlu bulur, bunu sağlayınca da ahlak-ı ilahiyyeye erer. Bu hÂle eren kul, artık Allah ile gormeye, duymaya, duşunmeye, konuşmaya başlar ki, boylece bir kudsî hadiste anlatılan ozellikler tahakkuk etmiş olur. (bk. Buharı, Rikak, 38)

Hz. Ebu Bekir’in “altın silsile”deki yeri sıddîklığı, hizmeti, ibadeti, vera ve takvası, ahlakî olgunluk ve mahfî-meşreb oluşuyla alakalıdır.

SIDDÎKIYET SIFATI

Allah Rasulu’nu başından sonuna kadar destekleyen, yerine gore koruyup himaye eden Ebû Bekir (r.a.)’in “Siddık lakabı hem ilahî, hem de nebevi kaynaklıdır. Nitekim muşriklerin Allah Rasûlunu ve muslumanları iyice bunalttıkları bir sıra da O’nu teselli etmek icin bir ikram-ı ilahi olan Mi’rac olayı gercekleşti. Her doğruya sırt cevirmekte mahir olan Kureyş keferesi, hemen buna da karşı cıkıp inanmadılar. Bununla da kalmayıp inanan insanları bi bahane ile yoldan cevirmeye kalkıştılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e de gelerek: “Arkadaşın neler soyluyor, duydun mu? Buna da inanacak mısın?” dediklerinde Ebû Bekir’den suratlarına şamar gibi patlayan şu cevabı aldılar: “Bunu o mu soyluyor, oyleyse doğrudur.”

İşte Ebû Bekir’in bu kesin tasdiki uzerine: “Doğruyu getiren (Muhammed) ve O’nu tasdik eden (Sıddîk) muttakilerdir.”(ez-Zumer, 3) ayeti nazil oldu. Siddîkiyet makamı peygamberlikler sonraki ilk manevi makam sayılmıştır.

Fedakarlık ve İsarı

O’nun Allah yolunda ve Hz. Peygamber uğrundaki fedakarlığı ile boy olcuşebilecek bir başkasını tarih kitapları kaydetmiyor. Sahip olduğu 40.000 dirhemlik servetini işkence altında inim inim inleyen koleleri satın alıp azad etmeye harcamaktan başlayan maddi fedakarlığı, canını ortaya koyarak devam etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)’e malıyla en cok destek olan sahabî o olduğu gibi, O’na işkence yapmaya kalkışanlara tek başına karşı koyar ve cesaretle O’nu koruyan da odur. Hicrette tek başına O’na yoldaş ve arkadaş olmuş, muhafızlık etmişti. Bedir, Uhud ve diğer gazalarda Allah Rasûlune gelebilecek ilk saldıralara o karşılık vermişti. Allah Rasûlu, “orduya yardım ediniz” buyurduğu zaman malının tamamını getirmiş, “coluk cocuğuna neyi bıraktın?” sorusuna “Allah’ı ve Rasûlunu” cevabım vermişti. Bu onun feragat ve fedakarlıkta abideleşen yonudur. Yine bu anlayışın bir uzantısı olarak: “Allah’ım ahirette vucûdumu o kadar buyut ki cehennemi ben doldurayım de başkasına yer kalmasın; butun kulların hesabına ben yanayım” diye dua etmişti. O’nun bu duşuncesinin bazı tasavvuf buyuklerine intikal ettiği ve bu silsilenin bir halkasını oluşturan Bayezîd’in de benzer sozler sarfettiği bilinmektedir.

Hakk’a ve Halka Hizmeti

Siyasi idarede iki yıl gibi kısa bir zamanda muhim işler başaran, murtedleri tepeleyen, yalancı peygamber Museylime’nin işini bitiren, Kur’an-ı cem’eden ve bir yıl sureyle hic kimsenin haksızlık iddiasıyla başvurmaya gerek duymayacağı şekilde mahkemelerin ve hapishanelerin boş kalmasını sağlayan dunyada benzeri gorulmemiş bir adelet dağıtıcısı olan Ebû Bekir (r.a.) Allah Rasûlu’nun sağlığında da halkın hizmetine koşan, genc-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gun Peygamberimiz (s.a.) soruyor: “Bugun icinizde oruclu olan var mı?” Bir tek Hz. Ebû Bekir’den “Evet” cevabı geliyor. Allah elcisinin peşpeşe sorduğu: “Bugun hic cenaze teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugun bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugun bir hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?’ şeklindeki sorularda da sadece O’ndan musbet cevap gelince Efendimiz (s.a.) şoyle buyuruyor: “Butun bu faziletleri kendisinde toplayan kimsenin gideceği yer cennettir”

Muslim’in rivayet ettiği bu hadisten Hz. Ebû Bekir’in hem şahsî, hem de topluma hizmet acısından en muhim faziletler şahsında topladığı gorulmektedir. Bu fazîletler O’nun usve-i hasenesi; yani en guzel orneği olan Allah Rasûlu’nden oğrendiği ve ummete ornekler halinde sunduğu faziletlerdir.

İbadet ve Ruhî Hayatı

Hz. Ebû Bekir (r.a.) huşu ve takva uzere ibadet ederdi. Namaza kalktığında havf ve haşyetinden dolayı kesilmiş bir ağac gibi titrer, fakat kalbindeki huzur hali sebebiyle huşûunu korurdu. Gozu yaşlıydı. Yanık sesiyle Kur’an okurken ağlar, dinleyenleri de ağlatırdı. Allah aşkı ile ciğeri puryan olduğundan yanında duranlar onun ağzından yanık ciğer kokusuna benzer bir koku duyduklarını anlatırlardı. “biz keremi takvada, zenginliği yakin elde etmede, şerefi engin gonullulukte bulduk.” derdi. Takvada, şefkatde cok ileri, yufka yureklilikte ve yumuşak başlılıkta en ondeydi. Daima yureği yanık bir şekilde ah vah ettiği icin kendisine “Evvah”derlerdi. Nitekim Hz. İbrahim’e de “Evvah”denildiğini Kur’an’dan oğreniyoruz. (bk. et-Tevbe, 9/214; Hûd, 11/75) O’nun coşkulu ibadeti, yanık ve ağlamaklı bir sesle Kur’an okuyuşu pekcok Mekkeli’nin dikkatini cekerek musluman olmasını sağladığı icin muşrikler O’nu acıktan namaz kılmaktan ve Kur’an okumaktan menetmeye calışmışlardı.

Zeka ve sezgi yonunden son derece gucluydu. Bu yuzden ruya tabirinde de mahirdi. Hz. Peygamber (s.a.)’in en yakîni olmasına rağmen sozlu rivayet ve nakillerinin azlığı sebebiyle muşahede erbabının ve hal ehlinin oncusu sayılırdı. Cunku hal, kal ile anlatılamaz, ancak yaşanarak anlaşılırdı.

Zuhd, Vera’ ve Takvası

Maldan ve dunyaya aid şeylerin sevgisinden gecmiş, tevhid gerceğine ermek icin mihnet, cile ve sıkıntı yolunu secmiş, bu yuzden kendi iradesiyle fakrı ihtiyar etmişti. “ilahi, dunyayı bana genişlet ve beni ona karşı zahid yap” diye dua ederdi. Yani bana once dunyamı ver, sonra onun afetlerinden korunmak icin sevgisini gonlumden al ve ben ihtiyarî fakr icinde olayım, demek isterdi.

Varlığa sevinmez, yokluğa yerinmezdi. Zaman olurdu ki, altı gun ustuste hic yatak acmadan sabahladığı olurdu, rahatını aramazdı.

Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:

“Bilmez misin ki, bir kimse dunya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu cıkarıncaya kadar Rabbının gazabına uğrar” diye uyarmıştı. Cunku o, katıksız marifet duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yuce Allah’ın zatından başka her şeyden alıkoyacağını anlamıştı.

Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini tutup: “Başıma ne geldiyse hep bunun yuzunden” derdi. Bazen da diline sahip olmak icin ağzına cakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.

Ağza giren ve ondan cıkanın Allah ve Rasûlunun istediği istikamette olmasının vera olduğunu bildiği icin haram ve şuphelilerden son derece sakınırdı. Nitekim bir kolesinin sihir karşılığı aldığı sutten bilmeden icmiş, durumu oğrenince parmağını boğazına sokarak bu sutu midesinden cıkarmıştı.

HAFÎ ZİKİR TELKİNİ

Hz. Ebû Bekr’in tasavvuftaki ve altın silsile’deki en onemli yeri hafî zikrin onun vasıtasıyla oğrenilmiş ve yaşanmış olmasıdır. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun hafî meşrebliğinde birleşiyor. Hz. Omer sadakasını acıkca halkın arasında getirip teslim ettiği halde Ebû Bekir (r.a.), gizlice veriyor. Hz. Omer, gece kıldığı namazlarda Kur’an’ı yuksek sesle okuduğu halde o, alcak sesle okumayı tercih ediyor.

Nicin oyle yaptığı sorulduğunda da:

“Kendisine munÂcÂtt bulunduğum zatı dinliyorum. O’ndan anlıyorum ki, O, bana uzak değildir, O’nun işitmesi acısından alcak sesle, yuksek ses, birdir.” karşılığını verirdi.

“Ashabımın seckinleri yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyuran Allah Rasulu insanların karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahabîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Omer ve diğer buyuk sahabîler tek tek ele alındığında hepsi buyuk ornek şahsiyetler, ama karakterleri ayrı ayrı. Biri son derece dışa donuk, teklifsiz ve rahat yapıya sahip. Diğeri temkinli, teennili ve kısmen ice donuk bir kimlik taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Nitekim Hz. Ebû Bekir’de “hafî zikir” sırrı tecelli ederken, Hz. Ali ve Hz. Omer’de “cehrî zikir” sırrı tecelli ediyor. Allah Teala Kur’an’da zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de acıktan olanını da emrediyor. (bk. el-A’raf, 7/205; el-Hacc, 22/36) Hz. Peygamber (s.a.), her iki zikrin de oğreticisi ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye gore Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ebû Bekir’e Sevr mağarasında gizli zikri telkîn ve ta’lîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında gecmediği icin, bazılarının karşı cıktığı bu rivayeti Kur’an doğrulamakta ve: “ikisi mağarada iken O, arkadaşına: “Uzulme Allah bizimle beraberdir.” diyordu. (et-Tevbe, 9/40) buyurmaktadır. Maiyyeti; yani Allah ile olmak O’nu unutmamak ve hicbir an hatırdan cıkarmamaktır. Hafi zikir de bu değil midir? Kalpdeki Allah bağını surdurmek değil midir? Kur’an’daki zikirle ilgili emirle-re bakacak olursak onlar da iki turludur: Biri mutlak zikir, diğeri isim zikri. Doğrudan Allah’ı anmayı, unutunca hatırlamayı emreden ayetler (mesela: el-Ahzab, 33/41 ;el-Kehf, 18/23) mutlak zikre; “sabah akşam rabbının ismini an!” (el-İnsan, 76/25) şeklindeki ayetler isim zikrine işarettir. Mutlak zikir, bir bakıma hafi zikir sayılabilir. Bu ayetler muvacehesinde Hz. Ebû Bekr’in karakter yapısına en uygun hafî zikirle meşgul olması ve tamamen ruhî bir hal olan bu zikre aid yazılı ve sozlu rivayetlerden cok, silsile ile gonulden gonule intikal eden bir in’i'kasın bulunması gayet tabiîdir.

HZ. EBÛ BEKR’İN HİLYESİ

Hz. Ebû Bekir, orta boylu, hafif sarıya meyyal beyaz tenli, gur saclı, seyrek sakallıydı. Sakalına kına yakardı. Acık alınlı cukurca gozlu, keskin bakışlı idi. Yuzu ve bedeni zayıf olmakla birlikte omuzları genişceydi. Bacakları ince kemikli, cekik uyluklu, ince ve narîn vucutlu idi. Buna rağmen kuvvetli ve şecaatliydi. Gencliğinde vucûdu dumduzdu. Yaşlandığında hafifce one doğru eğilmişti. İlahî aşk ve haşyetle dopdolu olduğundan duruşu huzunluydu. Peygamber sevgisiyle dolu gonlu sebebiyle yuzu gulec ve sevimliydi.

__________________