İnsanlar ve cinler icin bir imtihan mekÂnı olarak yaratılan bu dunya, ilÂhî hikmet ve kudret nakışlarının, ibret dolu bir sergisidir. Son insanla bu serginin hukmu de nihÂyete erecektir. Yani kÂinat, her şeyiyle fÂnîdir. Var edilen her varlık yokluğa, dunyaya gelen her canlı da olume mahkûmdur. En isyankÂr ve inkÂrcı insanlar bile, gunun birinde CenÂb-ı Hakk’ın bu umûmî fermÂnına -ister istemez- boyun eğmek zorundadır.
Fakat ezelî ve ebedî olan AllÂh’ın bizzat yaratıp mustesn kÂbiliyetler ihsÂn ettiği insan, asl fÂnîliği istemez, dÂim olumden kacıp sonsuzluğu arar. Bu arayış, onun yaratılışının derinliklerine nakşolmuş en koklu husûsiyetlerden biridir. Bundan dolayıdır ki dunya hayatı boyunca fÂnîlik kafesine hapsolmuş bulunan insanın kendi icinde cozmeyi arzuladığı en muhim mesele, “olum muammÂsı” olagelmiştir.
İnsan; hakka ve hakîkate rÂm olacak bir kıvamda yaratıldığından, ozu itibÂrıyla mechûle rız gostermez. DÂim mÂlûma koşar; mechuller ve belirsizlikler, onu derûnî bir ıztırÂba dûcÂr eder.
Bu sebeple Âkıbet belirsizliği, olumden sonraki hayata dÂir mechuller, oteden beri insanlığın zihnini ve gonlunu cokca meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi coreklenen ve ne zaman kımıldasa insanı icten ice tedirgin kılan bu mechûliyetin ustu turlu telÂkkîlerle ortulmeye calışılmıştır.
Bununla beraber, herkesi şiddetli ve ateşli bir girdap hÂlinde saran olum, -istisnÂsız- başlara cokecek en cetin bir istikbal musîbetidir. HÂl boyle olunca, onu mÂlûma bağlamak da beşerî ihtiyacların ilk sıralarında gelir.
Duygular, duşunceler ve gayretler, olum muammÂsı uzerinde derinleşmedikce, toprak altındaki o istikbÂl diyÂrının sırrına erilemez. Korku ve urperti ile olumden kacmak, beyhûde yorulmak; onu gormezden gelip unutmaya calışmaksa, en buyuk hamÂkattir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Olum sarhoşluğu gercekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin oteden beri kactığın şeydir, denir.” (Kāf, 19)
Yani olumden kacacak bir sığınak olmadığı gibi, ondan kacanların kurtulduğuna dair bir haber de duyulmamıştır.
Olum vÂkıası, inanan veya inanmayan butun insanlığın muşterek kaygısıdır. İnsanlar, olume yukledikleri mÂn itibÂrıyla birbirlerinden ayrılsalar da; “Acab oldukten sonraki hÂlim nasıl olacak?” gibi suallerle kalplerde duğumlenen istikbal endişesi, butun insanlığın ortak meselesidir.
Cunku hayat, beşikle tabut arasındaki kısacık mesÂfeye sığmayacak kadar ulvî bir hakîkattir. HÂl boyleyken, insan idrÂkinde beliren “Hayat nedir?” sorusuna, yalnızca toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katı sessizliği cevap olarak yukselirse, bu kadar karanlık bir hayattan daha acı ne olabilir?! Dunyaya geliş ve ukbÂya gidiş manzarası karşısında kendi Âkıbetini duşunen bir insanın ic dunyasını boylesine ağır bir muammÂnın ıztırÂbından kurtaracak olan yegÂne mercî, ilÂhî beyanlardır. Beşer tefekkuru ile kavranması mumkun olmayan bu istikbal duğumunu cozebilmek, ancak vahyin ve peygamberlerin irşÃ‚dına gonul vermeye bağlıdır. İnsanın yoneleceği yegÂne kurtuluş kapısı, fÂnî dunyada Kur’Ân ve Sunnet istikÂmetinde yaşayıp gercek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir.
Hepimiz, ilÂhî imtihan diyÂrı olan bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Kulluk tahsilimiz, ecel tasdiknÂmesiyle son bulacak, amellerimizle toprağın sînesine gomuleceğiz. Yani dunya hayatı; ilÂhî rızÂya nÂil olmak ve ebedî istikbÂli kazanmak icin verilen bir muhletten ibÂrettir.
İnsanlık tÂrihi boyunca bu ilÂhî hakîkatlere sırt donenler, olum ve otesiyle ilgili sayısız hurÂfelere inanarak turlu sapıklıklara suruklenmekten kurtulamamışlardır. Zira akıllar ustu bir mevzû olan olum ve otesini, cılız idrak mîzanlarıyla olcebilmek mumkun değildir.
Âhiret mefhumunu kendi akıllarıyla olcup bicmeye kalkışan nice gÂfiller, ilÂhî beyanlarla işin aslı kendilerine acıklanınca, gerceği kabul etmek yerine -nefislerinin hoşuna gitmediği icin- bÂzen alay, bÂzen telÂş icinde ihtilÂf ve munÂkaşalara dalmışlardır. Bunlardan Mekke muşriklerinin hÂlini CenÂb-ı Hak şoyle beyÂn eder:
“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa duştukleri buyuk haberi mi?” (en-Nebe, 1-3)
Âyet-i kerîmede beyÂn edilen “buyuk haber”i, Mufessir Hamdi Efendi şoyle izah eder:
“Bu haber, Peygamber Efendimiz’in gonderilmesi ve ozellikle O’nun Kur’Ân ve nubuvvet ile bildirdiği kıyÂmet haberidir... ÎmÂn etmeyenler, Efendimiz r’in peygamber olarak gonderilişiyle ilgili birbirlerine soruyorlar: «Bu haber de ne?! O, Allah tarafından, AllÂh’ın birliğine ve Âhiret gunune inanmaya cağırmak icin gonderilmiş elci miymiş? Hele o kıyÂmet haberi de nedir? Oluler dirilecek, herkese yaptığından sorulacakmış, oyle mi?» diyorlar. Kimi «Oyle.» diyor, kimi «Boyle şey mi olur?» diyor, kimi de «Acaba!» diye tereddut ediyordu.” (Hak Dîni Kur’an Dili, VIII, 488-489)
Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in verdiği bu istikbal haberinin teşekkurlerle, minnetlerle karşılanması gerekirken -ne yazık ki- alay, hakaret ve bîgÂnelikle karşılanması, nefsine mağlûp insanların boyle bir Âkıbeti kabullenmek istemeyişlerinin en tabiî bir neticesiydi. Muşriklerin, kendilerine haber verilen Âhiret gerceği karşısında sergiledikleri inat ve yalanlama tavırlarına, Âyet-i kerîmelerde şoyle temas edilmektedir:
“Şerefli Kur’Ân’a yemin olsun ki, aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşakaldılar da kÂfirler; «Bu ne tuhaf şey! Oldukten ve toprak olduktan sonra mı (diriltileceğiz)! Bu, akla uzak bir donuştur.» dediler.” (Kāf, 2-3)
HÂlbuki oldukten sonra dirilişin, Rabbimiz icin hic de zor olmadığı, diğer bÂzı Âyet-i kerîmelerde de şoyle beyan edilmiştir:
“İnsan gormez mi ki, Biz onu nutfeden (bir damla sudan) yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apacık duşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misal getirmeye kalkışıyor ve; «Şu curumuş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Cunku O, her turlu yaratmayı gayet iyi bilir.” (YÂsîn, 77-79)
“İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uclarını bile1 aynen eski hÂline getirmeye gucumuz yeter.” (el-KıyÂme, 3-4)
“Mahlûkatı ilkin yaratıp sonra (kıyÂmette) onu diriltecek olan O’dur, ki bu (oldukten sonra diriltme) O’na (ilk defa yaratmaktan) daha kolaydır...” (Rûm, 27)
Mekkeliler ve bilhassa kendilerini eşraftan sayan, fakat kibir ve gururlarının esiri olan Ebû Cehil ve yandaşları, Peygamber Efendimiz’in nubuvvet vazifesini cekemediklerinden, O’nun verdiği Âhiret haberini de hayret ve şaşkınlıkla karşıladılar. Kureyşlilerin bu menfî tavrına temasla başlayan Nebe Sûresi’nde, beşerin olumden sonraki mechullerini aydınlatan haberle ilgili olarak “buyuk haber” buyrulmuştur. Bunun hikmetiyse cok acıktır: Cunku insanlar olum karşısında muşterek bir ıztırap icindedirler. Butun hayat yollarının done dolaşa olum ufuklarında kayboluşu, yurekleri derinden derine sızlatmaktadır. Yaşayanlar icin olumden buyuk hÂdise olmadığı gibi, onun ardını aydınlatan haber de “buyuk haber”dir. Bu azameti kavrayan idrakler, fÂnî ve gelgec nîmetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, yalancı istikbÂl hayallerinden, gercek ve ebedî istikbÂle yonelirler. Zira boylesine buyuk bir istikbÂl haberini hangi akl-ı selîm sahibi insan goz ardı edebilir?!
Olumun tefekkuruyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır. Ebedî saÂdet guneşi, ilÂhî beyanlara gonul vererek yaşayıp musterih bir vicdanla olmesini bilenlerin ufuklarından doğar. Bundan dolayıdır ki İslÂm dîni, olumu hatırlamayı ve ona dÂir hazırlıkla meşgul olmayı, zek eseri saymıştır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Akıllı (insan), nefsine hÂkim olup onu hesÂba cekerek olumden sonrası icin calışandır…” buyrulmuştur. (Tirmizî, KıyÂmet, 25/2459)
OLUMUN BAĞRINDA
YAŞAR GİBİ...
Olumden kacarak beyhûde yorulan, olumu kendinden uzak gorerek kendini kandıran gÂfillerin aksine, nebevî terbiye ile yetişen ashÂb-ı kirÂm ve onların izinden yuruyen Hak dostları, olume hazırlanmayı, onu sık sık hatırlamayı ve Âdeta olumle ic ice yaşamayı hayat dustûru edinmiş kullardı. Nitekim sahÂbeden Ebû Hureyre t olumu kendisine o kadar yakın gorurdu ki, bir cenÂze goturulduğunu gorse, Âdeta oluye seslenerek; “Git, biz de ardından geliyoruz.” derdi. (İhyÂ, IV, 865)
Hazret-i Ali t da sık sık kabirleri ziyaret ederdi. Bir gun ona:
“–Ne oluyor, neredeyse mezarlara komşu oldun?” dediklerinde şu karşılığı verdi:
“–Onlar sizden cok daha iyi komşulardır. Cunku onlar, dunyalıktan bahsetmezler. LisÂn-ı hÂlleriyle de surekli Âhireti anlatırlar.” (İhyÂ, IV, 866)
Hakîkaten, olumun urkutucu ağırlığını, kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz. Olum sessizliğine burunmuş her bir mezar taşı, lisÂn-ı hÂl ile konuşan ateşli bir nasihatcidir. Dolayısıyla mezar taşlarından yukselen sessiz feryatları duyup hissedebilmek, mu’minler icin buyuk bir bahtiyarlıktır.
Hazret-i Osman t da bir mezarlığa uğrasa, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Bir gun kendisine:
“–Cennet ve Cehennem anıldığı vakit ağlamazsın da, mezar başında niye ağlarsın?” denildi. Bunun uzerine o da:
“–Rasûl-i Ekrem r; «Kabir, Âhiret yolunun ilk konak yeridir. İnsan orada kendini kurtarırsa ondan sonrası kolaydır, kurtaramazsa ondan sonrası daha zordur.» buyurduğu icin ağlarım.” karşılığını verdi. (İhyÂ, IV, 867)
Meymûn bin Mihran anlatıyor:
Omer bin Abdulaziz ile bir mezarlığa doğru gittik. Mezarları gorunce huzunlendi. Sonra bana donerek:
“–Ey Meymûn, bunlar atalarımın mezarlarıdır. Sanki dunyaya hic karışmamışlar gibidir. Baksana, nasıl toprak altında kaldılar, mezarları eskidi, bedenlerini de toprak yedi bitirdi.” dedi. Ardından da nemli gozlerle bir mezara bakarak:
“–VallÂhi, şu mezara girip de azaptan emin olan kimseden daha buyuk bir nîmete kavuşmuş bir kimse duşunemiyorum.” dedi. (İhyÂ, IV, 868)
KABİR ZİYÂRETLERİ
Peygamber Efendimiz r nubuvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke donulmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira cÂhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına Âit ruhların kudsiyet kazandığını duşunur ve olulerinin cokluğunu one surup kavimlerinin buyukluğuyle ovunmek icin kabir ziyÂretinde bulunurlardı. Efendimiz r, bu cÂhiliye Âdetinden bir eser kalmaması icin, ilk zamanlar kabir ziyÂretini yasaklamıştı.
Fakat İslÂm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı icin, Efendimiz r kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hatt bunu şu sozleriyle teşvik etmiştir:
“Ben size kabir ziyÂretini yasaklamıştım. Şimdi ise ziyaret edin. Cunku kabir ziyareti size Âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, CenÂiz, 60; Muslim, CenÂiz, 106)
Nitekim Efendimiz r de Uhud şehidlerini ve Cennetu’l-Bakî Kabristanı’nı sık sık ziyaret ederek bu hususta bizzat ornek olurdu.
Yine Hazret-i Peygamber r ashÂb-ı kirÂma, kabristana gittikleri zaman şoyle demelerini oğretirdi:
“SelÂm size, ey bu diyÂrın mu’min ve muslim halkı! İnşÃ‚allah yakında biz de aranıza katılacağız. AllÂh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Muslim, CenÂiz, 104)
Bir mu’min de kabristana gittiğinde, once kabir halkına selÂm vermeli, onlar icin du etmeli ve bir gun kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkur etmelidir. Nitekim Hak dostlarından HÂtem-i Esam Hazretleri:
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere du etmeyen ve kendi (Âkıbeti)ni duşunmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihÂnet etmiş sayılır.” buyurmuştur. (İhyÂ, IV, 868)
Hadîs-i şerîfte de şoyle buyrulur:
“Kabirdeki olu, denizde boğulmak uzere olan ve dehşet icerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samimî ve sÂdık arkadaşından bir du bekler. Şayet bir du gelecek olsa, bu onun icin dunya ve icindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şuphesiz Allah, kabir ehline, dunyadakilerin duÂsı bereketiyle dağlar misÂli ecir verir. Dirilerin olulere gonderebileceği en iyi hediye ise onlar icin istiğfÂr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-HitÂb, IV, 103/6323; Ali el-Muttakî, XV, 694/42783; XV, 749/42971)
Kabir ziyaretlerinde bilhassa Kur’Ân okumak, 1400 senedir uygulanagelen bir icmÂdır.2 Kur’Ân tilÂvetiyle hÂsıl olan ilÂhî rahmetten mevtÂların da istifÂdesi icin bilhassa YÂsîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldur. Nitekim hadîs-i şerîfte şoyle buyrulur:
“…YÂsîn, Kur’Ân’ın kalbidir. Bir kimse onu AllÂh’ın rızÂsını ve Âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak gunahları bağışlanır. Olulerinize de YÂsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mÂnevî istifÂdesi icin diğer sûre ve Âyetlerden de okunabilir. Buna dÂir pek cok rivÂyetten biri şoyledir:
“Sizden biri vefÂt ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre goturunuz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda FÂtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlu) okusun.” (TaberÂnî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
İmÂm ŞÃ‚fiî -rahmetullÂhi aleyh- de şoyle buyurur:
“Mezarın başında Kur’Ân’dan Âyet ve sûreler okumak mustehabdır. Kur’Ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha guzeldir.”3
Gorulduğu uzere kabirleri ziyÂret etmek, orada bulunanlara selÂm verip du ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenÂt yapıp Kur’Ân tilÂvet etmek, mevtÂlar icin bir rahmet vesîlesidir.
Kabir ziyareti, İslÂmî edep esaslarına riÂyetle icr edildiğinde pek cok hayra vesîledir. Zira olumu tefekkur neticesinde nefislerin ihtirÂsının kırılacağı, insanın daha cok takvÂya yonelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dunyada yerli edÂsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbÂlini gosteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, olume ve Âhirete hazırlanma gayretinin en guzel vesîlesidir.
Ehl-i Sunnet inancına gore, olen biri işitir, hisseder ve şuur sahibidir. Yapılan hayırlardan istifade eder ve sevinir. Şerlerden de eziyet gorur ve uzulur. Yani insan, bedeniyle olur, rûhuyla değil.
Pek cok hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz r’in, vefÂtından sonra konuşulanları işittiği, selÂmlara karşılık verdiği, ummetin amellerinin kendisine arz edildiği, gorduğu gunahlar icin istiğfÂr edip haseneler sebebiyle AllÂh’a hamd ettiği bildirilmektedir. Ustelik bu hÂlin, sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olmadığı da bir hadîs-i şerîfte şoyle beyÂn edilir:
“Sizin amelleriniz akrabalarınızdan ve kabilenizden vefat edenlere arz edilir. Eğer amelleriniz hayırlı ise onunla sevinirler. Hayırlı değilse; «AllÂh’ım, bizi hidÂyete erdirdiğin gibi onları da hidÂyete erdirmeden canlarını alma!» diye du ederler.” (Ahmed, III, 164; TaberÂnî, Kebîr, IV, 129/3887)
Seyyid TÂha’l-HakkÂrî Hazretleri’nin kayınpederi, Nehrî kadısı idi. Bu mubÂrek dÂmÂdını o kadar cok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahcenin kapı girişinde yapılmasını vasiyet etti ve;
“Seyyid TÂh Hazretleri’nin kabrini ziyÂret etmek isteyen Hak Âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da gecsinler. Belki o mubÂrek zÂtı ziyÂret edenlerin hurmetine Allah TeÂl beni de affeder. YÂhut onu ziyÂrete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberruk ederim.” buyurdu.4
SÂlih zÂtların, vefatlarından sonra bile etraflarına rahmet vesîlesi olduğuna işÃ‚ret sadedinde, hadîs-i şerîflerde de şoyle buyrulur:
“AshÂbımdan biri bir bolgede vefÂt ederse kıyÂmet gunu oranın ahÂlîsi icin onder ve nûr olarak haşrolunur.” (Tirmizî, MenÂkıb, 58/3865)
“Olulerinizi sÂlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, Musned, I, 102)
Diğer taraftan, buyuklerin kabirlerini ziyarette, bÂzı yanlış tavırlardan ve bid’atlardan da titizlikle uzak durmak gerekir. Kabirlerin başında mum yakmak, caput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zÂttan medet ummak gibi...
Asl unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar buyuk bir zÂt olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allah’tan istenmelidir. Cunku kendisinden bir şey istenecek olan yegÂne mercî, FÂil-i Mutlak olan CenÂb-ı Hak’tır. O dilemedikce hicbir kul, hicbir hayrı meydana getiremez, hicbir şerri de defedemez. Bu yuzden, doğrudan doğruya oluden istemek, şirke kapı aralar. Gaflet ve cehÂletleri sebebiyle boyle yapanları îkaz etmek, her mu’minin zarûrî bir vazifesidir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammulu yoktur.
Diğer taraftan bu husustaki aşırılıklara karşı cıkayım derken, İslÂmî edebe riÂyetle yapılan kabir ziyaretini “şirk” sayacak kadar ileri gidenler de bu hatÂnın bir benzerini tersinden ortaya koymaktadırlar.
İslÂm, her meselede olduğu gibi kabir ziyÂreti hususunda da îtidÂli esas almaktadır. Peygamber Efendimiz r ve ashÂbının soz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kacmadan nasıl davranmak gerektiğinin en guzel orneğidir.
CenÂb-ı Hak cumlemizi, her gununu son gunuymuş gibi buyuk bir rikkat ve gayretle değerlendiren, olmeden evvel olmek sırrından hisse alabilen, dunyayı Âhiret penceresinden seyreden, kabristanların sessiz-sozsuz, fakat dehşetli vaazlarına Âşin olabilen, firÂset ve basîret sahibi sÂlih kullarından eylesin…
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Gunumuzde “daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı vardır. Bu ilim, parmak izlerinin omur boyunca hic değişmediğini ve hicbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkiyle aynı olmadığını ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en guvenilir huviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilmiştir. Oysa Kur’Ân-ı Kerîm, parmak uclarının bu husûsiyetine asırlar oncesinden dikkat cekerek ayrı bir mûcize sergilemiştir. Bu da Kur’Ân’ın dÂim onden gittiğinin, musbet ilmin de onu şerh ve tasdik ederek ardından geldiğinin sayısız misallerinden biridir. 2. İcmÂ: İslÂm hukûkunda dort aslî delil vardır: Kur’Ân, Sunnet, kıyÂs-ı fukah ve icmÂ-ı ummet. İcmÂ-ı ummet; butun muslumanların, bilhassa da meseleye vÂkıf olan İslÂm Âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. 3. Nevevî, RiyÂzu’s-SÂlihîn, Beyrut, ts. s. 293. 4. Turkiye Gazetesi EvliyÂlar Ansiklopedisi.
__________________