Bundan onceki yazımızda, gercek bir mu’min icin, istîdat ve tÂkati olcusunde CenÂb-ı Hakk’ın cemÂlî sıfatlarıyla vasıflanmanın ehemmiyetini belirtmiş ve o sıfatlardan bÂzılarına dÂir îzahlarda bulunmuştuk. Bu yazımızda da, diğer bÂzı cemÂlî sıfatlardan bahisle mevzûmuza devam edeceğiz:

el-VEDÛD…

Rabbimizin el-Vedûd ism-i şerîfi, “cok seven” ve “cok sevilen” mÂnÂlarına gelmektedir. CenÂb-ı Hak, kÂinÂtı muhabbet sebebiyle yaratmıştır. Eğer kÂinatta bu ilÂhî sıfatın tecellîlerinden bir nasip olmasaydı, kimse kimseyi sevemez; hicbir anne, yavrusuna bakamazdı. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin bir eseri olarak mahlûkÂtını muhabbet bağıyla birbirine kenetlemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, CenÂb-ı Hak rahmetinin yuzde birini yeryuzune indirmiştir. Bir ana atın sut emzirirken yavrusuna eziyet vermemek icin ayağını yukarı kaldırması bile, bu yuzde birlik ilÂhî rahmettendir.1

Dolayısıyla yaratılmış varlıklardaki butun rahmet esintilerinin mutlak menbaı, CenÂb-ı Hak’tır. Bu gozle baktığımızda kÂinatta ilÂhî muhabbetin eseri olan sayısız tecellîlerle karşılaşırız. Gorunuşleriyle tuyler urperten yılanların, yavrularını muşfik bakışlarıyla buyutmesi; akreplerin, yavrularını sırtlarında taşıması; en vahşî hayvanların bile yerine gore engin bir muhabbet kucağı hÂline gelebilmesi, muhakkak ki, yuce Yaratıcımız’ın “el-Vedûd” sıfatından bir te*cel*lî*dir.
Yine ilÂhî muhabbet bereketiyledir ki Rabbimiz, sÂlih kullarını sever, sevdiği kullarını da nasipli gonullere sevdirir. Onların hayatlarını, fÂnî omurlerinden sonra da -hikmetli nasihatleri ve ibretli kıssalarıyla- gonullerde devam ettirir.

Muhabbetullah tecellîlerine nÂil olan bir kul, başta Ce*nÂb-ı Hakk’ı ve O’na yakınlığı nisbetinde her varlığı gonlundeki muhabbet dÂiresinin icine alır. Fakat mu’min, Rabbine olan sevgisini, fÂnîlere duyulan sevgi ve bağlılıkların ustune cıkarmadıkca kÂmil bir îmÂna ulaşamaz. Zira Âyet-i kerîmede:

“…Mu’minlerin AllÂh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyrulmaktadır.

Bu sebeple insanoğlu, kalbindeki coluk-cocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi beşerî fakat meşrû sevgileri, lÂyık olduğu seviyede tutmalıdır. Aksi hÂlde bunlar, bir nîmet olmaktan cıkıp “fitne” hÂline gelerek kalpleri fesÂda uğratır.

Ana-baba, zevc-zevce, evlÂt ve sahip olduğumuz imkÂnlar, CenÂb-ı Hakk’ın biz kullarına buyuk lutuflarıdır. LÂkin butun bunlara duyulan sevgiler, Hak icin ve Hak yolunda olmalıdır. Zira gonlu fÂnîlerin gel-gec guzelliklerine esir edenler, butun guzelliklerin menbaı olan ilÂhî muhabbetten mahrum kalırlar.

Muhabbet ve onun şiddetlenerek butun varlığı kuşatması demek olan aşkın hakîkîsi ve mecÂzîsi vardır. Hakîkîsi, Allah muhabbetin*den ibÂrettir ve Hakk’a vus*lat yolunun en buyuk ser*mÂ*yesidir. MecÂzîsi ise, mah*lû*kattan birine muhabbet ve bağlılıktır. EsÂsen rızÂ-yı ilÂhî olculeri icinde yaşanan mecÂzî muhabbetler de ha*kî*kî muhabbete bir basamaktır, kalbin is*tî*dÂ*dını artı*ran alıştırmalar mÂ*hi*ye*tin*de*dir. Leyl ile Mec*nûn arasın*da*ki muhabbet mÂ*ce*rÂsı, bu*nun şÃ‚heser bir mi*sÂ*li*dir.

Eğer Mecnûn’un gonlu, LeylÂ’ya takılıp kalsaydı, o, kendisi icin bir put olacaktı. LÂkin LeylÂ, Mecnun icin gecici bir rol oynadı. Mecnûn’un kalbini ilÂhî aşka muhÂtap olabilecek bir kıvÂma getirdikten sonra Leyl gozden duştu. Mecnun, LeylÂ’dan yola cıktığı hÂlde orada kalmayıp kalbini MevlÂ’ya yoneltme dirÂyetini gostererek Hak Âşığı oldu. Diğer butun fÂnî ve izÂfî bağlantılardan ÂzÂd oldu. Boylece sevdiğinden başka bir şey gormez ve duşunmez oldu. Zira ilÂhî muhabbetin mÂnevî lezzeti karşısında butun dunyevî zevk ve lezzetler onun nazarında değerini yitirdi.

İşte, ilÂhî muhabbet ile mest olan kimse, fÂnî cÂzibelerin esÂretinden ve insanların elindekilere hased etmekten kurtulur. Boylece kemÂle ve menzil-i maksûda erer. Bu da, aşk-ı sÂfî, hubb-i ilÂhîdir.

VelhÂsıl butun muhabbetler, yoneldiği varlığın Hak katındaki makbûliyeti nisbetinde meşrû ve değerlidir. Yeter ki mecÂzî muhabbetler, kalp icin son durak olma husrÂnıyla neticelenmesin! Asıl tehlike, muhabbete lÂyık olmayana yakınlık ve iltifat gostermektir. Zira her insan, hayatta muhabbet duyduğu varlığın buna liyÂkati nisbetinde bir seviye kazanır. İnsanın mÂnen yukselip alcalmasında, muhabbet kadar, onun zıddı olan husûmetin yerinde kullanılması da pek muhim bir tesir icr eder. Muhabbeti lÂyıkına, hu*sû*me*ti de mustehakkına yoneltebilmek, sÂhibini ÂbÂd ederken, bunun aksine, muhabbeti lÂyık olmayana, husûmeti ise mustehak olmayana yoneltmek ise, insanı bu tavrındaki şiddeti kadar alcaltır.

Bu hususta Peygamber Efendimiz’in am*ca*sı hakkında nÂzil olan:

“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da!” (Tebbet, 1) Âyetinin verdiği mesaj, mustehakkına nefret ile de îmÂnımızı kemÂle erdirmemizin zarûrî olduğudur.

Fıtrî olan sevme temÂyulunu, muhabbetin menbaına ve ona en lÂyık olan CenÂb-ı Hakk’a hasredip bu nîmeti başka adreslerde ziyan etmekten sakınmanın zarûreti, diğer bir Âyet-i kerîmede de şoyle beyan edilmektedir:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabÂnız, kazandığınız mallar, kesÂda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûlu’nden ve Allah yolunda cihÂd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fÂsıklar topluluğunu hidÂyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Ne mutlu o mu’minlere ki, Allah ve Rasûlu’nun muhabbetini her şeyin ustunde tutarlar ve yabÂnî bahcelerin sahte ciceklerine aldanmazlar!..

el-AFUV…

Rabbimizin cemÂlî esmÂsından bir diğeri de el-Afuv ism-i şerîfidir. CenÂb-ı Hak cok affedicidir. KÂmil mu’minler de; “Affetmeyi bilmeyen, affedilmez.” dustûrunca, ilÂhî affa lÂyık olabilmek icin AllÂh’ın kullarına karşı cok affedici olurlar. Zira şahsına yapılan haksızlıkları Âdeta “yok” hukmunde gorerek gonlunde en ufak bir kızgınlık ve kırgınlık duymadan affetmeyi meleke hÂline getirebilmek; kalbî olgunluğun şÃ‚heseridir, en buyuk mÂnevî kahramanlıktır.

HallÂc-ı Mansur, kendisini anlayamayanlar tarafından taşlanırken:

“YÂ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye niyÂz etti. Zira o, kendisine ahlÂkın ne olduğunu soranlara:

“AhlÂk, Hakk’ı duşunerek halkın ez ve cefÂsına aldırış etmemektir.” diyebilecek bir gonul ufkuna sahipti.

Yine Hak dostlarından SÂ*mi Efen*di Haz*ret*le*ri, DÂ*ru’l-Fu*nûn’un Hu*kuk Fa*kul*te*si’ni ye*ni bi*tir*miş*ti. Onun gu*zel hÂ*li*ni ve ter*te*miz sî*re*ti*ni pek be*ğe*nen bir Hak dos*tu:

“–Ev*lÂ*dım, bu tah*sil de gu*zel*dir ama, sen asıl tah***sî**li ik*mÂl et*me*ye bak! Se***ni ir*fan mek*te*bi*ne kay*de**de**lim, ora*da da go*nul ilim**le*ri*ni ve Âhi*ret sır*la*rı*nı oğ*ren!..” de*di. Ar*dın*dan da ilÂve etti:

“–Ev*lÂ*dım, o mek*tepte na**sıl eği*tim ya*par*lar, ne oğ**re*tir*ler bi*le*mem. Ama bil*di*ğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitme*mek, son der*si de in*cin*me*mektir...”

Kimseyi incitmemek, ne kadar zor olsa da, yine de olgun bir insanın elindedir. LÂkin kimseden incinmemek, neredeyse imkÂnsızdır. Bunun icin kişinin şahsına yapılan eziyetleri sîneye cekip susması gerekir. Bu buyuk bir mÂrifettir. LÂkin asıl mÂrifet, kalbi de susturabilmektir. Zira dili susturmak irÂdeyle mumkundur, lÂkin kalpte irÂde yoktur; o yine icin icin konuşup sızlanmaya devam eder. Kalbe hÂkim olabilmek, cok buyuk bir mÂnevî olgunluk ve dirÂyet ister. Dolayısıyla incinmemek; din kardeşinin ez ve cefÂsını unutup ona karşı burûdeti/soğukluğu giderebilmek icin, kalbi yuksek bir takv ile susturabilme mahÂretidir. Bu sebeple de incitmemek mÂnevî yolun başlangıcı ise, incinmemek nihÂyeti sayılmıştır.

Bu hususta Hazret-i Yûsuf’un sergilediği fazîlet cok ibretlidir: Yûsuf u’ı kıskanarak kuyuya atmış olan kardeşleri, yaşanan pek cok tecellînin ardından, onun yuksek fazîletini kabûl edip; “Sen Yûsuf’sun, Allah seni hakîkaten bizden ustun kılmış.” dediler. Yûsuf u ise kalbinde acılan derin yaraların uzerine Âdeta bir şal atarak; “Bugun eskileri başa kakmak yoktur…” dedi. Ardından da onların mahcup gonullerini tesellî sadedinde; “Allah merhametlilerin en merhametlisidir.” bu*yur*du.

Ayrıca kÂmil mu’minler, kendilerini inciten bir hÂ*di*se karşısında, once*lik*le o muÂmeleye mus*te*hak olup olmadık*la*rı yolunda bir nefis mu*hÂ*se*be*sine yonelirler. Boy*le*ce, mÂruz kaldıkları ce*fÂ*lar*dan da mÂnen istifÂde im*kÂnı elde ederler.

Vaktiyle serserilikten vazgecip sÂlih bir hayata donen biri, duk*kÂ*nın*da calışmakta iken, oraya gelen ofkeli bir adam, kendisini sorgu-sual etmeden fecî bir sûrette dovup yaralamış. Bu eski serseri, ne bir karşılık vermiş ne de bir îtiraz sesi yukseltmiş. Ofkeli adam dukkÂndan cıkıp gittikten bir saat sonra geri gelerek bu adamı yanlışlıkla, başkası zannederek dovduğunu soyleyip ozurler dilemiş. Adam:

“–Hayır, bu işte bir yanlışlık yok. Ben bu dayağı hak etmiştim. Cunku vaktiyle boyle senin yaptığın gibi bircok gunahsız insanı sudan bahÂnelerle dovmuştum. Senin bu muÂmelen, benim hak ettiğim bir işti. Âhirette senden alacağım hakkı, o haksız yere dovduğum insanlara vereceğim.” demiş.2

İşin bir başka yonu daha vardır: Her mu*sî*bet, ona mustehak olma sebebiyle başa gelmez. Bazen de bir fert, mazlûmiyetle taclanmak, sabır neticesi derece elde etmek ve mukÂfatlandırılmak uzere bir musîbete mÂruz kalır. Eğer mu*sî*betler hep hak etme ne*ti*cesinde olsaydı, in*san*lar mecbûren iyi olur*lar ve peygamber*ler uzerine hicbir mu*sî*bet gelmezdi. HÂlbuki in*sanlık tarihinde en bu*yuk musîbetlere mÂ*ruz kalanlar, enbiy sil*si*le*sidir. Ustelik onla*rın mÂsumiyet sıfatı vardır.

Duşunmek gerekir ki, bugun AllÂh’ın kullarını affetme irÂdesini gosteremeyen, menfaatperest, hodgÂm ve felcli bir ruh, yarın huzûr-i ilÂhîde ne yuzle af dileyebilir?! Affedememe illeti, insanın kendi gafletinden kaynaklanır. Zira affın asıl sahibi CenÂb-ı Hak’tır. Mu’minler de gonullerindeki Allah muhabbeti nisbetinde affedebilirler. Bu sebepledir ki şahsî meselelerde affetme fazîletini gosteremeyip kin ve intikam gutmek, kÂmil mu’minlere asl yakışmaz. Mu’mine duşen, kusurlu insana karşı gazap yerine merhamet duygusuy*la dolu olmaktır. Gu*nah*kÂ*ra, suruklendiği gunahtan dolayı acı*ma hissiyle mu*kā*be**le etmek, îmanda ke*mÂ*le ermenin bir ifÂdesidir. Zira kÂmil mu’minler, kusur işleyen bir mu’mine karşı -o kusur kendilerine karşı işlenmiş olsa dahî- bir doktorun hastasına muÂmelesi gibi bir tavır sergilerler. Hicbir doktor hastasına, yakalandığı hastalıkta şahsî bir kusuru olsa bile kızmaz. Kendisini hastasına şif sunmakla mukellef bilir. Bu ahlÂk ile yaşayan Hak dostları da, gunaha olan nefreti, gunahkÂra taşırmazlar. Onları yaralı bir kuş gibi kabul ederek gonul sarayında irşad ve ıslah gayreti icinde olurlar.

Nitekim Sehl-i Tusterî’ye, ahlÂktan sorduklarında şoyle buyurmuştur:

“AhlÂkın en kucuk derecesi; eziyete katlanarak intikam peşinde olmamak, zÂlime bile merhamet edip onun icin istiğfÂr etmek ve ona acımaktır.” (İhyÂ, III, 163)

Enes bin MÂlik t’ın naklettiği şu hÂdise de, boyle bir gonul kıvÂmına sahip olmanın, kulu cennet yolcusu kılacağını ne guzel beyÂn etmektedir:

Rasûl-i Ekrem r ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki:

“–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.”

Bir de baktık ki En*sÂr’*dan, abdest suyu sa*kalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam cıkageldi. Ertesi gun olunca Rasûl-i Ekrem r yine evvelki gibi soyledi. Bu adam yine onceki gibi cıkageldi. Ucuncu gun olunca Rasûl-i Ekrem r Efendimiz yine aynı sozu tekrar etti ve yine aynı adam ilk hÂliyle geldi. Rasûl-i Ekrem r kalkınca Abdullah bin Amr t, o adamı takip etti ve ona:

“–Ben babamla mu*nÂ*kaşa ettim, uc gun onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misafir eder misin?” dedi. Adam da kabul etti.

Daha sonra olanları, Abdullah bin Amr t şoyle anlattı:

“–Uc geceyi onunla bir arada gecirdik. Fakat gece boyunca uzun uzun ibadet ettiğini gormedim. Ancak fec*re kadar, zaman za*man uyanıp zikretti ve tekbir getirdi. Onun hayırdan başka bir şey soylediğini de işitmedim. Uc gun gecince sanki onun amelini kucumser gibi oldum ve dedim ki:

«–Ey AllÂh’ın kulu! Babamla aramda bir ihtilÂf yoktur. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin icin uc kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Uc defa da sen cıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini oğrenmek icin senin yanında kalmak ve seni ornek almak istedim. Fakat senin buyuk bir amel işlediğini de gormedim. Seni RasûlullÂh’ın soylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?»

O zÂt:

«–Şu gorduğunden başkası değildir.» dedi.

Fakat ben ayrılmak icin donduğumde ardımdan seslenerek dedi ki:

«–Evet, benim amelim, senin gorduğunden başkası değildir. Ancak ben muslumanlardan hic kimseye karşı kalbimde en ufak bir kin tutmam ve AllÂh’ın verdiği herhangi bir nîmet ve hayırdan dolayı da kimseye asl hased etmem.»

Bunun uzerine:

«–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hÂlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166)

Şu kıssa da affedebilme ahlÂkının yuceliğini ne guzel ifade etmektedir:

Ahnef bin Kays’a:

“–Guzel ahlÂkı kimden oğrendin?” diye sordular. O da:

“–Kays bin Asim’*den oğrendim.” dedi. Kendisine:

“–Bu zÂt nasıl bir ahlÂka sahipti?” di*ye sorulunca da şu îzah*ta bulundu:

“–Bu zÂt bir gun evinde otururken cÂ*ri*ye*le*rin*den biri elinde de*mir şiş ve şişte kebap olduğu hÂlde yanına girdi. Her nasılsa şiş cÂriyenin elinden duşerek kucuk oğlunun ba*şına vurdu ve cocuk oldu. Bu nÂzik vaziyet kar*şısında cÂriye dehşete kapıldı, perişan oldu ve Âdeta eridi. Fakat o zÂt, boyle bir anda bile hiddetlenip cıkışmak yerine cÂriyeye; «Uzulme, ilÂhî takdir boyleymiş, senin bir kastın olmadığı icin bir sucun da yok, senin bu vicdan urperişine karşılık ben de seni ÂzÂd ettim.» de*miştir.” (İhyÂ, III, 164)

Diğer taraftan, affede affede ilÂhî affa lÂyık olma azmi icinde olan bir mu’min, pişman olup kendisinden ozur dileyenlerin ozrunu kabûl etmek sûretiyle de; TevvÂb olan, yani tevbeleri kabul eden Rabbinin ahlÂkından hisse almış olacağını unutmamalıdır.

el-HALÎM…

EsmÂ-i ilÂhiyyeden bir diğeri de el-Halîm’dir. Rabbimiz hilim sahibidir, kullarına son derece yumuşak davranır, kullarının hata ve kusurlarına karşı hemen gazaplanmak yerine buyuk bir sabır ve tahammul gosterir. Yine Rabbimiz bu ahlÂkının, kulları tarafından sergilenmesinden de rÂzı olur. Nitekim Rasûlullah r Efendimiz Abdulkaysoğulları’ndan Eşecc t’a hitÂben:

“Sende AllÂh’ın sevdiği iki husûsiyet vardır: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (yani olculu olmaktır).” buyurmuştur. (Muslim, ÎmÂn, 25, 26)

Hilmin zıddı olan sertlik ve katılık, insanları inciten, korkup nefret etmelerine ve uzaklaşmalarına yol acan kotu bir huydur. Bu sebeple hilim, peygamberlerin sıfatlarından biridir. Nitekim bu husûsu kitaplarından oğrenen bÂzı yahudî Âlimler, Peygamber Efen*di*miz’*in hilim sı*fa*tı*nı tecrube et*miş*ler, O’ndaki hilim deryÂsının enginliğini kavrayınca da îmÂna gelmişlerdir.

Allah TeÂl buyu*rur:

“(Rasûlum!) O va*kit, Allah’tan bir rahmet ile on*la*ra yumuşak dav*randın! ŞÃ‚yet Sen kaba ve katı yurekli olsaydın, hic şuphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hÂlde onları affet; bağışlanmaları icin du et!..” (Âl-i İmrÂn, 159)

Allah Rasûlu r insan neslinin en mulÂyimi idi. Bu yuzden insanlarla muÂmelesinde dÂim kolaylığı tercih eder, zorluğa, ofke ve kızgınlığa yer vermezdi. Hakkın ciğnenmesi dışında ofkelenmez, şahsına karşı işlenen kusurları kolayca affederdi. Ne kadar kaba bir muÂmeleye mÂruz kalsa da nezÂketini bozmaz, kendisine kotuluk edenlere bile guzellikle muÂmele ederdi.

Lokman Hakîm şoyle der:

“EvlÂdım! Uc şey, uc şeyle bilinir: Hilim, gazap Ânın*da; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise, ihtiyac Ânında.”

Dolayısıyla hilim ahlÂkının en cok yaşanması gereken zamanlar, insanın ofke ve hiddete kapıldığı, aklın yerini hissin aldığı nÂzik anlardır. Boyle bir anda nefsini dizginleyebilmek, mÂnevî bir olgunluk ister. Nitekim Efendimiz r de:

“Yiğit dediğin, gureşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman ofkesini yenen kişidir.” buyurmuşlardır. (BuhÂrî, Edeb, 76; Muslim, Birr, 107, 108)

Yine Peygamber Efendimiz r yeni musluman olan, dinin edep ve nezÂketini yeterince oğrenme fırsatı bulamayanlara karşı da dÂim halîm ve musÂmahakÂr davranmıştır. Nitekim şu hÂdise bunun tipik bir misÂlidir:

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de kucuk abdestini bozmuştu. SahÂbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun uzerine Hazret-i Peygamber r:

“–Adamı kendi hÂline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su dokun. Siz kolaylık gostermek icin gonderildiniz, zorluk cıkarmak icin değil.” buyurdu. (BuhÂrî, Vudû’ 58, Edeb 80)

TÂbiînin buyuklerinden İmÂm Şa’bî’nin, kendisine hakÂret eden fÂsık bir şahsa kızmak yerine:

“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” şeklindeki cevÂbı da, hilim ahlÂkının mustesn bir tezÂhurudur.

VelhÂsıl, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi guzel hasletlerin neticesi olan hilim ve musÂmaha, CenÂb-ı Hakk’ın emr-i ilÂhîsi ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir. Allah Rasûlu r şoyle buyurmuştur:

“Rıfktan (yumuşak huyluluktan) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013)

Bununla birlikte butun hasletler gibi hilim ve musÂmahanın da bir olcusu vardır. Yumuşak huylu olmak adına zulme boyun eğmek veya ilÂhî emirlerin ihlÂline musÂmaha gostermek asl doğru değildir. Hilm-i himÂrî (merkep uysallığı) denilen boylesi bir davranış, kotu kimselerin kotuluk yapma arzusunu ve cesÂretini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır.

es-SETTÂR…

Rabbimizin cemÂlî es*mÂ*sın*dan bir diğeri de “es-SettÂr” ism-i şerîfidir. Kullarının gizli-ÂşikÂr butun hÂllerine vÂkıf olan Rabbimiz, onların nice ayıp ve kusurlarını orter ve bağışlar. Boylece onların hÂllerini ıslÂh edebilmeleri icin fırsat verir. Zira ayıp ve kusurları acığa cıkan birinin hÂlini duzeltebilmesi artık cok zordur.

Musluman, tecessusten şid*detle sakınmalıdır. Ya*ni din kardeşinin acığa cık*ma*mış ayıbını, kusurunu araştırmamalıdır. Zira Ce*nÂb-ı Hak; “…Tecessuste bulunmayın!..” (el-HucurÂt, 12) buyurarak bu cirkin davranışı yasaklamıştır.

Kişinin işlediği gunÂhı bir mÂrifetmiş gibi anlatması da, kotuluğun yayılması mÂnÂsına gelir. Bilhassa zamanımızda “koşe donmecilik” olan sahtekÂrlığı bir mahÂretmiş gibi gos*termek, gunahların şuyûu cumlesindendir ki, vukûundan beterdir. Yani cirkin davranışların toplumda duyulup zihinleri meşgûl etmesi, onların daha fazla işlenme tehlikesini doğuracağından, cok daha mahzurludur. CenÂb-ı Hak da kotuluğun şuyû bulmasını isteyenleri buyuk bir azapla tehdit etmektedir. Buna mukābil, işlediği bir gunÂhı hay ederek gizleyen ve ondan nedÂmet duyan kişiyi, “SettÂr” olan Rabbimizin kıyÂmet gununde rusv etmemesi umîd edilir.

Ote yandan duşunmek gerekir ki, Rabbimiz ism-i SettÂr’ı hurmetine, biz kullarının nice gunahlarını ortmuş ve onları kalpte gizli siyah noktalar kılmıştır. Bu da O’nun sonsuz yuceliğinden, merhamet ve lûtfundandır. Zira işlenen gunahların eseri kalpte değil de alında kara bir leke sûretinde zÂhir olsaydı, muhakkak ki hic kimsenin bir başkasına bakacak yuzu olmazdı.

Unutmamak gerekir ki gonuller nazargÂh-ı ilÂ*hî*dir. Bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onun gizli kusurlarını araştırıp ortalığa dokmek, gonlunu rencide edeceğinden Rabbimizin de gazabını celbeder. İnsanların iffet ve haysiyetini zaafa uğratan hÂllerini anlatmak ve boylece kendini ustun gostermeye calışmak gibi suflî tavırlar, bu hususta gaflet edenlerin nice hayırlı amellerinin bile heb olmasına sebebiyet verir.

CenÂb-ı Hakk’ın bilhassa rûz-i mahşerde bizim ayıplarımızı ortmesini is*ti*yor*sak, biz de bugun O’nun kullarının ayıplarını ortup onların mahcup ve rencide olmalarını engellemeye calışmalıyız. Bu hassÂsiyetin şÃ‚heser bir misÂli şoyledir:

HÂtem-i Esam Hazretleri, zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın buyuk bir heyecanla derdini anlatırken, kendisinden -gayr-i ihtiyÂrî- cirkin bir ses duyuldu. Kadın, mah*cû*bi*yetten bir mum gibi eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hicbir şey duymamış ve fark etmemiş gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına goturerek:

“–Soylediklerinizi duymu*yo*rum, cok ağır işitiyorum, yuksek sesle konu*şu*nuz, bağırınız! Ben sa*ğı*rım!” dedi.

Kusurunun gizli kaldığını zanneden kadıncağız, bir anda hayÂta avdet etmiş gibi ferahladı.

Hicbir milletin muÂşeret edebinde bir benzeri daha gorulmemiş olan bu nezÂketi, HÂtem Haz*ret*leri’ne “Esam: Sağır” lÂkabını taktırdı. Zira bu hÂdiseden sonra da HÂtem Hazretleri, o kadın duyup da mahcup olmasın diye halk arasında kendini sağır olarak gosterdi. Ancak kadının vefÂtından sonra etrafındakilere:

“–Artık kulaklarım işitiyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

İnsanların ayıp ve kusurlarını soylemenin, dinde “gıybet” adıyla buyuk gunahlardan biri olarak kabul edilmesi de, bu fiilin ağırlığını gostermektedir. Ustelik, gıybet, mevcut olan bir kusurun soylenmesidir. Mevcut olmayanın soylenmesi ise, cok daha ağır bir curum olan “iftir”dır.

VelhÂsıl ilÂhî ahlÂktan hisse alıp rûhunda guzelce hazmedebilmek, muhteşem fazîletlere vesîle olur. Fakat CenÂb-ı Hakk’ın cemÂlî sıfatları, ancak nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmiş olan mu’minlerde en guzel sûrette tecellî eder. Bu sebeple bir mu’min, ic Âlemini butun menfîliklerden arındırabildiği, yani Allah’tan uzaklaştıran her şeyden temizleyebildiği nisbette, ilÂhî ahlÂkın mucell bir aynası hÂline gelebilir.

Burada birkac misalini verdiğimiz cemÂlî esmÂnın tamamını ahlÂka intikÂl ettirerek şahsiyet ve karakterin ayrılmaz bir parcası hÂline getirebilmek, Hakk’a dostluk iklîmine gi*ri*şin en buyuk vizesi mÂ*hiyetindedir.

CenÂb-ı Hak cumlemizi, ilÂhî ahlÂkından hissedar kılarak ebedî saÂdet berÂtını alabilen bahtiyar kullarından eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar: 1. Bkz. BuhÂrî, Edeb, 19; Muslim, Tevbe, 17. 2. Bkz. SÂmiha Ayverdi, Mesih Paşa İmamı.
__________________