Hz. Muhammed’ in İnsanlığa Getirdikleri


Tevhid akîdesinin sarsıldığı her zaman dilimi, karanlıktır. Zira, semÂvÂt ve arzın nûru olan Allah (cc) inancının, butun sînelere hakim olmaması, ruh ve vicdanları simsiyah hÂle getirir. Boyle bir kalb ve vicdanın eşya ve hÂdiselere bakış keyfiyeti miyop ve bulanık olacağından, o insan kapkaranlık bir dunyada, hep yarasalar gibi yaşayacaktır.

Din ve dine ait butun esaslar temelinden sarsılmış, semÂvî dinler de bizzat o dine tÂbi olanlar tarafından tahrif edilmiş bir donemde, belki birkac muvahhid, isimlendiremedikleri, bilemedikleri, dolayısıyla da yolunda kullukta bulunamadıkları bir Allah (cc)’a inanıyorlardı; ama sesleri o kadar zayıf cıkıyordu ki, hic mi hic kimsenin dikkatini cekmiyordu.

Cahiliyede Putperestlik

Butun muşrikler Ka’be’ye doldurdukları putlarına kullukla ovunuyor ve teselli oluyor. İclerinde az bilgisi olanlar ise, bu putları sadece Allah (cc)’a yaklaştırıcı birer vasıta olarak kabul ettiklerini soyluyorlardı. Bir Âyette bu husus şoyle ifade edilmektedir:

“ Biz onlara, sırf bizi Allah’a daha cok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”

(Zumer, 39/3)





Boylece, insanın yapısında bir onemli emanet olarak yerleştirilmiş olan kulluk duygusu, bir kere daha kotuye kullanılmış oluyor, bir kere daha ihanete uğruyordu. Ağaca, taşa, toprağa, Guneş’e, Ay’a, yıldıza kullukta bulunuyor; hatta, helva ve peynir gibi yenecek nesnelerden kendi elleriyle yaptıkları putlara bir sure tapıyor, sonra da karınları acıkınca bu şeyleri yiyorlardı.

Bu temelsiz duşunceyi ve bu kohneleşmiş anlayışı Kur’Ân-ı Kerîm şoyle dile getirir:

“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatcılarımızdır’ diyorlar. De ki: Siz Allah’a goklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? HaşÃ‚! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yucedir” (Yûnus, 10/18).

“Dikkat et, hÂlis din ancak Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah’a daha cok yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz’ (diyorlar). Şuphesiz ki Allah ayrılığa duştukleri şeyde aralarında hukum verecektir. Şuphesiz Allah, yalancı ve inkÂrcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zumer, 39/3).





Bir de bu sapık duşuncelerine mazeret arıyorlardı. En buyuk mazeretleri de atalarını bu işleri boyle yapar bulmalarıydı :

“Onlara (muşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman, onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı uzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Atalarının akılları hicbir şeye ermemiş ve doğruyu bulamıyor iseler de mi?..”
(Bakara, 2/170).





Kız Cocuklarının Dramı

Cahiliye devrine ait bir başka kotuluğu de Kur’Ân-ı Kerîm şoyle anlatır :

“Onlardan biri kız ile mujdelendiği zaman, pek ofkeli olarak yuzu simsiyah kesilir. Kendisine verilen mujdenin sevimsizliğinden dolayı kavminden gizlenmek ister. Onu, hakarete katlanarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gomecek? (Bunu duşunur durur.) Bak ne kotu hukum veriyorlar!..”
(Nahl, 16/58-59).





Evet, onlardan herhangi biri kız cocuğu olduğu mujdesini aldığı zaman, ofkeden yutkunup duruyor.. bu yuzden de yuzu simsiyah kesiliyor ve bu acı mujdeden dolayı halkın icine cıkıp gorunmekten de utanıyordu. O boyle bir haberi o kadar kotu buluyordu ki, kaybolmak, gizlenmek, bir deliğe girip saklanmak istiyor ve iki alternatiften birine katlanmak zorunda olduğuna inanıyor, tereddutler icinde bocalıyor ve bir karar veremiyordu: Ya cemiyet icinde duştuğu horluğa katlanıp o cocuğu hayatta bırakacak veya şerefini temizlemek icin (!) o kız cocuğunun vucudunu ortadan kaldıracaktı.

İşte kadın cahiliye doneminde boylesine hor goruluyordu.. ve bu hor gorme ve kucumseme, sadece cahiliye Araplarına mahsus da değildi. Roma ve SÂsÂni imparatorluklarında da durum aynıydı. Bu itibarla denebilir ki; İslÂm’ın, cahiliye Arapları arasındaki kadınlık dunyasıyla alÂkalı o muthiş tesbit ve inkılÂbı, aynı zamanda topyekun dunya kadınlığı adına, insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir operasyondur.

Evet, ilk defa Kur’Ân, bu tur canavarlığın onune cıkıyor ve hangi sebeple ve ne şekilde olursa olsun cocukların oldurulmesini yasaklıyor:

“Fakirlik yuzunden cocuklarınızı oldurmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz.”
(En’am, 6/151).





Sanki CenÂb-ı Hakk onlara şoyle diyordu: Cocuklarınızı nicin olduruyorsunuz? Sizi de onları da rızıklandıran Benim. Gormuyor musunuz, yeryuzu, binler sofralar halinde hazırlanıp sizin emrinize sunuluyor. Gokyuzu sizin imdadınıza koşuyor. Bulutları sizin icin sevkedip oradan yağmuru ve kar’ı yağdıran, sonra da zemin yuzunde milyonlarca turde bitkiyi bitiren Benden başka kim olabilir? Butun bunları gorduğunuz halde, hangi vicdan, hangi insaf ve hangi akılla rızık korkusuna duşuyor da cocuklarınızı olduruyorsunuz. Sakın unutmayın; boyle yapanlar Allah (cc)’a hic mi hic muhatap olma liyÂkatına eremeyecekler ama; birgun o masumlar muhatap kabul edilerek, hangi curumleri sebebiyle olduruldukleri, kendilerine sorulacak ve evlatlarını olduren o zalimler de, bu zulumlerinin cezasını mutlaka goreceklerdir. İşte “Diri diri toprağa gomulen cocuklarınıza ‘sucunuz neydi, hangi gunah sebebiyle olduruldunuz?’ diye sorulduğunda” (Tekvir, 81/8-9) mealiyle verdiğimiz Âyet o muthiş urperticiliğiyle bize bu devrin ahlÂkını anlatmaktadır.

Bir gun bir sahÂbî, Allah Resûlu’nun huzuruna gelerek cahiliyeye ait bu canavarlığı şoyle dile getirmişti: “Ya Resûlallah! Biz cahiliye devrinde kız cocuklarımızı diri diri gomerdik. Benim de bir kız cocuğum vardı. Annesine ‘bunu giydir, dayısına gotureceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. CiğerpÂresi, evladı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada cırpına cırpına can verecekti. Ne var ki, kadının boyle bir canavarlığın onune gecme hak ve selÂhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, icin icin ağlayıp gozyaşı dokmekti). Hanımım dediğimi yaptı. Cocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıl koşuşuyordu. Elinden tutup daha once kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını soyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan cırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım uzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye calışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gomdum.”

Adam bunu anlatırken Allah Resûlu ve yanındakiler hıckıra hıckıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: “Be adam Resûlullah’ı, huzun icinde bıraktın!” deyince, Efendimiz, adama: “Bir daha anlat” dedi. Adam hÂdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin gozlerinden suzulen yaşlar mubarek sakalından aşağıya akıyordu(1). Allah Resûlu hÂdiseyi tekrar ettirmekle sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte siz İslÂm’dan evvel boyleydiniz. Tekrar tekrar anlattırdım ki, İslÂm’ın size kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış olasınız!”

Bu acılardan acı misÂlde gorulduğu gibi, o gun insanlık muthiş bir buhran geciriyordu; hergun colun karanlıklarında binbir fezÂyiin yanında bir de derin derin cukurlar kazılıyor ve nice masum cocuk onların icinde can veriyordu. Beşer, vahşette sırtlanları coktan geride bırakmıştı. Dişsiz olanın hakk-ı hayatı yoktu ve mutlaka bir dişlinin keskin dişleri arasında paralanmaya mahkumdu. Cemiyet bunalımlar icindeydi. Bu bunalımlara “dur” diyecek kimse de yoktu.

Değişen Değerler

Evet, cemiyet oyle bir hÂle giriftar olmuştu ki;

- butun insanî değerler ters yuz edilmiş,

- fazîletler ayıp, ayıp ve kusurlar ise birer fazîlet gibi itibar gormeye başlamıştı.

- Canavarlık alkışlanıyor ve insanlık horlanıyordu. Kurtlar coban olmuş calım cakıyor; koyunlar bu merhametsiz cobanların elinde inim inim inliyordu.

- Fuhuş, zina, ahlÂksızlık oyle yaygınlaşmıştı ki, coğu kimse babasını bilmiyor ve tanımıyordu. Haseb ve nesep butun butun kuruyup gitmişti.

- İcki ve kumar hic de ayıp sayılan şeyler değildi.

- İnsanları hor gormek, aşağılamak normal bir hÂdise gibi değerlendiriliyor, ceşit ceşit spekulasyonlarla insanlığın kanını emmek marifet ve akıllılık sayılıyordu.



İşte butun bu olup bitenlere “dur!” diyecek bir “İksir Sozlu”ye ihtiyac vardı. İhtiyac o derece şiddetli idi ki, birden Rahmet ihtizaza geldi ve derken Efendiler Efendisinin risalet vazifesiyle gonderilmesine bÂdi oldu ve O’nun gelişiyle birden her şey değişiverdi. Evet, Dev Şair Ahmed Şevki’nin de dediği gibi:



“Hidayet doğdu, kÂinat butunuyle ışık oldu
Artık zamanın dudaklarında tatlı bir tebessum ve sen var”

Karanlık olan zaman ve mekan, Hz. Muhammed AleyhisselÂm’ın getirdiği ışıkla tebessum eden bir gul demeti haline geliverdi ki seneler sonra, hicret esnasında Medine halkı O’nu karşılarken:

“Seniye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her du ve da’vette bulunan, du ve da’vette bulunduğu muddetce uzerimize şukur vacib oldu” 3.

Butun bu duyguları dile getiren nağmelerle karşılayacaklardı. Evet işte tertemiz nÂsiyeliler, tertemiz ağızlarıyla bu tertemiz nağmeleri terennum ediyorlardı.



1) Bkz. İbn Kesir Muh. 3/82.
2) Muslim Faraiz 14.
3) Bkz. Muslim Faraiz 14, Buharî Tefsir-i Sure-i Ahzab 33, İstikraz 11 - Musned 3/311.





M. Fethullah Gulen

__________________