Tasavvuf, ebedî saadete nÂil olmak icin nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zÂhir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kÂlden ziyade bir hÂl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapılmıştır. Tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, mutasavvıflarca ceşitli şekillerde tarif edilmiştir. Bu tariflerin, her sofînin işgal ettiği makama gore yapıldığını gozden uzak tutmamak gerekir.
* * *
MA'RÛF EL-KERHî:
"Tasavvuf, gercekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gonul bağlamamaktır.1
Gercekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye calışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini duşunmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini oğrenmek demektir. Zira halk, yalnız gorulen evsaftan bazılarını gorur gecer; Ârif tetkik ile mukelleftir.
SERİYY-Î SAKATî:
"Tasavvuf uc manayı icine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera'ın nûrunu sondurmez, 2) Kitab ve sunnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i bÂtından bir soz ile konuşmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah'ın mahrem olan sırlarını acıklamaya sevk etmez.2
Tarikatte ilim
Bu uc maddeyi acıklayalım:
1) İlim ve takvÂ: Meşhur buyuk murşidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi one almışlardır. Cunku ilimsiz yola cıkılmaz; cıkan yolu sapıtabilir. İlim, oncunun elindeki en kuvvetli ışıktır. İlimsiz amel hederdir. Ummî urefÂnın bilgileri de ilimdir.
"Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmuş. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel değil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-ı Hak nazm-ı celîlin-de, mealen:
"Kulları arasında ancak alim ve arif olanlar Allah'ı haşyetle ta'zim ederler"3 buyurmuştur.
Tarikatte irfan
İrfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabı arasında derecesi ilmin fevkindedir. İlim yoluyla anlaşılamayan birtakım hakikatler, seziş, feraset, keşf u keramet tarikiyle anlaşılabilir.
Kıymetli profesorlerimizden merhum Necati Logal'in dediği gibi, şarkın ikinci Mevlana'sı olan, buyuk mutasavvıf alim, "Rûhu'l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursalı İsmail Hakkı hazretleri "Kenz-i Mahfî" adıyla te'lif etmiş olduğu eserinin başında, meşhur olan "Kuntu kenzen mahfiyyen"4 vedzesi icin.
"...Hadis-i menkûl gerci inde'l-huffÂz sabit değildir. Nitekim İmam Suyûti "Durer-i Munteşire" nam kitabında "la asle lehu" demiştir. Feemm inde'l-mukaşifîn hadîs sahihdir. Zira huffÂz sened ile naklederler; mukaşifûn ise fem-i Nebevî'den bizzat ahzedip soylerler ve bir nesnenin sened-i mÂlûmu olmamaktan fî nefsi'l-emr adem-i subûtu lazım gelmez; belki keşf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kaşifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-ı tam ve hakka'l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu'tekidlere gore huccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire gore burhan olmasın. Zira onlar huffÂş gibidir ki afitÂb-ı rûşeni goremez ve ayne'l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile değildir ve bazı kutub-i mu'teberede gelir ki:
"Davud aleyhisselam şoyle soyledi:
"Ya Rabbi! Mahlûkatı nicin yarattın?"
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
"Yani Hazret-i Davud aleyhisselam munacaatında sırr-ı halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-ı Kibriya'dan kelam-ı mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi'l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye'den olmuş olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak kucuk bir kitab haline getirmiştir.
Kitab ve sunnetten ayrılmamak
2) Kitab ve sunnetten ayrılmamak: Bir mutasavvıfın Kitab ve Sunnet dışı soz ve hareketi, kendisi hakkında şuphe uyandıracağı gibi, mensup olduğu tariki de zan altında bırakır. Her ne kadar kat'î naslar haricinde teferruat-ı mesÂilde, muhtelif ehl-i sunnet ictihadlarıyla amel eden erbab-ı tasavvuf, zÂhir ulemÂsı gibi muhtardır. Sofî, bu bir ilim-i batındır diyerek Kitab ve sunnetin zahirine muhalif bir soz soylemez.
3) Kendisine munkeşif olan hakÂyıkı her zaman, herkese, her yerde acıklamaz; zamanını yerini ve adamını bilir.
EBÛ HAFS EL-HADÂD:
"Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
Tasavvuf edeb-i Muhammedi'dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahalluk etmektir. Bu ef'ali de, ahvali de cÂmi'dir.
"Edeb İlahî nurdan bir tactır ki, onu başına gecirdikten sonra istediğin yere gidebilirsin".
Edebin gerek tarifi, gerek izahı babında pek cok soz soylenmiştir; ileride bunlara tesaduf edilecektir .
Bu cok şumûllu vasf-ı umumînin en yuksek mertebesi şu iki beyitte tecelli eder:
"Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddup ederek ancak zikir ile meşguldurler. O yuce şahsiyetler rızaya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek icin teşebbuse gecmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir."
Bu babda Hafız ŞirÂzî'nin beyti cok ÂrifÂnedir:
"İhtiyac icindeyiz ve birşey istemiyoruz. Kerim-i Muteal huzurunda istemeye ne luzum var".
Hind'in meşhur şairi Feyzi Hindî de:
"Madem ki bizim ihtiyaclarımızı kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evÂmir ve hikmet-i rabbÂniyeyi idrakten acizdirler.
Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanızı kabul edeyim. Cunku bana ibadetten buyukluk taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmuştur.
Biz de, şair Ziya Paşa ile hemzeban olalım:
İdrÂk-i meÂli bu kucuk akla gerekmez,
Zira bu terazû o kadar sıkleti cekmez.
Olunceye kadar kulluk et
Bazıları bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandırırlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vucud felsefesini benimsemiş zanneden vahdet-i vucudcular, boyle beyitlere ve cumlelere yukarıdaki manayı vererek, teklifi ıskat etmiş olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (olunceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki olum ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te'vil etmelerine benzer. Yani "Olunceye kadar Rabbine ibadet et" manasını, "Hakk'a yakîn peyda edinceye, yani manen yukselip olgunlaşıncaya kadar ibadet et" yollu te'vil ederler ki, bu hukum daha hayatta iken tekÂliften kurtulmak icin kacamak yoludur.
Bunlar: "O'nda, kitabın temeli olan kesin manalı ayetler vardır, diğerleri de ceşitli manalıdırlar (muteşabih ayetlerdir). Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne cıkarmak, kendilerine gore yorumlamak icin, onların muteşabih olanlarına uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hukme mustehak olurlar.
EBÛ'L-HUSEYİN EN-NURİ:
"Tasavvuf ne şekil, ne de ilimdir; o sadece guzel ahlaktan ibarettir. Eğer şekil olsaydı, mucahede ile hasıl olurdu, ilim olsaydı oğrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten şekil ve ilim maksadı hasıl etmez. Tasavvuf, Hakk'ın ahlakıyla mutehallî olmaktır."10
"Biz dahi alırdık, otuza kırka"
Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resulullah'ın ahlakı ile ahlaklanınız"11 hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlunun sıfatları ile ittisÂf calışmaktır.
Dervişlik olaydı tÂc ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka.12
"Tasavvuf, hurriyet, kerem, merÂsimi terk ve comertliktir."13
Tasavvuf, kerem ve comertliktir, yoksa kuyûd ve merasim değildir. Sofî, elinde bulunan nimetten başkasının istifadesini duşunen adamdır. Şeyh Sa'di:
"insanın şeref ve haysiyeti, lutuf ve keremi, ihsan ve atÂsıyla, sehÂsıyla olculur; insanlığı da Hakk'a şukretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlaşılır. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yokluğu, varlığına mureccahdır".
"Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak'tan nasibini istemektir".
Emeller ve elemler
Tasavvuf, kendi isteklerini bırakıp, Hakk'ın takdirine razı olmaktır. Cunku insanın emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gonlu diğerine takılır. Bu suretle de kalb Hak'tan cud kalır. Bundan dolayı emele, elem bozuntusu demişlerdir.
Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, başka bir emelin bidÂyetidir. Bu suretle emel silsilesi olunceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk'a bağlanılmış olur. Emelin terki dunyayı, işi gucu matıyye-i nefsi, yani vucudu, nefsini ihmal etmek demek değildir. Hayatın tabiî icaptan hicbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete şukru bırakıp, daha fazlasını istemek, emel peşinden koşmaktır. Eğer eldekine hakkıyla şukur edilse Cenab-ı Hak nimetini artıracağını beyan buyuruyor:
"Rabbiniz: Şukrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankorluk ederseniz, bilin ki azabım pek cetindir, diye bildirmişti".14
Şukur nasıl yapılır?
Şukrun ne olduğunu iyi bilmek lazımdır. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi şukur el-hamdulillah" demekle şukur ifa edilmiş olmaz. "Şukur odur ki, her aza ne icin yaratılmış ise, ona sarfetmektir".15
Her nimetin şukru kendi cinsiyle eda edilir. Nasıl ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardım yaparak iyilik etmek suretiyle servetin şukru eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradını doyuracak bir kap yemeğin yerine, mesela uc kap yemek yer ve bir kap yemeği bulamayan yakını, komşusu veya tanıdığını duşunmez, onları doyurmaya calışmaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasında ağzıyla binlerce defa "Ya Rabbi şukur" dese, hicbir zaman şukrunu eda etmiş olmaz. Her oğun etini, sebzesini, tatlısını Hakk'ın lutfuyla te'min etmiş olan kimse, eğer takva yolunda yaşamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karşı sorumluluğundan kurtulmak istiyorsa, bir gun et, bir gun sebze, bir gun tatlı yiyerek, diğer iki nimeti munavebe ile ihtiyac sahiblerine yedirecektir.
Bunu, Hakk'ın rızası icin yapmak en buyuk sofuluktur. Boyle yapan: "Onlar, icleri cektiği halde, yiyeceği, yoksula, oksuze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve: "Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri şeyin arıdından başa kakmayan ve ez etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar uzulmeyeceklerdir"17 saffında bulunanlar arasına girer ki, işte evliyÂullah bu zumreye dahil olanlardır.
SEHL BİN ABDİLLAH ET-TUSTERî:
"Tasavvuf, az yemek, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşmak ve insanlardan kalben uzaklaşmaktır".18
Cunku tokluk insanı gaflete ve şehvete sevkettiği gibi, verdiği rehavetten dolayı hakkıyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun icin kanaatkarlık ve perhizkarlık yapan, yani eline gecenle yetinen ve fazlasını muhtaca veren, ancak Cenab-ı Hakk'ın huzurunda rahata kavuşabilir; bu hususta sorumluluğu kalmaz.
Yani helalinden cok kazanmak icin fazla calışacak, yeteri kadarını kendisine ayırdıktan sonra, kalanını muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilallah" dedikleri yalnız Hakk'a arz-ı ihtiyac edip, halkın elindekilerden mustağni olmaktır. Mustağni olan sofînin nazarında,
"Mustağni o kimsedir ki, ona gore bir başakla, bir harman arasında fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, başkalarının elindekini de oyle gorur.
"Tasavvufun aslı, Kitab ve sunnete yapışmak; hevÂ, heves ve bid'atleri terk etmektir".19
Tasavvuf, ahkÂm-ı dine ve sunnet-i Resûl'e sarılmaktan ibarettir.
AMR BİN OSMAN EL-MEKKî:
"Tasavvuf, zamanın en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile meşgul olmasıdır".20
Uyku ve hacatın kazası gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile meşgul olmasını da tasavvufun tarifi icine almıştır ki, bu da bir zikirdir.
SUMMUN EL-MUHİB:
"Tasavvuf, hicbir şeye malik olmamak ve bir malın esiri bulunmamaktır".
Hicbir şeye malik olmamak, mal ve mulkunu nefsine mal etmemek, o malda başkalarının hakkı bulunduğunu, asıl sahibinin Maliku'l-Mulk olduğunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek kucuk bir haznedar olduğunu bilecek ve ona gore davranacak, sûret-i sarfı Kur'an'dan oğrenecektir. Hicbir zaman kendini mal u menÂl sevgisine kaptırmayacaktır. İşte o zaman masivadan ilgisini kesmiş olur.
"Eğer sende dunya ile kıl kadar ic rabıtası bulunursa, senin Hakk'ın manevî nimetlerinden mahrum kalmaklığın tabiîdir. O kıl kadar alaka bir zunnar, yani alamet-i kufurdur ki, insanı şirk-i hafiye goturur, harem-i İlahî'de de namahremdir, yabancıdır".
Kıl kadar kalsa vucudundan eser,
Alamazsın kıl kadar andan haber.
Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne guzel beyan eder:
"Hak'tan başkasına olan rabıtanı kesmedikce, butun ibadetlerin boşunadır. Bu alakadan başını koparıp kurtarmadıkca, başını secdeye koymaya mustahak değilsin".
Yine Kelim başka bir beytinde şoyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dunyanın levazımındandır, yalnız neş'esi değil, hem de zînetidir, susudur. Hukumdarların zindanlarında mahkumlara vurulan zincir şakırtıları, hapishanenin ihtişamını gosterir".
Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mumkun değildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onları memnun etmek icin sarfedilen gayretleri ve a'mal-i hayriyye, bu dunya neş'esinin zaruretleridir. Nasıl olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. İşte, zincire kıymet vermemek, zindan hayatının serbest, kayıtsız, zincirsiz hayattan farklı bir yaşayış olmadığını nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti duşunmek, eğer bu hal seni uzuyorsa, "Gercekten, guclukle beraber bir kolaylık vardır"21 ile muekkeb tebşirat-ı subhÂniyyeyi duşunerek, butun kayıtlardan ruhun selameti icin sabra sarılmayı bilmek lazımdır.
CUNEYD-İ BAĞDADÎ:
"Tasavvuf, Hakk'ın seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
"Tasavvuf, mÂsiv ile alakayı keserek, Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır".22
Masiva ile alakayı kesmek demek, Hak'tan gayrı olan herşeyi terketmek demektir.
Masiva şÃ‚ibesinden dili tathîre calış
Pertev-i hikmet u irfan ile tenvire alış.
Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk'ın kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan guneşiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini araştırmaktır; irfan ise bir nevi' sezerek anlayıştır, ayrı bir mevhibedir.
MÂsiv nasıl terk edilir?
Acaba bu masiva nasıl terk edilecektir? Bunun icin ashab-ı tarik birtakım yollar gostermiştir. Bunların arasında uzerinde en cok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapılacağını iyi bilmek lazımdır. Yoksa şairin:
"Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gonul gunaha girilecek bir iş duşunecek olursa, bizzat gunahın kendisi, yani onu bize telkin eden şeytan, bu tevbemize gulecektir".
NÂbi de bu manada şoyle soyler:
Leb zikirde amm ki gonul fikr-i cihanda
Kaldı arada subha-i mercan mutereddid.
"Bizim dudaklanmız zikr-i Hak'la meşgul iken, fikrimiz dunya işleriyle alakalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddutte kalır".
Maddeye gonul vermemek
Şimdi sÂlikin masivadan kendisini nasıl sıyırabileceğini du-şunelim:
İnsan, hayatı muddetince masiva ile beraber yaşar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yaşamak icin yiyecek, icecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, butun hayatî ihtiyaclara bağlanacağı gibi, mehÂsine de gonul verecektir. İşte, tarikat dervişe zikir, fikir ve aşk yoluyla bunları gonulden nasıl cıkaracağını bildirir.
Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gonul vermemek, ona bağlanmamak demektir; yoksa madde ile meşgul olmamak demek değildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karışacak, kendi işini ve başkalarının işlerini yapmaya calışacak, mukadderse zengin olacak, hicbir surette Hak'tan ayrılmayacaktır. Fakat bunun bunlara gonlunu bağlamıyacak, Maliku'l-Mulk'u duşunecek, bugun kendi elinde Hakk'ın emaneti ve atası olan her turlu nimetin, yarın başkasının eline gecmesinin tabiî olduğunu teemmul edecek ve kaybından dolayı asla muteessir olmayacaktır.
Bir mutasavvıf şairin:
Ehl-i tevhid olmak istersen sivÂya meyli kes,
Ac gozun merdÂne bak, Allah bes bÂki heves.
Dediği gibi, Hak'tan maÂdasına gonulde yer veren kimse, muhabbet ve aşk ile şirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazı tarik erbabı "Hakikate, mecaz koprusunun gecilerek varılır" demişlerse de, erbabı, bunun hududunu tayin eder.
Mal ve nefisle mucadele
"Tasavvuf, sulh ile değil, cenk ile hasıl olur".23
Tasavvuf, mucadele ile elde edilir. Cenab-ı Hakk'ın emri, once mal ile, sonra nefisle mucadele etmektir. Mal ile mucahede, zaruriyyat-ı şer'iyye dışında kalan servetini, malını, mulkunu infak etmek suretiyle yapılır. ZaruriyyÂt-ı şer'iyye, kendisinin ve ailesinin yiyeceği, yiyeceği, yakacağı, yatacağı şeylerden ibarettir. Bunun dışındakini infak etmek Allah'ın emri muktezasıdır. Kur'an-ı Kerim'de:
"Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artanı!"24 buyurulmuştur.
İnfak hakkındaki butun ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
Nefis ile mucahedeye gelince: Nefsin meşru olmayan butun dileklerine karşı gelmektir. Nefsiyle mucadele, vatana saldıran duşmana karşı cihad, sulh zamanında memleket icinde zulme karşı mucahede, hakkı korumak icin yapılan cabalar, nefsinin hevesatına kapılmamak icin her turlu mehÂrim ve mekÂrihten ictinab, nefis ile mucahede medlûlunde mundemictir.
"Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve işlenmek suretiyle de ameldir".25
Toplum icinde, halk arasındaki derecat-ı mutefÂviteyi, mahlûkatın tenevvu'-i bi-nihayesini, sibgatullahın renk renk tecellîlerini gorup zikretmek ve bunu gormeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a'mÂl-i sÂliha ile ornek olmak tasavvuf ehlinin başlıca şiÂrıdır.
"Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim olduğu bir vasıftır. Cuneyd'e: O Hakk'ın sıfatı mıdır? dediler, O da: Sıfat olarak "Hakk'ın, resim olarak halkındır, diye cevap verdi".26
Hazret-i Cuneyd'e tasavvufun ne olduğunu sordukları zaman: "O bir hÂldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmuş. "Bu hal Hakk'ın sıfatının tecellîsi midir, yoksa halkın evsÂfından mıdır? denilince: "Sıfat olarak Hakk'ındır, merasim ve şekil olarak da halkındır" demiştir.
Allah ve Resûlunun ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlullah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlunun evsafıyla muttasıf olmak demektir. İmdi, butun esma-i husna ve evÂmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sunnet-i resûl kezÂ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir. Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder. Sîrete ittiba ile sunnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlullah'ın ahlakıyla ahlÂklamnız" hukmu zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne guzel hulasa etmiştir:
"Hayatın oyle gecsin ki, oldukten sonra bir yolun toprağı olursan; senin ustunden gecenlerin yolun tozundan bile muteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:
Ne semmet bulbulun verdin, ne de hÂrden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyÂrden incin
Ne sen bir kimseden Âh al, ne Âh u zÂrden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cuneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cuneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine gore mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve gunaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şoyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, cunku bu kainatın esrarı senin ve benim gozume kapalıdır ve oyle kalacaktır".
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serÂire ıttılÂın verdiği saf ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkca kalbte husûle gelen itminan insana en buyuk huzuru verir. Butun efal u muamelatında Hakk'ın rızasını duşunmek, halk ile rastgele munasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr u sulukun icabıdır.
Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mÂsivallahdan mustağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyac icinde bulunulmasına rağmen mustağni gorunmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse zull-i suale (dilenme alcaklığına) kapı acıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir gunaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, huviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mubÂhada bile hayrı gozetmektir.
ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30
EBÛ MUHAMMED EL-CUVEYNî:
"Tasavvuf ahvÂli kontrol etmek ve guzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın icinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp icin calışmaktır.
EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gozle gormektir, yahut butun noksanlardan munezzeh olanı muşahede etmek icin her noksandan gozu yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da muşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan gorur. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine gore bir ayb, kusur ve noksanı vardır. Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yuz gosterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "YÂrsız kalmış cihanda aybsız yÂr isteyen" der ki, her guzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur. Fakat erbab-ı tasavvuf hicbir şeyde noksan aramıyacaktır. Noksandan goz yumacak, yani noksanı gormeyecek, noksan gorduğu zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vucudun bir ayıptır. Bunun uzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sozu insanın baştan aşağı kusur olduğunu gosterir.
"Kusûf guneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da guzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu soyliyeyim deme; cunku sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsun; halkın ise binbir dili vardır. Gozlerin sana, başkalarının ayıplarını gosterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gozu sana bakıyor, de".
EBÛ'L-HASAN EL-MUZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte muntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir. Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nufûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet duşunulerek tabiî karşılanmasıdır. Hele kendini aradan cıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını duşunecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:
Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vÂr
Saff-ı na'le terk kıldım kufru de imÂnı da.
Beytinden de anlaşılacağı uzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medÂrdır. İman itaat, kufur isyandır. Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından kufur mefhumu zihne tebadur etmiyeceği icin lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı subhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût icin kufur mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam icinde Âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. İmana inkardan gecilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor. Bu, insan icin bir salah-ı kullî mertebesidir ki, her kula muyesser olamıyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne cıkarmakla mumkun olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, sullem-i rızadan, arş-ı hakikate yukselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları ustune yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan cıkarmayarak, evamire mulÂzemet, nevÂhiden mucÂnebet, Allah ve Resulune ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın icinde onlara rehber olarak calışmakla mumkundur. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin gorup idrak etmesi mumkun değildir.
Kişinin huviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum icindir. HavÂss-ı mumtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapca bir beyit şoyle der ki: "Kişi işiyle kendini gostermedikce, derece ve huviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkca ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecÂt, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır. Tafsili vahdet-i vucûd bahsinde gelecektir.
EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mÂtuf bulunduğu icin, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yukselir. Fakat bu keyfiyet daha cok teslîke muktedir ki bir murşid-i kamilin himmetiyle vucûd bulur.
EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atÂsına rıza ve hakikatleri aramak icin dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda gecti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek coktur. Bir Arap şairi şoyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere gecerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır icin yapılan muhaceretler de boyledir.
EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Luzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, orfun, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir. İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hic bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur. Bu yalnız sofî icin değil, medenî her insan icin luzumlu bir vasıftır.
EBÛ'L-HASAN EL-BUŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lÂhik olduktan sonra, olume kadar devam eder.
Bağlıdır dÂman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay u hûy-i ehl-i dunya bitmeden dunya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Umid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şoyle soyler:
Ummid cihandan da buyuk, zevk ise mahdûd
Her saati omru emel-efz elem-efzûd
MÂzi mutevÂli ezelî sÂye-i memdûd
Mustakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vucûd-i adem-Âlûd.
Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın umitleri ve amelleri cihandan da buyuk, yani sonsuzdur. Omrun her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır. Maziye donup baksan, uzayıp gitmiş bir golge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. HÂl denen zaman ise, izafî bir varlık. Bu dunyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hÂl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur. BinÂenaleyh boyle yokluğa muncer olan varlıktan feryad!
İşte insana duşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam icinde calışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.
EBÛ AMR BİN EN-NECÎD:
"Tasavvuf, emir ve nehiy hayatında sabretmektir, yani Cenab-ı Hakk'ın emirlerine rÂm olmak, nehyettiği şeylerden de kacınmaktır".40
Emir ve nehiyleri gonulden husn-i telakki etmek, bunların icrasında veya sakınmasında gucluk varsa, onlara tam bir inkıyad ile sabretmek, tasavvuf ve sulûk icabıdır.
ŞEYH EBÛ ÎSHAK İBRAHİM EL-KARZÛNÎ:
"Tasavvuf, iddiaları terk ve manaları gizlemektir."41
Tasavvuf erbabı, bir iddia sahibi olmayacaktır. Bildiği hakikatleri muhatabının seviyesine gore acıklayacak, muhatabının umumî bilgisinin kavrayamayacağı hakayıkı tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu boyledir, diyecek, ne de anlaşılmayan ve işitilmemiş mefhumları rastgele acıklayacaktır.
"Her bilenin ustunde daha iyi bilen vardır"42 ayet-i kerimesi onun dustur-i reşÃ‚deti, "İnsanlara, akıllarının aldığı derecede hitap ediniz" vecizesi sozlerinin rehberi olacaktır.
----------------------------------------------------------------
1_ Kuşeyrî.
2_ Kuşeyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ FÂtır sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzul Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mu'min sûresi, Âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i İmran suresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meşhur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ İbrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Turk Ahlakcıları, c. I, s. 39.
16_ İnsan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sulemî. s.21.
20_ Kuşeyrî, s. 148.
21_ İnşirah sûresi, ayet: 6.
22_ Kuşeyrî, s. 148.
23_ Aynı eser, s. 149.
24_ Bakara sûresi, ayet: 219.
25_ Kuşeyrî; s. 149.
26_ Tezkire.
27_ Aynı eser.
28_ Aynı eser.
29_ Tabakat.
30_ Nefehat Terc., s. 156.
31_ Kuşeyri s,127.
32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuşeyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, Âyet: 3.
35_ Âl-i İmran suresi, Âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Aynı yer.
41_ NefahÂt Terc.
42_ Yûsuf sûresi, Âyet: 76.
__________________
İleri Gelen Sofîlere Gore Tasavvufun Tarifi
Dini Bilgiler0 Mesaj
●33 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- İleri Gelen Sofîlere Gore Tasavvufun Tarifi