Ehadiyet; birlik, teklik mÂnÂsına gelen “ehad” kelimesinden turetilmiştir. “Bir” demek olan, ferd ve vÂhid mÂnÂlarını da ihtiva eden ehad, mÂadÂyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mubalÂğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vÂhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lÂfzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hicbir şeyin ona, onun da hicbir şeye nisbeti soz konusu olmayan bir kelimedir ve ZÂt-ı Ehad u Samed’in has sıfatıdır. Ehadiyet Âlemi ise boyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. VÂhidiyet sıfÂtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla ZÂt-ı Mutlaka ve Sırfe’ye -esm ve sıfÂt mÂnÂları meknî- nazırdır. HulÂsa ehadiyet, butun kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, butun lÂhutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.

Bazılarının zannettiği gibi, ehadiyet mulÂhazası ile esm ve sıfÂt-ı subhaniyenin yok farz edilmesi veya -feteÂlÂllÂhu amm yezunnûn- bunların mutelÂşi olup gitmesi soz konusu değildir. Soz konusu olan, esmÂ-i ilÂhiye ve sıfÂt-ı subhaniyenin muessiriyet, tecelli ve inkişafları mahfuz, bir zÂt-ı mutlaka-i sırfe mulÂhazasıdır. Buna, ulûhiyet dairesi muvacehesinde, her şeyin kendine bakan yonuyle fani ve mÂdum sayılmasına, rububiyet Âlemi itibarıyla butun varlığın O’nun vucuduna bir ayna olmasına, vÂhidiyet mertebesinde de esm ve sıfÂt-ı ilÂhiyenin bir guneş gibi her şeyi golgede bırakmasına mukabil, ehadiyet ufkunda ZÂt-ı Mutlaka’dan başka hicbir şeyin mulÂhazaya alınmaması da diyebiliriz.

Diğer bir yaklaşımla, vÂhidiyet tecellisi itibarıyla, esm ve sıfÂtın ziyası karşısında butun varlık ve eşyanın, tıpkı guneş karşısında kaybolan semavî cirmler gibi – “ حَقَائِقُ الأشْيَاءِ ثَابِتَةُ ” sozuyle anlatılan gercek mahfuz ve melhuz- muzmahil olup gitmesine mukabil, ehadiyet mulÂhazasında, hakikat-ı nefsi’l-emriyelerine rağmen esm ve sıfÂt dahi “min vechin” gaybet-i mukayyedeye girer ve butun idrak ve ihsas ufkunu, ehadiyet-i ilÂhiye veya subuhÂt-ı vechin şuaÂtı tutuverir; tutuverir de ZÂt-ı Baht’a gore ağyar sayılan her şey bir mÂnÂda silinir gider. Bu itibarla, ehadiyetten maksat -burada kelÂmcıların, sıfÂt-ı subhaniyenin, ZÂt’ın aynı veya gayrı olmaları mulÂhazalarına girmeyi gereksiz goruyorum- ZÂt-ı Mutlaka ve Sırfe’dir. Şoyle ki ehadiyet mulÂhazasında, esmÂ-i ilÂhiye ve sıfÂt-ı rabbaniye bizzat nazara alınmamakta, his, şuur, idrak ehadiyetin nÂkÂbil-i idrak olması mulÂhazasıyla hayret ve dehşet yaşamaktadır. VÂhidiyette ise butun merÂy ve mecÂlî, esm ve sıfÂtın zuhur alanı hÂline gelerek her şeyi kaplamaları gibi bir durum soz konusudur.

LÂhut, rahamût, hatta bir mÂnÂda ceberût Âlemleri, ehadiyet tecellilerinin -al merÂtibihim- mahall-i taayyunleridir ve bu Âlem, aynı zamanda, munezzeh, muberra, mukaddes lÂhut Âleminin de “bi gayri keyfin ve idrakin ve darbin min misÂlin” mahall-i tecelli ve inkişaf sahasıdır. “Kenz-i mahfî”nin “ لأَعْرَفَ ” ufkunda celÂlî ve cemalî acılımı bu mebde-i taayyunle başlamıştır/başlamaktadır. Bu itibarla da bu Âlem, butun izzet, azamet ve kahırların yanında, umum lutufların, ihsanların, hususî iltifatların da mahall-i tevziidir. Ve burası aynı zamanda, Hazreti ZÂt’ın kendi zÂtına, kendi ef’aline, kendi san’at ve ÂsÂrına muhabbetini ifade ettiği; edip onu ruhlarımıza duyurduğu; vicdanlarımızı aşk u şevkle şahlandırdığı cÂmi bir ayine-i “Samed” ve vÂhidiyete de bir acılma merhalesidir.

Evet, ehadiyet Âlemi, vÂhidiyet dairesi onunde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı subhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair soylenebilecek sırları soyler; soyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı “Bismillahirrahmanirrahim” ve “Kul huve’llÂhu Ehad”ı okuyabilir. Yani Allah, ilÂhiyetinde vÂhid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfÂt-ı subhaniyesinde tek ve yekt bulunduğu gibi esmÂ-i ilÂhiyesinde de Ferd u Samed’dir.. evet Allah, zÂtında vÂhid, vucudunda vÂhid, rahmaniyetinde vÂhid, rahimiyetinde vÂhid, rezzakiyetinde vÂhid, hallÂkiyetinde vÂhid... bir VÂhid u Ehad’dir.

Daire-i ulûhiyet, butun esm ve sıfÂt-ı subhaniyeyi cÂmi -İsm-i ZÂt’ın umum esmÂ-i husnayı bittazammun ve bililtizam iktiza etmesi bunu gostermektedir- Âlemler ustu bir Âlemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bittafsil zÂhir-bÂtın hemen her Âlemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir Âlem-i munkeşife ve muteayyine, vÂhidiyet de ikinci bir Âlem-i tafsil ve taayyuniyedir. Bu acıdan ulûhiyette cÂmi ve şamil celÂl edÂlı bir cemal, ehadiyette mutesavi bir tecelli-i celÂl ve cemal, vÂhidiyette ise cemal inkişaflı bir celÂlden soz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vÂhidiyette, vÂhidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette gorup konuyu oyle yorumlayanlar da vardır. Boyle bir yaklaşım “Bismillahirrahmanirrahim”deki zÂt, sıfat ve ismin ifade ettikleri mÂnÂya da uygun duşmektedir.

Esm ve sıfÂtın zuhur ve hafÂsı, tabir-i diğerle, munhasıran Hazreti ZÂt’ın nazara alınması ya da esm ve sıfÂt mulÂhazasına iktiran icinde duşunulmesi itibarıyla iki ana merhalenin -bu mutalÂa da yine zaman mulÂhazasından tecerrud edememeye bağlı bize ait bir nakîsanın ifadesi- mevcudiyeti soz konusudur:

İlk merhale, esmÂ, sıfÂt ve daha değişik izafÂt ve itibarların min vechin mulÂhazaya alınmadığı ehadiyet mecl ve aynasıdır ve aynı zamanda zÂhir ve bÂtının da birleşik noktası sayılmaktadır. Bu itibarla da ona umumiyetle “berzahiyyetu’l-kubr” denegelmiştir. “Taayyun-u evvel” bu merhalenin ayrı bir unvanı, hakikat-ı Ahmediye ise -ehadiyet ve vÂhidiyetteki farklı mutalÂa turunden, “hakikat-ı Ahmediye” ve “hakikat-ı Muhammediye”yi tercihte de benzer bir mulÂhazadan soz edilebilir- en yaygın ve en cok kullanılan isimdir.

İkinci merhale, esm ve sıfÂtın zuhur, tecelli ve inkişaf alanıdır ki, bu Âlem melekût ve mulk şeklindeki tafsilin de nokta-i evvelidir. VÂhidiyet ufku da diyeceğimiz bu merhale, ozunde melhuz ve mermuz bulunan kesretin, tecelli-i esm ve sıfÂt karşısında mutelÂşi olup gittiği dairedir. “Ayn-ı sÂniye” bu dairenin en mÂruf unvanı, “menşe-i mÂsiv” tecelli alanı itibarıyla en meşhur adı, “Hazretu’l-Cem” de hususiyetinin sıfatı olarak anılagelmiştir.

VÂhid ve dolayısıyla da vÂhidiyet, hÂricen ve zihnen terkip, taaddut ve bunları gerektiren ya da bunların gerektirdiği cismaniyet, tahayyuz gibi durumlardan, muşareket, mumaselet gibi şaibelerden munezzehiyetini ve sıfatı bulunduğu Hazreti Mevsuf’un butun vucuhuyla vÂhidiyetini; kesret-suret, cevher-araz gibi şeylerden muberra olduğunu gosteren bir vasıftır. Bu, butun guzelliklerin -celÂlî bile olsa- lutufların, ihsanların, mukafatların inkişaf ve zuhurlarının da kaynağıdır. Aynı zamanda bu mukaddes ve muteal merci-i mubarek, -idrak ve ihata edilebilirlik mulÂhazası acık- pek cok hakikî ve izafî guzelliklerin de menbaı sayılmıştır. İsterseniz siz buna, celÂlin, mertebe-i kemaldeki zuhurunun, cemal şeklinde tecellisi de diyebilirsiniz.. aslında, butun cemal ve kemaller, butun celÂl ve azametler O’nun cilve-i cemal ve celÂlinin bir golgesi, hatta golgesinin golgesi mesabesindedir.

Ehadiyette, ulûhiyet ve rahmaniyete bakan -bu bir itibara gore boyledir, bu mulÂhaza-i vÂhidiyet icin duşunen mutemet insanların sayısı da az değildir- bir ihata edilmezlik, bir nÂkÂbil-i idrak olma keyfiyeti soz konusudur. Evet insan, her zaman ehadiyetle mufad celÂlî tecelliyi kavrayamayabilir; zira onda, ulûhiyet ve rahmaniyet tecelli dalga boyunda bir kulliyet, bir umumiyet ve dolayısıyla da goz kamaştıran ve gormeye mani azamet ve izzetin kuşatıcılığı bahis mevzuudur. İşte bu hÂliyle de o muhittir.. ve dolayısıyla da ihata edilmesi imkÂnsızdır. Bu durumda da vicdanlar bir tenezzul ve daha farklı bir inkişafa ihtiyac duymaktadırlar. Kur’Ân-ı Kerim’in bazı yerlerde ortaya koyduğu boyle bir tavr-ı tenezzulun, vicdanların ihtiyacını karşılamak uzere bu kabil bir inkişafa baktığı soylenebilir: Kur’Ân, cok defa, kÂinat ve hÂdiseleri nazara verdiği aynı anda, gorulup hissedilebilen, okunup anlaşılacak olan cuz’iyyÂt dairesindeki bir şefkat, bir merhamet, bir nizam ve bir Âhengi hatırlatarak, ihata edilmezler uzerine kavranılabilirlik merceğini koyup her şeyi doğru okumamızı sağlar ve bizi muhit olanın ihata edilmezliği karşısında hayrette bırakmaz.

Ulûhiyette bir celÂl-i kÂhir ve bu celÂlin zirvesinde de bir cemal-i bÂhir numÂyandır. Zira ulûhiyet dairesi, butun evsaf-ı kemaliye ve esmÂ-i subhaniyenin biricik merciidir. Bu itibarla da onda hem bir azamet ve celÂl-i daim, hem de bir lutuf ve cemal-i lÂyezÂlînin mevcudiyetinden soz edilebilir ki, butun tecelliler, butun cilveler hep o hususî menbadan nebean etmektedir: Evet taayyun mertebesindeki bir nebean, inkişaf cercevesindeki bir feyezan, tafsil dairesindeki bir tecelli gibi her şey ulûhiyet arşından kaynayıp gelmektedir.

İzzet, azamet ve fevkalÂde ululuk zuhuru sayılan celÂlî tecelli, “huviyet-i mutlaka” unvanıyla da yÂd edilmektedir. Zat-ı Ulûhiyet’in hassa-i lÂzimesi kabul edilen boyle bir azamet ve ululuğu hatırlatma sadedinde, ism-i ZÂt olan “Allah” kelime-i mubarekesine hep “lÂfza-i celÂl” ve Hazreti ZÂt-ı Ulûhiyete de “ZulcelÂl” denegelmiştir. Farklı bir yaklaşımla, CenÂb-ı Hakk’ın herkese ve her şeye, o şeyin istidat ve kabiliyetleri olcusunde, aynı zamanda seviye ve ihtiyacları nisbetinde lutuf, ihsan ve ikramla taltifine cemalî tecelli dendiği gibi, O’nun esm ve sıfatlarının aşkın ve ihata edilmez şekilde gÂlibane, kÂhirane, hÂkimane zuhurlarına da celÂlî tecelli denmiştir.

Hazreti ZÂt-ı Mutlak -ki buna “vahdet-i mutlaka-i sırfe” de diyorlar- ehadiyet dairesinin cilveleri sayılan celÂl oncelikli tecellilerin de kaynağıdır. Bu dairede, butun esmÂ, sıfÂt, niseb ve itibarlar, ZÂt hesabına min vechin tebeî olarak mutalÂa edilirler. Boyle bir mutalÂa ile hak mefhumu o muhit hususiyetiyle butun mulÂhaza ufuklarını tutar, derken umum duyabilenlere tevhid-i Hak ayÂn olur; olur da boyle bir nokta karşısında insan kendini, idrak ve ihsaslarını aşkın kÂhir bir tecelli hayreti icinde bulur.. ve -Allahu a’lem- işte bu tecelli celÂl esintili bir tecellidir. Buna karşılık, Hazreti “Rahmanurrahim”in, duyulup, anlaşılıp kavranabilen lutuf, ihsan, inayet ve riayet şeklindeki teveccuh ve iltifatlarına gelince bunlar, cemal televvunlu tecellilerdir. Arz u semanın, şuur, his, idrak ve irade sahibi varlıkları, bu celÂlî tecelliler karşısında hayret, dehşet ve kalaklarını “ اَللهُ أَكْبَرُ كَبِيراً وَسُبْحَانَ اللهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً ” -kendimize kıyas ederek soyluyorum- kelimeleriyle seslendirirler. Cemalî meltemler muvacehesindeki behcet ve sururlarını da “ والْحَمْدُ للهِ كَثِيراً ” inşirah bahş sozleriyle dile getirirler. Bunlardan birincisinde, hissedip fakat kavrayamama, duyup fakat ihata edememe, dolayısıyla da surekli dehşet yaşamaya karşılık, ikincisinde duyma, anlama, zevk etme ve değişik değerlendirmelerin yanında bu ihsas ve imtisasları, diğer daireye ait esrarı yorumlamada da bir kıstas olarak kullanabilme soz konusudur.

Muhakkikîne gore celÂl; CenÂb-ı Hakk’ın, kÂhir, gÂlib ve muhit bir izzet ve azamet sıfatı olması itibarıyla -ehadiyet ve vÂhidiyet konularındaki farklı mutalÂa mahfuz- bir ehadiyet tecellisi gibi gorulmektedir. VÂhidiyet ise, ZÂt-ı Ulûhiyet’in, esm ve sıfÂt tecellilerinin bir unvanı olduğu gibi, aynı zamanda bunların bir mahall-i tezahuru mesabesindedir.

CelÂl, kalblerde mehafet, mehabet, tazim, mezahir ve merÂyÂsındaki ÂsÂrıyla da hayret ve dehşet uyarır. Bununla beraber bu tecelli ve tezahur, netice ve akıbetleri itibarıyla, fevkalÂde yumuşak, sıcak, inşirah verici ayrı bir derinliği de haizdir. Gorup hissedebilenlerce bazen ehadiyette vÂhidiyete ait ÂsÂr muşahede edildiği gibi, celÂl ufkunda da cok defa -biraz da muşahidin durum ve seviyesine gore- cemal meltemleri duyulup yaşanır. Bunu; “CelÂlin zirvesi cemal, cemalin kemali de min vechin celÂldir.” şeklinde de ifade edebiliriz.

Aslında biz “cemalullah” dediğimizde, hep sıfÂt-ı uly ve esmÂ-i husnanın merÂyÂ, mecÂlî ve mezahirdeki durumlarını duşunuruz. Zira, ZÂt, şuûn ve sıfÂt dairesinde bir mutalÂada bulunmaya hem gucumuz yetmez hem de bir memnuiyet soz konusudur. Biz, ÂsÂra bakar, ef’Âli değerlendirir; esmÂyı mutalÂaya alır, sıfÂt-ı subhaniye mulÂhazalarına dalarız. Tabir-i diğerle biz, maverÂ-i tabiata ait esrar, cemal, Âhenk ve mÂnÂları, tabiat meşherinde, varlık kitabında, kÂinat kamusunda mutalÂa etmeye calışır ve satır aralarında ruhlarımıza duyurulmak istenen mesajlarla -tabiî onları iyi anlayıp, iyi değerlendirmek şartıyla- iktifa ederiz. Eşya ve hÂdiseler iyi okunup yerinde yorumlandığı takdirde, kimbilir belki de bazılarımızın cok onem atfettiği bir kısım bilgi nazariyeleriyle uğraşmaya da hic gerek kalmaz.

Varlığın zÂhir ve bÂtınındaki butun guzellikler, kemaller, behcetler, cazibeler, ihtişamlar, Âhenkler, Hakk’ın cilve-i cemalinin cok perdelerden gecmiş golgesinin golgesidir. Biz, hemen her zaman cevremizde; varlığın cehresinde, insanların simalarında, mahiyet-i insaniyenin derinliklerinde, canlı-cansız hemen her şey arasındaki yardımlaşma ve dayanışmada, hatta muÂnaka ve muÂşakalarda; dahası yuksek seciyelerde, ustun karakterlerde, ahlÂkî tavırlarda, iyilik duygularında, fazilet hissi ve îsar mulÂhazalarında, butun varlık arasındaki aşk u şevklerde, cazibe ve incizablarda goz kamaştıran bir Âhenk ve guzellik, bir mukemmeliyet ve fevkalÂdelik muşahede eder, Âdeta kendimizden geceriz; gecer de bunların kaynaklarına ulaşma gayretiyle şahlanır ve inanc ufkumuzun yol verdiği, kalbî ve ruhî hayatımızın da musaade ettiği olcude hep o kutsî menbaa doğru yururuz -seyr u suluk-i ruhani bu istikametteki yuruyuşlerden sadece biridir- yurur ve istidatlarımızın el verdiği nisbette, her şeyin gidip rahmaniyet, rahimiyet, rezzakiyet, hallÂkiyet ve bunların yanında lutuf, ihsan ve kerem.. gibi sıfatlara dayandığını anlar, bu mubarek sıfatların saha-i inkişafı sayılan isimlerde evsaf-ı subhaniyedeki “kenz-i mahfî”nin aksettiği merÂy ve mecÂlîyi temÂşÃ‚ etme imkÂnını yakalar ve kendimizi sonsuz, sınırsız, serhaddi olmayan ic ice bir guzellikler meşherinin ortasında buluruz.

Boyle bakanlar icin, ehadiyetin tezahurleri vÂhidiyetin tecellileri şeklini alır. CelÂl ayn-ı cemal olur. Evet ism-i Rab, mebde’den muntehaya her şeyin var edilip kemale yonlendirilmesinde, camurdan balcıktan en mukemmel Âyine-i cÂmia ve mazhar-ı tam varlıklar inşa etmede hep cemalle tullendiği gibi, ism-i Kahhar suver ve rusumu mahvederek; ism-i Cebbar, nazarlarımızda fizikî guclerin mevhum kuvvetlerini dağıtarak bize surekli celÂl ufkunda cemalin bağ ve bahcelerinden demet demet guller ve salkım salkım meyveler sunarlar. Ta taayyun-u evvelden başlayıp sıfÂt ve esm yoluyla ÂsÂra akseden bu guzellikler ve mukemmellikler, erbab-ı basiret icin her zaman mutalÂa edilebilen bir kitap, temÂşÃ‚sına doyulmayan bir meşher, icine girip gezen insanların gorme arzularını gıcıklayan bir saray gibi gorulup değerlendirilmiş ve onlarda yuruyup saray sahibine ulaşma arzularını coşturmuştur. Bu sayede dunyadaki tabiî geliş-gidişler anlam kazanmış; gelişler, vazife ve sorumluluk altına girme şeklinde yorumlanmış ve omur boyu hep O’na doğru yurunmuş, gidişler de bir terhis, bir vuslat acılımı ve bir şeb-i arus telÂkki edilmiştir.

İşte bu anlayıştaki bir hakikat eri, dunyada olsa da hep O’nunla beraberdir. Her hamle ve her hareketi O’na yurume istikametindedir. Omur boyu hep kesret icindedir ama, hedefi vahdettir: Oyle ki sırtında taşıdığı ağır cismaniyet yukune rağmen, kalbî ve ruhî hayat ufuklarında surekli O’na doğru kanat cırpmaktadır..

Evet o nerede bulunursa bulunsun oturur-kalkar “Allahu Ehad, Allahu Samed” der; kalbini sağlamca O’na bağlar, ihtiyaclarını sadece O’na acar. Ehadiyet’in esrarını vÂhidiyetin envarıyla cozer. CelÂlî tecellilerin sert gibi gorunen esintileri karşısında cemalî yorumların meltemleriyle serinler. Hayretlerini tekbir ve tesbihlerle, mazhariyetlerini de hamd u senalarla seslendirir.. ve Hazreti Ehad u Samed’i bilmeme cehaletinden uzak durmaya calışır; calışır ve dilinde:

“Âlem-i kesretten ey sÂlik firar eyle yuru;
Ferd u Ehad bÂrgÂhında karar eyle yuru;
Rûy-i vahdet gormek istersen bu kesretten eğer,
Saf kıl mir’Ât-ı kalbin, tÂbdÂr eyle yuru.
Kimi KÂbe, kimi Arş’ı etmede dÂim tavaf
Sen harîm-i kurb Hakk’ı ihtiyar eyle yuru.” (İsmail Hakkı)

sozleri muhtemel haybetlerini “ticaret-i lentebûr”a, gaybetlerini de huzur-u dÂimîye cevirir, ehadiyet ve vÂhidiyet semalarına doğru surekli pervaz eder durur.

M.Fetullah Gulen
__________________