Serce parmağının ucuna bakarak bir insanın resmini cizmek ne kadar yanlış bir sonuc doğurursa, bir tek ayetin sadece mealine bakarak Kur’an hakkında hukum vermek de en az onun kadar yanıltıcı olur.
Bazı yazarların dillerine doladıkları ve İslam’ın evrenselliğine, toleransına, ondaki engin fikir hurriyetine perde cekmek icin yanlış yorumladıkları bir ayet-i kerime var:
“Onları bulduğunuz yerde oldurun. Sizi yurtlarınızdan cıkardıkları gibi siz de onları cıkarın. Fitne cıkarmak adam oldurmekten daha kotudur…" (Bakara, 2/191)
Konunun tahliline gecmeden once bazı Kur’an hukumlerini hatırlamak gerekiyor. Ta ki, Kur’anın gercek maksadı anlaşılsın ve bu ayetin de gercek yorumu ortaya konulabilsin.
Konuyla yakından ilgili bir ayet-i kerime:
“Dinde ikrah (zorlama) yoktur. Doğruluk sapıklıktan cidden ayrıldı…” (Bakara, 2/256)
Bu ayetin tefsirinde, ayet-i kerimeye “Zorlama denen şey dinde yoktur.” manası da verilerek, “Sadece dinî konularda değil, hicbir konuda zorlamaya izin yoktur.” denilmiştir.
Aynı gerceği ders veren bir başka ayet:
“Eğer Rabbin dileseydi yeryuzundekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları icin insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 10/99)
Demek oluyor ki, peygamberlerin gorevi ve Kur’anın hedefi hakkın ve hakikatin tebliğ edilmesi, duyurulmasıdır. İnsanlar bu dunyaya imtihan icin gonderilmişlerdir. İmtihanın vazgecilmez bir gereği de kişinin doğru ve yanlış yoldan birisini kendi iradesiyle secebilmesidir. Zorlama iradeyi yok edeceğinden imtihanın da bir manası kalmaz.
Bu manaya kuvvet veren pek cok ayet vardır:
“Allah dileseydi onlar şirk koşamazlardı. Seni onların uzerine bekci kılmadık; sen onların vekili de değilsin.” (En’am, 6/107)
“Peygambere duşen gorev ancak tebliğdir (duyurmadır)." (MÂide, 5/99)
“Allah, dileseydi hepinizi bir tek ummet kılardı...” (Nahl, 16/93)
Bir başka ayet-i kerimede şu hakikate dikkat cekilir:
“Kim inkÂr ederse bilmelidir ki, Allah butun alemlerden ganidir (mustağnidir).”(Âl-i İmrÂn, 3/97)
Yani, Allah, yarattığı ve bizzat terbiye ettiği alemlerden hicbirinin hicbir şeyine muhtac değildir. Guneşin ışığına, ağacın meyvesine, ruzgarın esmesine, mevsimlerin gelip gitmesine, canlıların gormesine, işitmesine muhtac olmadığı gibi insanların inanmalarına, Onu tanımalarına, Ona ibadet etmelerine de muhtac değildir.
Boyle pek cok ayet-i kerime var. Bunlardan cıkan ortak sonuc şudur: Allah’ın insanları imana, ibadete davet etmesi gibi, muminlere cihadı emretmesi de yine onların menfaati icindir. Bu mana butun asırlar ve butun insanlık alemi icin gecerli olmakla birlikte, ayetlerin ilk muhatabı olan sahabelere ve Arap yarımadasındaki iman-kufur mucadelesine daha cok bakmaktadır.
İslam dini Arap yarımadasına zuhur ettiğinde o bolge insanlarının temel inancı putperestlikti. Ve Kur’anın ana hedefi de kalplere “tevhid” inancını yerleştirmekti.
Fatiha Suresi, Allah’ın “Rabbu’l-alemîn” olduğunu ilan ile başlar. Butun alemler, gokler, yerler, insanlar, hayvanlar, cinler, melekler, butun bitki turleri ancak Allah’ın terbiyesiyle hazır hallerine kavuşmuş ve bu sayede gorevlerini en iyi şekilde yerine getirebilmişlerdir. Bu bir tevhid dersidir.
Surenin devamında ancak Allah’a ibadet edileceği ve yine ancak ondan yardım dilenebileceği vurgulanır.
Bir başka ayette rızıkların ancak sema ile arzın işbirliğiyle teşekkul ettiğine dikkat cekilerek şukrun de yine ancak sema ve arzın Rabbine yapılması gerektiği ders verilir.
Bir diğer ayette bizzat Allah Resulune (asm.) hitap edilerek,
“Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; ancak Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas, 28/56)
buyurulmakla en buyuk nimet olan hidayete kavuşturmanın da ancak Allah’a mahsus olduğu ilan edilir.
Boylece baştan sona kadar tevhid dersi verilerek sonunda, Nas Suresinde, Allah’ın “Rabbu’n-nas” olduğu ifade edilir. İnsanları terbiye eden ancak Allah’tır. Gozlerini gorecek, kulaklarını işitecek, midelerin hazmedecek şekilde terbiye eden O olduğu gibi, akıllarını anlayacak, kalplerini inanacak, sevecek, korkacak şekilde terbiye eden de yine ancak Odur.
Maziye nazar ettiğimizde butun peygamberlerin ortak davalarının “tevhid” (birlemek, Allah’ı bir bilmek) olduğunu goruruz. İnsanlık aleminin yanlış da olsa bir şeylere inandığına, ateizmin kitle capında fazla gorulmediğine, ancak şirkin butun ceşitleriyle insanları yoldan cıkaran en buyuk “fitne” olduğuna şahit oluruz.
İşte tevhid inancının en buyuk tebliğ edicisi olan Hazreti Muhammed (asm) Mekke’de yine en buyuk mucadelesini şirke karşı vermeye başladığında butun muşrikler karşısına cıktılar ve onu bu davasından vazgecirmeye calıştılar. Amcasını ricacı olarak gonderdiler. “Bir elime guneşi bir elime ayı koysalar, ben yine bu davadan vazgecmem.” cevabını alınca artık kuvvet, zorbalık ve işkence donemi de başlamış oldu.
Şu nokta cok onemlidir: Mekke ve cevresinin muşrikleri başka beldelerdekinden cok farklıydı. Bunlar sadece batıl inanclarını kendi halleriyle yaşamakla kalmıyor, beldelerinde doğan tevhid nurunu sondurmeyi kendilerince kutsî bir ideal olarak benimsiyor, bu uğurda canlarını ve başlarını ortaya koyuyorlardı. Artık, iki şıktan başka bir secenek gorunmuyordu ortada. Ya tevhid inancı galip gelecek, insanlık alemine Kur’anın nuru ulaştırılacak, yahut insanların kalplerini batıl inanclar zaptedecekti. Başka bir ifadeyle, insanlara ya cennetin yolu gosterilecek, yahut cehenneme akış devam edecekti.
Kur’an'ın o donemin muşrikleri hakkındaki şiddet ayetlerine bu gozle bakmak gerekir. Mesele sadece birkac muşrikle mucadele değil, top yekun şirk inancıyla ve onu temsil eden, onu korumak isteyenlerle mucadeledir. Nitekim, Kur’anın Mekke muşrikleri hakkındaki şiddetli beyanlarını, yine bir nevi şirk inancını taşıyan başka kavimlere karşı surdurmediğini goruyoruz. Teslis inancına sahip Hıristiyanlar ve diğer ehl-i kitap hakkındaki ifadeler hic de oyle şiddetli değil.
“Ehl-i kitapla ancak en guzel şekilde mucadele edin; iclerinden zulmedenler mustesna. Ve deyin ki, ‘Hem bize indirilene, hem de size indirilene inandık. Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz Ona teslim olmuşuzdur.'” (Ankebût, 29/46)
Bu noktayı gozden ırak tutan birtakım cevreler şoyle diyorlar:
“Onları bulduğunuz yerde oldurun. Sizi yurtlarınızdan cıkardıkları gibi siz de onları cıkarın. Fitne cıkarmak adam oldurmekten daha kotudur…" (Bakara, 2/191)
ayeti ortada iken İslam’ın farklı inanclara karşı toleranslı olduğunu nasıl soyleyebilirsiniz?
Onemine binaen konuyu bazı yonleriyle biraz tahlil etmek gerekiyor: Ayet-i kerimenin muhatabı Arap muşrikleridir.
“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin icin hayat vardır.” (Bakara, 2/179)
Bu ayetlerle onları oldurenleri oldurmeleri, yurtlarından cıkaranları yurtlarından cıkarmaları emredilirken, fitnenin adam oldurmekten daha kotu olduğu da ayrıca vurgulanmıştır. Bir insanı oldurmek onun bu fani dunya hayatından faydalanmasına son vermek demektir. Fitne cıkarmak, insanları putlara tapmaya zorlamak ise onları ebedi cehenneme atmaktır. Bu ikincinin birinciden cok daha kotu olduğu acıktır. Kaldı ki Mekke muşriklerindeki fitnenin bir de katillik boyutu vardır: Kızlarını diri diri toprağa gommeleri ve muminleri oldurmek icin onlara savaş acmış olmaları.
Aynı mananın işlendiği şu ayet-i kerimeleri de burada akdim edelim:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Cunku şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 4/76)
“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın.” (Enfal, 8/39)
Ayette gecen “onlar” kelimesinden kasıt muşriklerdir, “fitne”den kasıt da Allah’a ortak koşmaktır.
“Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgecerlerse bilin ki duşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” (Bakara, 2/193)
Son ayet hakkında yapılan tefsirlerden cok onemli gorduğum iki hususu nakletmek isterim:
“Bu ayetin sebeb-i nuzulu, ehl-i Mekke’nin muminlere eza eyleyerek irtidatlarını (İslam dininden donmelerini) teklif ve ısrar etmeleridir. Şu halde mana-yı nazım, “Siz muşrikleri katledin ki onlara galebe edesiniz ve ... irtidat fitnesi kalmasın. Ve ezalarından kurtulmak icin onlarla kıtal etmelisiniz. Ta ki, şirk ortadan kalksın, din-i tevhid onun yerine ikame olsun." (Konyalı M.Vehbi Ef. 1-2/331)
Fitnenin ortadan kalkması icin savaş emredilirken bir başka ayet-i kerime ile de şu sınırlamalar getirilmiştir:
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haddi aşmayın. Cunku Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)
Savaş, Allah yolunda olacaktır; toprak istilası, ganimet elde etme, kole kazanma gibi bir menfaat icin yapılan savaşlar “cihat” ozelliği taşımazlar. İkinci bir kayıt olarak da “haddi aşmama” getirilmiştir. Sucluya hak ettiğinden daha fazla ceza vermek de bir nevi zulumdur; işkence etmek, organlarını kesmek gibi.
Konunun doğru yorumlanması icin Tovbe Suresinin ilk ayetlerinin de yine doğru anlaşılması buyuk onem arz ediyor:
“Bu bir ayrılık ihtarıdır! Allah ve Resulu tarafından kendileriyle muahede yapmış olduğunuz muşriklere. Artık yeryuzunde dort ay dolaşınız. Ve biliniz ki, şuphe yok ki, Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Ve muhakkak ki, Allah kÂfirleri zelil kılıcıdır.” (Tevbe, 9/1, 2)
Bu ayetler, verdikleri sozlerinde durmayan muşrikler ile yapılmış olan anlaşmaların feshedildiğini bildirir. Ve kendilerine dort ay muhlet verilen o İslam duşmanlarının husrana uğrayacaklarını ihtar eder.
Bir sonraki ayette muşrikler tovbe etmeye cağrılır, aksi hale acıklı bir azaba uğrayacakları haber verilir.
Beşinci ayette ise “Artık haram aylar cıkınca o (muahede hukmune riayet etmeyen) muşrikleri nerede bulursanız oldurunuz…" emri verilir.
Altıncı ayette, anlaşma suresi bitmiş olsa bile, o muşriklerden kim eman dilerse, ona eman verilmesi ifade edilir ve şoyle devam edilir:
“Ta ki, Allah’ın kelamını dinlesin. Sonra (iman etmese de) onu emin bulunduğu mahalle ulaştır. Cunku onlar şuphe yok ki bilmez bir kavimdir.”
Bu ayet-i kerimeler son nazil olan ayetlerdendir. Artık Muslumanlar galip gelmişler, muşriklere ya iman etmeleri yahut harbe razı olmaları tebliğ edilmiş, kendilerine inanmaları (yahut goc etmeleri) icin dort ay gibi uzun bir sure tanınmış ve Allah Resulu (asm.) “Arap yarımadasında artık iki dinin olamayacağını” acıkca ilan etmiştir.
Bu ayetin ve hadisin kendilerine tebliğ edildiği kişiler, yirmi seneyi aşkın bir sure İslam’ın nurunu sondurmeye calışmış, Muslumanları yurtlarından uzaklaştırmış, onları goc ettikleri Medine’de de rahat bırakmayıp Medine’ye kadar gelerek onların hayatlarına kast etmek istemiş, şirk yolunda nice oluler vermiş, nice sahabeleri şehit etmiş inatcı, bir bakıma idealist ve kararlı muşriklerdir. Buna rağmen kendileriyle anlaşma yapılmış, sulh icinde yaşama yolu denenmiştir. Bu anlaşmaları bozan taraf (iki kabile dışında) hep muşrikler olmuşlardır. Sure dolduğunda bu işin de sona ereceği acıkca haber verilmiştir. Artık gonullere ya tevhit inancı hakim olacak, yahut putperestlik hukum surecektir. Bu işe bir son verme zamanı gelmiştir.
Muslumanlar galip hale gelmelerine rağmen karşı tarafa sure tanınmış, onlardan eman dileyip İslam’ı tanımak ve oğrenmek isteyenlere eman verilmiş, inanmasalar da hemen oldurulmeyip yurtlarına emniyet icine donmeleri sağlanmıştır. Kaldı ki ayetin sonunda muşrikleri acıklı bir sonun beklediği bildirilmekle, kendileri son bir kez daha ikaz edilmiştir.
Diğer muşriklerden ve Ehl-i kitaptan farklı olarak Mekke muşriklerine boyle bir muamelede bulunulması, hak dinin ve tevhid inancının Mekke ve civarında iyice kokleşmesi ve oradan butun cihana yayılması icindir. Cekirdek sağlam olacaktır ki ondan nice ağaclar cıkabilsin. Artık Arap yarım adasında kimse putlara tapamayacak, kimse KÂbe’yi cıplak olarak tavaf edemeyecek, kimse kızlarını diri olarak toprağa gomemeyecek, herkes alemlerin Rabbi olan Allah’a inanacak, Onun emirlerine uyacak ve yasaklarından kacınacaktır. Herkes ahiret yolcusu olduğunu bilecek ve o ebediyet yurdu icin guzel ameller işleyecektir.
Boylece melekleri cok gerilerde bırakan mubarek ve muhteşem muminler yetişecekler ve bunlar İslam’ın nurunu butun bir insanlık alemine ulaştırmak icin gayret gostereceklerdir.
İnsanlara zulmedilen beldelerden bu zulmu kaldırmak icin cihad edecekler, ama galip geldiklerinde kimseyi İslam’a girmeye zorlamayacaklar, sadece, akıllara ve kalplere konulan ambargoyu kaldırarak onlara doğruyu ve guzeli secebilecekleri bir hurriyet ortamı hazırlayacaklardır.
Mekke muşriklerinin zulmu altında inleyenlerin kurtarılmalarını emreden şu ayet-i kerime cok anlamlı ve benzer zulumleri de ortadan kaldırma hususunda onemli bir rehberdir:
“Size ne oldu ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden cıkar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver.’ diyen zayıf erkek, kadın ve cocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)
İşte o cekirdek kadro etrafındaki yabancı ve zararlı unsurların temizlenmesi icin, bu ayetin emriyle Muslumanlar Mekke’yi fetih girişimini başlatmışlar ve sonunda başarıya ulaşmışlardır. Artık cekirdek kemalini bulmuştur. Kısa bir zaman sonra Endulus medeniyeti, arkasından Selcuklu ve Osmanlı medeniyetleri doğacak ve Kur’anın nuru cihanın her bir tarafına ışık sacacaktır. Kalplerden oncelikle şirk temizlenecek, tevhid hakim kılınacakır. Zulum yerini adalete, sefahat guzel ahlaka terk edecektir.
Bu ayetten dersini alan muminler, batıl inanclarını halka zorla kabul ettirmek isteyenlerin guclerini kırmak ve muminlere yapılan zulumlere son vermek gibi temel sebeple cihat yoluna girmiş ve yeni ulkeler fethetmişlerdir.
“İslamda gaye-i harp intikam, katil, tebdil-i dine icbar değil, hasmı mağlup etmek ve kuvve-i cebriyesini alıp dininde serbest olarak hukm-u hakka tabi tutmaktır ki, i’layı kelimetullah bundadır.” (Elmalılı Tefsiri, 2/864-5)
Muslumanlar, fethettikleri ulkelerin halklarından cizye denilen bir vergi almakla, onları kendi raiyetleri sınıfına dahil etmişler, canlarını ve mallarını koruma altına almışlardır.
Zimmîler, yani bir İslam beldesinde yaşayan ve vergisini vermekle vatandaşlık haklarından faydalanmaya hak kazanan gayr-ı muslimler hakkındaki şu hadis-i şerif bu noktada cok anlamlıdır:
“… Kim bir zimmîye zulmeder ve ona gucunun ustune iş yuklerse kıyamet gunu beni karşısında bulacaktır.” (Ebû DÂvud, İmÂre, 33; bk. MunÂvî, Feyzu`l-kadîr, 6/19; BağdÂdî, Tarîhu Bağdad, 8/170; Aclûnî, Keşfu`l-hafÂ, 2/342.)
Buyuk mufessir Fahreddin-i Razi Hazretlerinin cihat konusundaki şu acıklaması cok onemlidir:
“Kafirlerle savaşan kimsenin maksadı kufru kaldırma azmi ve kasdı olmalıdır. Bu sebeple, kÂfirle savaş halinde olan kimsenin, savaşsız olarak onu kufrunden vazgecirebileceği duşuncesi ağır basınca, bu kimsenin onu oldurmekten vazgecmesi vacip olur.” (Tefsir-i Kebir; 4/436)
Yazımıza konu olan itirazı yapanların, İslam’ın şu hukmunu cok iyi değerlendirmeleri gerekiyor: “KÂfir eğer zimmî olsa, dahilde olsa cizye verse, haricte olsa musalaha etse İslamiyet’ce hakkı mahfuzdur.” Buna gore, bir mumini oldurene kısas uygulandığı gibi, bir zimmîyi oldurene de kısas uygulanır. Eğer, Muslumanlar da bu ayeti soz konusu iddia sahibi gibi yanlış yorumlasalardı, fethettikleri ulkelerin butun muşriklerini, putperestlerini, Hristiyanlarını ve Yahudilerini kılıctan gecirirlerdi.
Tarih bunun aksini soyluyor. İslam ulkelerinde varlıklarını surduren kiliseler, sinagoglar da boyle bir iddiayı yalanlıyorlar.
Soz konusu ayeti yanlış ve eksiz yorumlayıp İslam’a hucum eden kişiler yanlış yolda oldukları gibi, yine bu ayeti kendi akıllarınca değerlendirip butun gayr-ı muslimleri oldurmeyi duşunenler de o kadar hatalı ve İslam’ın ruhundan o derece uzak bir yoldadırlar.
__________________
Yanlış yorumlanan bir ayet: " onları gorduğunuz yerde oldurun "
Dini Bilgiler0 Mesaj
●20 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Yanlış yorumlanan bir ayet: " onları gorduğunuz yerde oldurun "