Allah ile Yapılan Sozleşme!
Araf/172
(Ey Peygamber (133) insanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zurriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin) , şahit olduk" (134) demişlerdi. (Bu,) Kıyamet gunu: "Biz bundan habersizlerdik" demenizi (onlemek) icindir.

133. Bir onceki tema şununla sona ermişti: Allah, İsrailoğulları'ndan, O'na teslim olacakları ve O'na itaat edecekleri konusunda bir ahid almıştı. Buradaki ayetten itibaren de yalnız İsrailoğulları'nın değil butun insanlığın bir anlaşma ile kayıtlı olduğunu hatırlatmak icin hitap tum insanlığa cevriliyor. Binaenaleyh insanlar, o sozleşmenin şartlarını ne dereceye kadar yerine getirip getirmedikleri hususunda hesaba cekileceklerdir.

134. Değişik rivayetlerden oğreniyoruz ki, bu Hz. Adem'in yaratılışı esnasında olmuştu. O an, butun meleklerin bir araya toplanarak, Adem'in onunde eğilmeleri emredilmiş ve ayrıca insanın, Allah'ın yeryuzundeki halifesi olduğu resmen ilÂn edilmişti. Aynı şekilde, bidayetten kıyamete kadar doğacak butun nefisler bir kerede ve bir yerde hepsi toplanılmış, akletme yetkileri kendilerine verilmiş olarak ve Allah'ın huzurunda O'nun kendilerinin Rabbi olduğunu itiraf etmeleri istenmiştir.

Hz. Ubey b. Ka'ab'dan, buyuk ihtimalle Hz. Peygamber'den alınan bilgiye dayanan bir hadis, bu ayeti en guzel tefsir eder.

"Allah ruhlar aleminde butun insanları topladı, onları turlerine ve yaşadıkları devirlere gore kumelere ayırdı ve onlara insan suretini ve konuşma kabiliyetini verdi. Sonra onlardan bir ahit aldı ve buna bizzat kendilerini şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da, hic şuphe yok ki, yalnızca sen bizim Rabbimizsin" diye karşılık verdiler. Sonra Allah: "Hesap gununde bizim bilgimiz yoktu" diyerek mazeret ileri surmeyesiniz diye yerleri, gokleri ve babanız Adem'i bu konuda şahit olmaya cağırıyorum.

O zaman, benden başka ibadete layık hic bir şeyin olmadığını ve benden başka Tanrı olmadığını iyice kafanıza yerleştirin. Bana herhangi birşeyi ortak koşmayın. Sizlere, benimle yaptığınız bu anlaşmayı devamlı hatırlatacak peygamberlerimi ve Kitabımı gondereceğim" dedi. Buna butun insanlar, "Şehadet ederiz ki, yalnızca sen bizim Rabbimiz ve ilÂhımızsın, senden başka İlÂh ve Rab yoktur" diyerek cevap verdiler.

Bazıları, 172 ve 173. ayetleri birer remzî (sembolik) anlatım olarak alırlar. Bunlara gore, Kur'an, bu uslûpla, adeta, Allah'ın Uluhiyyeti fikrinin, gercekte, insanın doğasına yerleştirildiğini ve bunun da kavranabilir acık bir vakıa olarak husule geldiğini anlatmak istemektedir. Fakat biz bu te'vilin doğru olmadığına kaniyiz. Cunku, Kur'an ve Sunnet bu olayın bizzat fiilen olduğunu belirtmektedir. Ustelik, bu ahitleşme olayının kıyamet gununde, insanlara karşı hakiki bir belge olarak ileri suruleceğini de iddia etmektedir. Dolayısıyla, bu olayı, temsilî bir kıssa olarak gormemiz icin hic bir neden yoktur. Biz, gercekten bu olayın fizik dunyada meydana gelmiş olduğuna inanıyoruz. Herşeye gucu yeten Allah, kıyamet gunune kadar yaratacağı Adem neslinden her bir ferdi varlık alemine getirip ona anlama ve konuşma iktidarı vermiş ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda toplayarak onlardan kendinden başka ilÂh ve Rab olmadığı ve Allah'a teslim olup herşeyiyle O'na itaat etmekten (İslÂm) başka onlar icin de doğru bir yol bulunmadığı hususunda soz almıştı.

Boyle bir toplanışı mumkun goremeyenler, aslında, Allah'ın sınırsız kuvvetinden şuphelidirler. Yoksa, bu iş Allah icin beşeriyetin kademe kademe yaratılması kadar kolay olduğundan bu konuda herhangi bir şupheye kapılmayacaklardı. Mutlak kudret sahibi olan Allah, şimdi insanları varlık alemine getirdiği gibi varlık alemine gelmeden evvel de (doğum) , varlık alemine gelip gittikten sonra da (olum) butun insanları toplayacak guce sahiptir. Allah onlara, hikmet, akıl, yetki ve yeryuzunun kaynaklarından kullanma hakkı verdikten sonra, kendine halife yapmakta olduğunu ve bu hususta kendilerinden sadakat yemini (oath of allegiance) aldığını bilmelerini istemiş olması akla yatkın gozukmektedir. Boylece Adem'in yaratılışı munasebetiyle butun beşeriyetin bir araya toplanmasının gayrı mumkun ve garip bir şey olmadığı aşikÂrdır.

Araf/173

173- Ya da: "Bizden once ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksiniz? (135) dememeniz icin.


135.Kendisi icin butun insanlardan soz alınan ve bu ayetin konusu olan husus: Her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilincli ve tam mesul yapmaktır ki, boylece Rablerine karşı asi olanlar suclarından dolayı hesaba cekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir kimse, bir sucu, bilgisizlik yuzunden işlediği icin temize cıkmaya ya da inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel gecenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah; bu sozu almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat cekmektedir. Binaenaleyh, hicbir kimse, "Ben bundan tamamen habersizdim" veya "kotu cevrem tarafından yoldan saptırıldım" diyerek sapkınlığının sorumluluğunu ustlenmekten kendini vareste kılamaz.

Şimdi bu bağlamda, muhtemelen ortaya cıkabilecek bir iki soruyu duşunelim: Bu ahitleşmenin vukubulduğunu farzedecek olursak, bu konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, kimimiz Allah'ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi gecen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin şuurunda? Eğer cevaplar olumsuz ise, o zaman nasıl olur da ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz boyle bir misakın bize karşı delil olarak getirilmesi hakkaniyete uygun olur?

Cevap şoyle olacaktır, evet bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir, cunku her ne kadar onun anısı ve idraki hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu bilinc altında (sub-consconsmind) ve vicdanda muhafaza edilmektedir.

Bellek ve idrakimizden nicin silinip gittiği sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hafıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomotikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da imtihan ve yargılamanın bir anlamı kalmazdı. Boylece insanın esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinc altında ve vicdanda (Intuition) muhafaza edilmektedir. Ve diğer la-şuurî bilgi branşlarında da olduğu gibi keşf, sezgi ve derunî (internal) faktorlerle bu, bilinc haline, şuur haline cıkarılabilmektedir. Hakikat şu ki, insanlık, kultur, uygarlık, ahlÂk, bilim ve butun diğer beşerî faaliyetlerde ne başardıysa, aslında potansiyel olarak, daha onceden gizli olanın, harici (externel) faktorler ve sezgi yoluyla dışarıya cıkarılmasıdır bu. Ote yandan, hicbir eğitim, terbiye, cevre, dış faktor ve sezgi, bilinc-altında saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka birşey vucuda getiremez. Ve, aynı şekilde, bu faktorlerden hicbirisi de bilinc altında saklı olanı, hicbir surette silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrif edebilirler ama butun cabalarına rağmen o guc, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek ve haricî faktorlerin uyarılarına karşılık olarak da zahire cıkmaya calışacaktır. Aşağıdakiler butun saklı bilgi dalları icin gecerlidir:

-Tum bunlar, saklı olarak bilincaltımızda vardırlar ve gunluk eylemler halinde gozuktuklerinde var olduklarını kanıtlarlar.
-Butun potansiyel bilgiler, dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması icin oğrenim ve eğitim vb. gibi haricî uyarıcılara ihtiyac gosterirler.
-Butun bu saklı gucler, kotu arzu, cevre ve yoldan cıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir ama hicbir zaman tumuyle bilinc altından silinemez. Bu yuzden de icsel duygular ve harici cabalarla duzeltilip yeniden dondurulebilirler.

Alemdeki konumumuz ve alemin yaratıcısı ile olan alÂkamız hususunda hissi bilgimiz icin de aynı şeyler soylenebilir.

Bu bilginin gercekten var olduğu, yeryuzunun her ucundaki insan hayatının her doneminde, her yerleşiminde, her kuşak ve her neslinde arada sırada tezahur ederek hicbir beşerî gucun onu silmeye guc yetiremediğinin ortaya konmasıyla ispatlanmaktadır.

Bu, ayrıca ne zaman bu bilgi pratik hayata uygulanmışsa, her zaman iyi ve faydalı sonuclar doğurduğu gerceğine de uymaktadır.

Bu bilgilerin zahire cıkması ve pratik şekiller alması icin daima bazı haricî sebeplere ihtiyac duyulmuştur. İşte bu nedenle, peygamberler, semavî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden davetciler, bu işlevi gormektedirler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bunlara "hatırlatıcılar" demektedir. Cunku bu peygamberler, semavî kitaplar ve Hakka davetciler insanların zihinlerinde yeni birşeyler yaratmıyor, aksine bazı hatırlatmalarla, kendilerinde zaten gizli potansiyel olarak bulunanı canlandırıyor ve gunyuzune cıkarıyorlar.

İnsanın bilincindeki bu gizli bilginin var oluşunun başka bir kanıtı da, her cağda bu davetcilerin cağrısına olumlu karşılık vermiş olması ve onun sesini tanır tanımaz hemen ortaya cıkmasıdır.

Belki de hepsinden once bu bilginin varlığı hakkındaki en buyuk delil; bastırmak, susturmak, ortmek ve değiştirmek icin şiddetli ve surekli cabalara rağmen hal insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehalet ve ahmaklık, hırs ve onyargı, saptırıcı ve iğva edici gucler; şirk, tanrıtanımazlık, dinsizlik ve sapıklık uretmekte başarılı olmuşlarsa da, butun bu şer gucler, bu fıtrî bilgiyi insanın kalbinden silip atamamışlardır. Bunun icindir ki, ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek icin caba sarfedilse, hemen gunyuzune cıkacaktır.

Hesap gununde, bu fıtrî bilginin nasıl şahitlik yapacağına gelince Allah, butun insanların, İlÂh ve Rabb olarak yalnızca O'nu kabullendikleri Misak'ın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da dunyada iken mutemadiyen reddetmelerine rağmen bu bilginin kalblerinde gomulu olarak kaldığını onlara gosterecek, bu ahitleşmenin izlerinin her zaman zihinlerinde olduğunu ispat etmek icin gene bizzat onların kendilerinden şahitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının kayıtlarında onlara gosterecektir. Keşfi bilgilerinin, inhiraflarına nasıl ve ne zaman isnat ettiği ve gene bu bilginin, Hakka davet eden tebliğcilerin cağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da ceşitli bahanelerle bu derunî-icsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gosterilecektir. Butun gizli şeylerin acığa cıkarılacağı o anda, hicbir kimse artık bir mazeret bulamayacaktır. Herkes sucunu acık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte bu yuzden Kur'an, insanların "bizim bu anlaşmadan bir haberimiz yoktu" diyemeyeceklerini, aksine "Biz inkÂrcılardandık ve bile bile gerceği yalanladık" diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını soylemektedir. Bunlar, inkÂrcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şahitlikte bulunacaklardır. "
Tefhimul Kuran(Mevdudi)

Ahid'in Tanımı ve MÂhiyeti
Ahd, soz vermek, emir, talimat, taahhut, antlaşma, yukumluluk, itimat veren soz, yemin, misak, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahidde hem yemin, hem de kesin soz verme anlamı vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yonunu; soz verme de ahlÂkî yonunu teşkil eder. Ahd kelimesi İslamî bir kavram olarak "ahd-u mîsak" şeklinde kullanılmıştır. Ahd kelimesi, Kur'an'da 46 yerde gecer. Benzer anlama gelen mîsak kelimesi de 25 yerde kullanılır. Allah Adem'i insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığı zaman, gerek onun şahsında, gerekse kıyamete kadar gelecek tum insanlardan tek tek "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye ahid almıştır (7/A'rÂf, 172).
İnsan, Allah'tan başka rabb tanımayacağına dair Allah'a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid almıştır; yani muahede yapmışlar, ahidleşmişlerdir. Bu ahdin, Allah'tan başkasını rabb tanımamanın icinde, şeytana ibadet etmemek de vardır."Ey Ademoğulları! 'Şeytana ibadet etmeyin' diye, size ahid vermedim mi?" (36/YÂsin, 60). Allah ile beşer arasında gecen bircok ahidleşmeyi ahd-u mîsak kavramı insan aklına getirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de gecen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve O'na yonelip

ibadet etmesidir. Bu tur bir ahid, fıtrî bir ahiddir. Allah'ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaratılışında surekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O zaman Allah'ın rasulleri aracılığıyla gonderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur. Ahidleşme Kur'anî bir metottur. Allah rasulleri ile onlara uyan, onların ashabı olan insanlar arasında gerek Allah'ın hukumlerini yaşama, gerek bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur.

Ahid, hem Allah'ın insanlara teklif etmiş olduğu hukumler ve hem de insanların Allah'a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhud etmiş oldukları hususlardır.
Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ahdini yerine getiriniz" (6/En'Âm, 152) buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şoyle izah etmişlerdir: "Allah'ın ahidlerini ifa ediniz. Gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her turlu taahhutleri yerine getiriniz. İslam'da ahdi bozmak haramdır."

Gerek Allah'a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir.
Kur'an'da kurtuluşa eren mu'minlerin sıfatları sayılırken: "Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler." (23/Mu'minûn, 8) buyurulur. Allah ile insanlar arasında bircok ahidler vardır. Allah'ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zurriyetlerini Hz. Adem'in sulbunden alıp kendi uluhiyetini tasdik ettirmesidir (bkz. 7/A'rÂf, 172). Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın gunahı keffaretle ortadan kalkmaz.

"Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sozu yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sozu yerine getireyim. Siz, Benden korkun." (2/Bakara, 40) ayeti bu ahidlerden biridir. Ayet-i kerimeden anladığımıza gore, Cenab-ı Hakk'a soz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenab-ı Hakk da onlara bir vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına gore, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah'a ibadet etmemek, O'nun yasaklarına uymamak ve O'na ortak koşmak gibi sapıklıklara duşmuşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın hukumlerini hÂkim kılmaları gerekmektedir. Ancak fÂsıklar ahitlerini bozarak Allah'la sozleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefa gostermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya calışan kimseden hicbir ahde saygı gostermesi beklenemez. Oysa ki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gosterenlere buyuk bir mukÂfat vereceğini vaad etmektedir.

"Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin uzerindedir. Bu yuzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona buyuk bir mukÂfat nasip edecektir." (48/Fetih, 10).

İnsanlar, Allah'ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibadet etmiş, onun cenberine girmiş olmaktadırlar. Oysa Allah butun insanlardan ahd-u misak aldığını ifade buyurmaktadır.

"Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana tapmayın, o sizin duşmanınızdır, diye." (36/YÂsin, 60). "Rabb'in Ademoğullarından, onların bellerinden zurriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir.) "Evet (buna) şahidiz!' dediler. Kıyamet gunu, biz bundan habersizdik demeyesiniz." (7/A'rÂf, 172) Ahde vefa konusunda İslam son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde guven unsurunun hÂkim olması icin yegÂne garanti vasıtası ahde vefÂdır. Bu guven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mumkun olamaz. Allah oyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.
"Ama Allah'a verdikleri sozu iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryuzunde bozgunculuk yapanlar... İşte lÂnet onlara (dunya) yurdunun kotu sonucu onlaradır." (13/Ra'd, 25)

Allah, emirleri yoluyla ve peygamberleri vasıtasıyla insanlardan ahid almıştır. Yahudi ve hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından, namaz kılıp zekÂt vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah'a guzel takdimelerde bulunacaklarına (faizsiz borc vereceklerine; bkz. 5/MÂide, 12), Allah'tan başkasına tapmayacaklarına, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, duşkunlere iyilik edeceklerine (2/Bakara, 83), birbirlerinin kanlarını dokmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından cıkarmayacaklarına (2/Bakara, 84-85) dair soz almıştır. Fakat onlar, Allah'a verdikleri sozu yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir (bkz. 2/Bakara, 100; 5/MÂide, 13). Hz. Musa'ya karşı geldikleri icin uzerlerine azap cokunce bunun kaldırılmasını istemişler, Hz. Musa da onlara, Allah'a verdikleri sozu hatırlatmıştır (bkz. 20/TÂhÂ, 86). Cunku yahudiler ne zaman Allah'a soz vermişlerse, iclerinden coğu bu ahdi bozmuştur (bkz. 2/Bakara, 100). Allah, hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sozlerinin bir kısmını unutmuşlardır (5/MÂide, 14).

Allah nasıl insanlara ahid vermişse, insanlar da Allah'tan ahid almışlardır. İnsanlar Allah'tan başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rabb tanımamaya ahdetmişler; Allah da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dunya hayatından sonraki ahiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir. Ahid, sorumluluk gerektirir (17/İsrÂ, 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahid cercevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir (2/Bakara, 40).

Tefsirciler, Allah'ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları acıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi, Allah'ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve peygamberleri doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın peygamberler aracılığıyla insanlara gonderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.

İbn Kesir, bu goruşler konusunda şu acıklamaları yapar: Bazılarına gore bu ahit, Allah'ın yaratıklarına bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kacınmaları konusunda bir emridir. Bu emri kitaplarında ve rasullerinin dilleriyle acıklamıştır. Bu ahdi bozmaları demek, onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Bazı alimler de şoyle dediler: Bu ayetle butun kufur, şirk ve nifak ehli kastedilmiştir. Allah'ın onlara ahdi ise rububiyetine delalet eden deliller getirerek vahdaniyetini gostermiş olmasıdır. Allah'ın onlara ahdi hic bir kimsenin benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu sabit olan hakikatleri kabul etmemeleri ve kitapları yalanlamalarıdır. Diğer bazı alimler de şoyle dediler: Allah Teala'nın sozkonusu ettiği bu ahid, insanları Hz. Adem'in sulbunden cıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir. Bu ahdi bozmaları demek, ona uymamaları demektir.

Fahreddin Razi, Allah'ın ahdi konusunda şunları soyler: Bu konudaki farklı goruşler şunlardır:
1- Bu ahid ve misaktan maksad, Allah'ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gosteren delilleridir. Boylece bu, deliller ile tevhide sarılma hususunda bir ahd ve misak (soz) almış olur. Cunku bu, deliller ile tevhide ve Peygamber'in doğruluğuna sarılmak demektir. İşte bundan dolayı da Cenab-ı Allah'ın "Siz Bana olan ahdinizi (sozunuzu) yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim" (2/Bakara, 40) ayeti pek yerinde olur.

2- Bu ayetle kastedilmiş olanların, peygamberlerine indirilen kitaplarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i tasdik etmelerine dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine Hz. Muhammed'in ve ummetinin durumu acıklanan ehl-i kitabtan bir grup olması muhtemeldir. Boylece bu grup ahitlerini bozdular, ondan yuz cevirerek Hz. Peygamber'in nubuvvetini inkÂr ettiler.

3- Alimlerden bir kısmı ise, bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları boylece Hz. Adem'in sulbunden cıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir.

Elmalılı, Allah'la yapılan ahidleşme konusunda şoyle der: O fÂsıklar ki, antlaşmalarını, hem de Allah'ın anlaşmasını bozarlar; bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta "iyyÂke na'budu ve iyyÂke nesteıyn (ancak Sana ibadet ederiz ve ancak Sen'den yardım dileriz" kavramı uzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezelî antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gonderme ile takviye, diğer taraftan kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilahî antlaşmayı ve mîsakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya kalkışırlar.

Seyyid Kutub, bu ahidleşme konusuna şoyle acıklık getirir: "Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin bir cok ceşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Halik'ını bilmesi ve O'na yonelip ibadet etmesi icin yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah'ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah'a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de, Allah'ın Adem (a.s.)'ı yeryuzune halife gondererek ondan aldığı ahittir. Allah, peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten de ahitler almıştır. Ahidler gereğince yalnız Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın şeriat ve nizamını hÂkim kılmaları icab etmektedir. İşte fÂsıkların bozduğu ahidler bu ahidlerdir. Verdiği sozde durmayıp Allah'la ahdini bozan kimse, aynı zamanda, Allah'la olan sozleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira Allah'ın ahdini bozmağa cur'et eden kimseden, hicbir ahde saygı gostermesi beklenemez. Yeryuzundeki butun sapıklık ve fesatlar, Allah'ın emrinden uzaklaşmak, O'nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları koparmak yuzunden doğuyor. Yeryuzundeki anarşinin başı, Allah'ın beşer hayatını idare ve tanzim icin sectiği ilahî nizamdan yuzcevirmenin sonucudur. İşte, neticesi mutlak surette husran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu halde, yeryuzu Allah'ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı ilahîden uzak kaldığı muddetce yeryuzunde huzur ve sukûn aranamaz."

Kur'an'da mu'minlerin vasıflarından bahsedilirken "Onlar emanetlerine ve ahidlerine/ sozlerine riayet ederler." (23/Mu'minûn, 8) diye buyrulmaktadır. Mu'minler fert halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar, verdikleri sozlere riayet ederler, emanetlere de hiyanet etmezler. Mu'minlerin omuzlarında pek cok emanet vardır; mu'minler her ne suretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler. Cunku doğru olmak insanların fıtratındandır; fıtrat da İslam'dır. Onun icin mu'minler, fıtratlarının doğru yoldan sapmasına musaade etmezler. Butun insanların Allah'a vermiş oldukları bir soz ve ahit vardır. Bu da butun insanların Allah'ı tanımaları, O'na kulluk etmeleridir. Yuce Allah, insanların fıtratına kendi varlığını ve birliğini kabul edecek ozellik vermiştir. İnsanların bozduğu her ahdin şahidi Allah'tır. Bunun icin mu'min ahde vefa gosterirken Allah'tan korkar ve sakınır.

Mu'minler genel anlamda emanetlerden ve verdiği sozlerden sorumludurlar. Ayet-i kerime (23/Mu'minûn, 8), nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ve her ahdi icine alacak tarzda hukum bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mu'minlerin nitelikleridir. Muslumanlar bu niteliklere riayet etmedikleri takdirde İslam cemaati doğru istikameti bulamaz. Boyle bir toplumda, ortak hayat icin konulacak temel kaidelere herkesin bağlanması, guvenmesi ve dayanabilmesi icin ahde vef ve emanete riayet prensibi zaruridir. Bu prensibi tum mu'minlerin orneği ve onderi Rasulullah'ın hayatında acıkca gormekteyiz. O'na muşrikler bile guvenmiş, emanetlerini coğu zaman O'na teslim etmişlerdir. Bir yandan duşmanlık, obur yandan O'na guvenmek gercekten duşundurucu bir haldir. İşte, kısa bir sure icerisinde İslam'ın dunyaya hÂkim olmasında Rasulullah'ın bu ilkesinin buyuk katkısı olmuştur.

"Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şuphe yok ki Allah sakınanları sever. Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların ahirette hicbir nasibi yoktur. Allah kıyamet gunu onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize cıkarmaz ve onlar icin acı bir azap vardır." (3/Âl-i İmran, 76-77) Ahde vefa, Allah korkusuyla yakından alakalıdır. Bunun icin sosyal muamelelerde dost ile duşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi icin de durum aynıdır. Ahde vefa dunyevî bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus değildir. Cunku verilen soz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah'a karşı verilen ahde vef meselesidir. Onun icin de karşıdaki insanlar değil; Allah'ın emri gozetilir.

Kur'an-ı Kerim'de, Allah Teala'nın Hz. Adem'e, Hz. Musa'ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e ahid verdiği ifade edilir (bkz. 2/Bakara, 125; 7/A'rÂf, 134; 20/TÂhÂ, 115). Bu ahid, genellikle emir veya talimat verme şeklinde acıklanmıştır. Yine Kur'an'da Allah'la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş (bkz. 36/YÂsin, 60) ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir (bkz. 16/Nahl, 91). Allah'la yaptıkları muahedeye sadık kalanlara buyuk mukÂfat vaad edilmiş (bkz. 48/Fetih, 10), ahdini yerine getirmeyenler fesatcı/bozguncu olarak nitelendirilmiş (bkz. 2/Bakara, 27) ve Allah'a karşı ahidlerini hice sayanların ahirette hicbir nasip alamayacakları haber verilmiştir (bkz. 3/Âl-i İmran, 77). "Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki, ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim" (2/Bakara, 40) mealindeki ayet değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Bir yoruma gore ayette gecen birinci ahid, Allah'ın kullarına olan emir, yasak ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah'ın kullarına vaad ettiği af ve mukÂfatıdır. Diğer bir goruşe gore birinci ahid Allah'ın ahdi, yani kulları uzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri uzerindeki haklarıdır. Bir hadise gore Allah'ın kul uzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine ibadet etmesi, kulun Allah uzerindeki hakkı ise azap gormeden cennete girmesidir (bz. BuhÂri, Libas, 101; Muslim, İman 48). Semavî dinler, Allah'la kulları arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamberimiz, dua ederken, "Allah'ım! Gucum yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gosteriyorum" (BuhÂri, DeavÂt 16; Tirmizî, DeavÂt 15) der ve kendini O'na karşı daima sorumlu hissederdi.
 
Hadis-i Şeriflerde Ahde VefÂsızlık/Ahdi Bozmak
Hz. Peygamberimiz'den bir rivayet şoyledir: "Ahdine vefÂsı olmayanın imanı da (dini de) olamaz." (Beyhakî, es-Sunnetu'l-KubrÂ, c. 9, s. 231; Zehebî, KebÂir 108)

Hadis-i şerife gore ahde vefÂsızlık, kufrun en rezil şekli olan munafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. "Munafığın alÂmeti uctur. Soz soylerken yalan soyler. Va'd ettiği, soz verdiği zaman sozunde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet eder." (S. BuhÂri, Tecrid-i Sarih, c. 1, s. 45, no: 31; Tirmizî, İman 14)) "Dort şey kimde bulunursa hÂlis munafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde munafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, soz soylerken yalan soylemek, ahdettiğinde, soz verdiğinde sozunu tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." (S. BuhÂri, Tecrid-i Sarih, c.1, s. 45, no: 32)

"Bir kavim ahdinden donerse, Allah onlara mutlaka duşmanlarını musallat eder." (Muvatta, Cihad 26 -2/460-)

İbn Omer (r.a.) anlatıyor: "(Bir gun) Rasulullah (s.a.s.) yanımıza gelip şoyle buyurdular: "Ey muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman artık cemiyette hicbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah'a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır)

1- Zina: Bir toplumda zina ortaya cıkar ve alenî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o toplumda tÂun hastalığı (bulaşıcı hastalık) yaygınlaşır ve onlardan once gelip gecmiş toplumlarda gorulmeyen hastalıklar yayılır. (Dun frengi, bugun AIDS, kanser..., yarın?!)

2- Olcu-tartıda hile: Olcu ve tartıyı eksik yapan her toplum, mutlaka kıtlık, gecim sıkıntısı ve sultanın zulmune uğrar.

3- ZekÂt vermemek: Hangi toplum mallarının zekÂtını vermezse mutlaka gokten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur duşmezdi.

4- Ahdin bozulması: Hangi toplum Allah ve Rasulu'nun ahdini bozarsa, Allah, o toplumda, kendilerinden olmayan bir duşmanı musallat eder ve ellerindeki (servet)lerin bir kısmını onlar alır.

5- Kitabullah'la hukmetmeyi terk: Hangi toplumun imamları (liderleri) Allah'ın kitabı ile ameli terk ederek Allah'ın indirdiği hukumlerden işlerine gelenleri secerlerse, Allah onları kendi aralarında savaştırır." (Kutub-i Sitte Muht. Tercume ve Şerhi, c. 17; s. 540)

Ebu Hureyre (r.a.)'den Nebî (s.a.v.)'in şoyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aziz ve Celil olan Allah: Uc (sınıf insan) vardır ki, kıyamet gununde Ben bunların hasmıyım: 1- O kimse ki, bana (Mukaddes ismime) yemin eder de sonra ahdini bozar. 2- Bir kimse ki, hur (bir insan)ı kole diye satar da onun karşılığını yer. 3- Diğer kimse ki, bir işci tutar, onu calıştırır da ucretini vermez, buyurmuştur." (BuhÂri, Tecrid-i Sarih Terc. Ve Şerhi, c. 6, s. 535)

"Ahdini bozan her kişi icin kıyamet gununde (halk arasında teşhir olunmak uzere) bir alÂmet vardır. (o alÂmet,) sozunu bozan ğaddarın yanına dikilir, onunla bilinir." (BuhÂri, Tecrid, c. 8, s. 477)

Kur'an'da hem insanlar arası ilişkiler, hem de insanla Allah arası ilişkilerin temelinde ahid vardır. Ahde vef gostermek, hem insanlar arası ilişkilerin, hem de insan-Allah arası ilişkilerin esasıdır. Kur'an, ahde vefÂyı insanın onur burclarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefÂnın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat cekmiştir. Prensipler şoyle konuyor: "Ahde vef gosterin, sozunuzde durun." (17/İsrÂ, 34) Ahde vefÂsı olmayanın zÂlimlerden olduğu anlaşılmaktadır: "Allah, ahdim zÂlimlere ermez, buyurdu." (2/Bakara, 124) "Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getirin." (5/MÂide, 1).Allah, ahd-u misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan bu sozleşme, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan sozleşme olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler: "Sozlerini bozmaları sebebiyle onları lÂnetledik ve kalplerini katılaştırdık." (5/MÂide, 13) "Onlar ki, kesin soz verdikten sonra sozlerinden donerler. Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryuzunde bozgunculuk yaparlar; işte husrÂna/ziyana uğrayanlar onlardır." (2/Bakara, 27)

Kur'an'a gore insan ruhuyla Allah arasında ezelde yapılmış bir anlaşma vardır ve dunya hayatı bu muÂhedenin icra yeridir. Kur'an, insanı bu anlaşmayı unutmamaya ve şartlarını yerine getirmeye cağırmaktadır. İman, bu ezelî mukavelenin bir kere daha hatırlanması ve itirafı, dunya hayatımız da bu sozleşme şartlarına uygun bir yaşayışın surdurulmesidir. "Rabbi'in Ademoğullarından, onların bellerinden zurriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir.) "Evet (buna) şÃ‚hidiz!' dediler. Kıyamet gunu, biz bundan habersizdik demeyesiniz." (7/A'rÂf, 172) Bu ayette dile getirilen ahd-u misakın mahiyeti hakkında mufessirler cok farklı yorumlara gitmişlerdir. Bu yorumlar şoyle gruplandırılabilir: Mufessirlerden coğunluğu oluşturan grup bu ayeti, sembolik (remz&#238 bir anlatım olarak kabul ederler. Bunlara gore, Kur'an, bu uslup ile Âdeta Allah'ın uluhiyeti fikrinin, gercekte insanın tabiatına/doğasına yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa olarak meydana geldiğini anlatmak ister.

Diğer bir grup mufesir, bu ahd-u misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler. Bazı mufessirler ise, bu ahidleşme, fıtrî olması ve kelam-ı nefsîyi de icine alması itibariyle gercek bir sozleşme gozuyle bakarlar. Dolayısıyla olayın fıtrî olması, fiilî olarak olmasına engel teşkil etmez goruşundedirler. Yine, bu ayette gecen "kaalû belÂ" ifadesi hakkında, bunun ezelde mi, ana rahminde mi, yoksa bulûğ cağında mı olduğu hususunda ceşitli goruşler vardır. Butun mufessirler, bu sozleşmeyi ister fıtrî, ruhî bir sozleşme olarak, isterse fiilî, kelamî bir ahidleşme şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu ahd-u misakla gercek anlamda Allah'a soz vermiş ve O'nunla bir sozleşme yapmış olduğu hususunda soz birliği icindedirler.

Mu'minler ahiretteki kazanclarını duşunerek ahidlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu ahidler, ister Allah ile kul arasında olsun, ister beşerî ilişkilerde olsun, hicbir değişiklik arzetmez. Tağutlara itaat eden, Allah'ın hududunu ciğneyen, İslam'ı kişisel ve toplumsal hayatında yaşama gayretinde olmayan insanlar, Allah'la yaptıkları ahdi, O'na verdikleri sozu bozmuşlardır. Bu kişilerin, diğer insanlara verdikleri sozlerini tutmaları da beklenemez.
Kavram Tefsiri
__________________