"Siz ancak zayıflarınızın du ve ihlÂsı sÂyesinde nusrete (zafere) nÂil oluyorsunuz."
(Hadîs-i şerif)
Gecmiş yıllardan birinde Kayseri halkı neye uğradığını şaşırmıştı. Cunku Kayseri kuruldu kurulalı boyle yanıp kavrulmamış, bir damla suya boyle hasret kalmamıştı.
Kayserili soluk alamayacak kadar bunalıyordu ve Kayseri, yaşanılmaz bir hamam sıcaklığında nemliyken kupkuru kavruluyordu. Toprak, kocaman yarıklarla ayrılmıştı. Ekin bitmiyordu.
Kayseri'nin butun meşhur Âlimleri, hacıları hocaları bir araya gelip konuştular, birbirlerine danıştılar. Sokak sokak, ev ev Kayseri'yi dolaştılar. Yağmurun kesilmesinin suclusunu arıyorlardı. En kucuk kotulukleri en buyuk cezayla cezalandırdılar. Artık, Kayseri'de suc ve gunah diye bir şeyin kalmadığına iyice inanınca, oturup sabîler hurmetine bu uğursuzluğun, bu korkunc cezanın bitmesini beklediler.
Kuraklık biteceğine arttı.
Fakat bu gunahkÂr kimdi? Kim olabilirdi?
Meşhur Âlimlerin ilmi, derin hocaların olanca derinliği ve hacıların geniş sabrı, taş gibi bir caresizliğin karşısında dağılıyordu.

Hasan Baba, bu sırada geldi Kayseri'ye.
Butun umut kapılarının kapandığı, AllÂh'a acılan ellerin titremekten gucunu yitirdiği ve yuzlerin sararıp yuz olmaktan coktan cıktığı bir sırada…
Toprak, en umulmayan bir yerinden yarılmış da bir dupduru su butun serinliğiyle fışkırmış gibi, uzun beyaz sakallı bir derviş, Kayseri sokaklarında gorunmuş; gozleri ve yuzu yerde, adım adım Kayseri'yi dolaşmıştı.
Cevresinde yavaş yavaş artan kalabalığın farkında değilmiş gibi şehrin dışına cıkmış, halkın o gune kadar Bozdağ dediği dağa doğru yonelmişti.
NihÂyet sessiz derviş Bozdağ'ın eteklerine gelmişti.
O Âna kadar hep one eğik olan gozlerini ve başını kaldırmıştı; Bozdağ'a bakmıştı. Dudakları belli belirsiz kımıldamıştı.
Kalabalık, bu kımıldayan dudakların arasından pamuk yumuşaklığında bir sesin cıktığını duydu:
"-Destur ya velî!.."
Ve aynı kalabalık, hem bu pamuk sesle birlikte dağın kımıl kımıl kımıldadığını; derin, fakat guvendirici ve inandırıcı bir sesin dağın yan belinden aşağı geldiğini gorduler ve duydular:
"-Destur seninle biledir, ya Hasan!"
Donup kaldılar. Bu ne bicim işti boyle?
Nerden geldiği bile bilinmeyen bu garip dervişi, yıllar yılı Kayseri'yi golgeleyen Bozdağ nereden tanıyordu? Dağ nasıl konuşuyordu, nasıl kımıldıyordu?
Kalabalık, o taş donukluğu icinde şoyle bir dalgalandı. Bir yel esmişti de, boy vermiş başakları dalgalandırmıştı sanki. Ve kalabalık, bu dalgalanışın ardından, tırpan yemiş ekin misali, Hasan Baba'nın ayaklarına serilivermişti.
O zaman, Hasan Baba, kalabalığa yeni goruyormuş gibi bakmış ve onlara selÂm vermişti. Bunun uzerinedir ki, kalabalığın arasında bulunan Âlimlerin en yaşlısı ayağa kalktı. Gozle gorulur bir saygı icinde dervişe yaklaşıp ellerine sarıldı. Sesi kurumuş toprakların catlak umutsuzluğunda titriyordu:

"-Y Şeyh!.." dedi; "Y derviş, y velî!.." diye tekrarladı. "Duyduk işte; Bozdağ'dan duyduk ki, adın Hasan senin. Bundan boyle Bozdağ senin adınla anılsın, Hasandağı diyelim biz de… Hasandağı nasıl Kayseri'ye baş vermiş, ser cekmişse, gel sen de bizim imamımız ol!.."

Hasan Baba'nın gozleri de şimdi sesi gibi pamuk yumuşaklığındaydı.

"-Sizin imamınız var." dedi; "Olmasaydı bile ben size imam, siz bana cemaat olamazdınız."

Yaşlı Âlim:

"-Evet, var." dedi. "Bizim imÂmımız da, bizim Âlimlerimiz de var. Bu Âlimlerin biri de benim işte; karşındayım. Ne imamımızın imamlığı ve ne de bizim ilmimiz, şu gorduğun uğursuzluktan bizi kurtaramıyor. Butun Âlimlerimiz sustu. Goruyorsun. Senin icin bir buyuk cÂmi de yaptırırız istersen..."

Hasan Baba'nın yumuşak sesi, bir ricÂyı reddetmek korkusuyla endişeliydi.

"-Ben size imamlık yapamam, siz bana cemaat olamazsınız." dedi yeniden.

Kalabalık birden haykırdı:

"-Oluruz!.. Ne buyurursan yaparız, kurtar bizi, kurtar bizi, kurtar bizi!.."

Âlim:

"-Sana bir cami yaparız, eğer istersen…" diye devam etti: "Binleri barındıran bir buyuk cami yaptırırız..."

Hasan Baba gulumsedi:

"-Deneyelim" dedi, yavaşca.

Binler, bir ağızdan cevap verdi:

"-Hazırız!... Biz hazırız!"

Hasan Baba'nın onunde ve Bozdağ'ın eteklerinde, binler, binlerden de fazla binler abdest almağa başladı; ikindi ezanı okunurken imÂmete gecen Hasan Baba'nın arkasında yuzlerce saf el bağlayıp dîvan durmuştu.

Ama Hasan Baba sessiz okumaya devam ediyor, şimdi rukûa varacak sanılırken saatler geciyordu.

İkindi, akşama yaklaşıyordu.

Gokyuzundeki taş mavilik, akşam esmerliğinde erimeye başladı.

Fakat Hasan Baba hÂl rukûa varmıyordu. Sanki yeryuzunde değildi; sanki arkasında el bağlayıp dîvana durmuş yuzlerce saf yoktu... Sanki Hasan Baba yoktu, imÂmet mevkiinde bir siyah cubbe ve bir beyaz sarık vardı. Hasan Baba, bu siyah cubbe ile o beyaz sarığın icinde değil gibiydi.

Bu minvÂl uzere saatler gecti. Uzun uzun suren kıyamlarla akşam namazı da îf edilmiş, yatsı namazına durulmuştu. Ayaktayken yine saatler gecmiş, gece yarısı olmuştu. Cemaat, bir turlu namazı bozamıyordu.

Bu, boylece, ertesi gun sabah namazı vaktine kadar surdu. Gunun ağarmasına az kala, Hasan Baba iki yanına selÂm verip doğruldu. Gozleri, bir gun oncekinden daha diriydi; yuzu daha gencti.

Yorgun, bitkin, uykusuz ve duşunceleri bile durmuş olan cemaat, yerinden kalkamıyordu. Bu yorgunluk sebebiyle gokyuzunun dune gore biraz daha yumuşadığını, sıcağın daha azaldığını, belli belirsiz bir yelin esmekte olduğunu fark edemiyorlardı.

Hasan Baba dipdiri yuzunu cemaate dondurdu. Sanki onları yeni goruyordu. Âlim, olanları bir cırpıda anlamıştı; binbir guclukle yerinden doğrulup Hasan Baba'nın eline vardı:

"-Biz bu yaşa geldik boylesi namaz gormedik. Gel gelelim sen namazda bizi unutuverdin. Arkanda bir cemaat var mıdır, yok mudur aklına bile gelmedi, yalnız bizi olsa iyi, dunyayı bile unuttun... Bu nasıl iştir?.."

Hasan Baba:

"-Yaaa!" dedi. Sakalını sıvazlıyordu. "Oyle mi oldu? Ne yapaydım ki?"

"-Bizi de hatırlamalıydın." dedi, Âlim.

Hasan Baba beklemedik bir cevap verdi:

"-Siz, namaz kılarken boyle her şeyi ve herkesi hatırlar mısınız?"

Âlim de beklemiyordu bu cevabı. Karşılık veremedi; terledi. Arkadaşlarına dondu. Onlar başlarını coktan onlerine eğmişlerdi.
Hasan Baba lÂfı değiştirdi. Daha yumuşak bir sesle:

"-Siz, sizi hatırlayanı hatırlamıyorsunuz ki… Kardeşinizi, hemşehrilerinizi bile hatırlamaz olmuşsunuz... Ya ben sizi nasıl hatırlayayım?"

Cemaat, hep birden, gucsuz ve cılız:

"-Hayır!.." dedi; Âlim, "Biz hemşehrilerimizi hicbir zaman unutmadık ki..." diye cemaatin sozunu tamamladı.

O zaman Hasan Baba, onlara kambur ekmekciyi sordu:

"-Şehrinizde bir kambur yaşardı." dedi. "Uzun kış gecelerinde ev ev dolaşır, fakir fukaranın ekmeğini bulurdu. Akşama kadar dilenir, sabahlara kadar dağıtırdı... Cocuklarınız alay ederdi, akıllılarınız(!) hor gorurdu; delikanlılarınız eğlenirdi... Şimdi onu aranızda goremiyorum. Nerde ki?"

Âlim:

"-Kovduk onu şehrimizden... Şunun bunun sırtından gecinenleri sevmezdik de ondan kovduk." diyecekti, diyemedi... Yutkunup kaldı.

Hasan Baba:

"-O sizin hÂlinizden utanmazdı da, siz ondan utanırdınız." dedi. "Kovdunuz ve unuttunuz. Fakat o sizi unutmadı. Bu uğursuzluk, şehrinize nicin geldi; hic duşunmediniz mi?"

Kurtuluş cÂresinin kimde olduğunu anlamışlardı.

"-Nerde o Kambur Ekmekci? Gidip yalvaralım, biz ettik sen etme diyelim, nerde? Gidip yalvarsak gelir m'ola?"

Hasan Baba:

"-Gelir." dedi; "Onlarda gonul koyma yoktur, kibir bilmezler. Sizin imamınız olacak kişi odur... Giderseniz gelir o."

Hasan Baba gokyuzune kaldırdı başını; yeni belirmiş kucuk bir yağmur bulutunu gosterdi, Bozdağı'nın yan belinin ustundeydi.

"-Şu bulutun altında." dedi. "Dağın yan belinde. Geldiğimde selÂm verip konuştuğum o idi!"

Cemaat buluta bakıyordu. Bulut, Âdet gokyuzune cakılıp kalmıştı.

Âlim teşekkur etmek uzere, gozlerini Hasan Baba'ya cevirdi. Hasan Baba, yerinde yoktu. Geldiği gibi, yine sessizce -belki geldiği yere- gitmişti.

Bir cırpıda, yeni adı Hasandağı olan Bozdağ'ın yan beline cıktı cemaat. Kambur Ekmekci oradaydı. Orada, o kucuk yağmur bulutunun altındaki serinlikte, geyikten baykuşa kadar ne varsa başına topladığı hayvanların kimine su veriyor, kiminin karnını doyuruyordu.

Gelen Kayserilileri de aynı sukûnet ve rahatlık icinde karşıladı.

"-Biliyorum." dedi; "Bizim Hasan gonderdi, sizi bana. Sizinle geleceğim... İmÂmınız da olacağım; ama bir şartla..."

"-Butun şartların kabul!.." diye bağırdı, başta Âlim olmak uzere butun kalabalık.

"-Her şartın kabul... Bizimle gel... İmamımız ol."

Guldu Kambur Ekmekci. Dosttu; kardeşti; ictendi.

"-Darılmaca yok!" dedi.

"-Darılmaca yok!.." dediler.

O akşam, Kayseri'nin en buyuk camiinde akşam namazına hazırlandılar. Cami, cemaati almamıştı; cemaat sokaklara taşmıştı, onlarca muezzin, bir ağızdan, ezan okuyordu.

Namazdan once cemaat:

"-Hasan Baba gibi sen de bizi unutma!" dediler. "Unutma bizi; hatırla!.."

"-Olur!" dedi Kambur Ekmekci; "Hep sizi hatırladım zaten; yine hatırlayacağım, namazı ziyan etmek bahasına bile olsa." Guluyordu. Guluşu dosttu, kardeşti, ictendi.

Ezan, Kayseri'nin ustundeki butun uğursuzluğu eritir gibi okunup bitti.

Kambur Ekmekci:

"-AllÂhu ekber." dedi.

Muezzinler bir ağızdan:

"-AllÂhu ekber…" dediler. Cemaat de "AllÂhu ekber " dedi.

Olanlar bundan sonra oldu işte.

Cemaat, Kambur Ekmekci'ye:

"-Bizi hatırla!.." demişti. Kambur Ekmekci de cemaati bir bir hatırlamaya başladı. Bismillah demeden daha:

"-Ey Âlim!" dedi yuksek sesle... "Sen namaz kılarken yazacağın kitapları ve o kitaplardan kazanacağın paraları, insanlar katında yukselen itibarını duşunuyorsun; kambur geldi, iş duzelir artık, diyorsun. Ve sen ey oduncu kardeş, keseceğin odunların yaş olmasını, cekide ağır cekmesini nicin namaz kılarken duşunuyorsun? Namazın sonunda ne duşuneceksin peki? Ya sen falanca bey?.. Gonlunde komşunun kızına kuracağın tuzakların kiri varken Tanrı'nın huzuruna nasıl geldin?"
Kambur Ekmekci arada bir duruyor:

"-Bizi hatırla dediniz hatırlıyorum işte, darılmaca yok, iyi dinleyin; filÂnca bey, sen de dinle..." diyerek, cemaatin icinden gecen butun kotulukleri bir bir sayıyordu.

İlkin, şaşırmıştı millet, sonra utanmıştı... Derken toparlandılar. Adı gecen, cemaat onunde ic yuzu sergilenen kişi, namazı bırakıp kacıyordu. Bir ara saflar iyice bozuldu; seyreldi. Bir ara cÂmide birkac kişi kaldı... Nihayet Kambur Ekmekciden başka kimse kalmadı cÂmide.

Bomboş cÂmide, Kambur Ekmekci, tek başına akşam namazını kıldı.

Namazdan sonra el actı, AllÂh'a duÂya başladı.

Derler ki, bu du sabaha kadar surdu. Gun, ilk ışıklarını yağmur bulutlarının arasından Kayseri ustune saldığında Kambur Ekmekcinin de duÂsı bitmişti.

"-Şimdi gonder, artık Rabbim." dedi; "Sal dilediğin kadar yağmurunu. Şu şehri bir guzel yıka. Şehirlinin ici gorundu; yağdır yağmurunu alsın gotursun kirleri, alsın gotursun... Benim bir kırgınlığım kalmadı gayri onlara..."

Kaynak: Humeyra aslan, Şebnem Dergisi

__________________