Osmanlı’nın DaVinci şifresi

Batı, kendi tarihini yeniliyor, guncelliyor, bıkmadan usanmadan gundeme getiriyor. Bir yandan “Truva”, obur yandan “Kral Arthur”. Haclı Savaşları’nı anlatan “Cennetin Krallığı” ile Hz. İsa’nın cilesini işleyen “The Passion”, el ele erişilmez bir Avrupa-merkezli tarihi beyinlere pompalıyorlar.

Batı, tarihin hukumdarı olarak beyazperdeden zihinleri bombardımana tutmakla meşgul. Diğer tarihler, ancak cerez olarak katılabiliyorlar kervana; figuran olarak daha doğrusu.

Hep gec kalıyorum ama acelem yok, cunku benim malzemem hep ‘burada’. Tarih, bir laboratuvar olarak her daim onumde. “Da Vinci Şifresi”nin modası gecmiş olabilir ama tarihimizin Leonardo Da Vinci ile ilgili sayfası hafızalardan silinmeyecek ilginclikte. Bakın nasıl gelişmiş olaylar… Geriye gidelim biraz, tarihlerimizde “Sofu” diye kucumsenen II. Bayezid’in iktidar yıllarına…

II. Bayezid’in bilim ve sanata olan merakı, Avrupa semalarında yankılanadursun, Floransa’dan bir allÂme-i cihÂn, Leonardo nam bir Âkil zat, bir proje hazırlamakla meşguldur. Şohretini işittiği II. Bayezid’e, takdir edeceği ve kendisine cil cil altınlar kazandıracak bir proje sunmaktır niyeti. Oturur, hesaplar, yazar cizer ve sonunda not defterine şu cumleleri duşer:

İstanbul’da Galata Koprusu

Genişliği 24 metre, su ustu yuksekliği 42 metre, uzunluğu 360 metre, yani deniz uzerindeki kısmı 240 metre, karaya oturan kısmı da 120 metre olan mahmuzlu bir kopru.” Bildiğimiz, projenin Sultan Bayezid’in onune gittiği ve yetkililerce incelendiğidir. Ancak bu yanlış muhendislik hesaplarıyla dolu hayalî proje reddedilir. Ronesans’ın dÂhisinin yanlış hesabı, İstanbul’dan donmuştur. II. Bayezid, dÂhi denilen bir adamın yapa yapa bu gercekci olmayan cizimleri yaptığına inanamamaktadır. Leonardo Da Vinci, artık Sultan’ın gozunden duşmuştur. Belli ki, hatasını kendisi de kabul etmiş ve başarısız projesini sağlığında yayınlamaktan kacınmıştır. (Bu projeyi ve cizimleri Topkapı Sarayı Muzesi’nde bulup ilim Âlemine sunan kişinin Franz Babinger olduğunu belirtelim.)

Ancak Osmanlı hukumdarı, Ronesans dÂhilerini imtihana cekmekten usanmaz. II. Bayezid’in hedefinde şimdi de Da Vinci’nin ezelî rakibi Mikelanj vardır. Pazarlıklar Mikelanj’la surdurulur. Hatta İstanbul’dan bir heyetin İtalya’ya kadar gidip Mikelanj’a proje teklif ettiklerini bile biliyoruz. (Yandaki tablonun ressamı, bu teklif sahnesini canlandırmıştır.) Ancak bu goruşmelerden herhangi bir sonuc alınamamış, muhtemelen gitmesine izin verilmemiştir. Bu, işin bir cephesi. Ronesans’ın dÂhi cocuklarının para ve şohretin kaynağının Doğu’da olduğunu keşfetmeleri yeni bir olay değil. Bellini’nin Fatih’e hayranlığını, son Bizanslı filozof Plethon’un bir eserini Fatih icin yazdığını biliyoruz. Ancak ya humanistlerin Kanuni Sultan Suleyman’a hayran olduğunu soylersem…

İşte bunlardan birisi: İtalya’nın en unlu humanistlerinden Pietro Aretino, Kanuni’nin yetenek ve meziyetlerinin o kadar iyi farkında ve kendisine o kadar hayran ki, 1532’de saraya bizzat başvurarak hizmetine kabul edilmesini ister. 1533’te bu defa Dermoyen adlı bir halı firmasının İstanbul’a dokumacılar ve tuccarlar gonderip Kanuni’ye halı dokumak icin izin aldığını goruyoruz.

Peki nereden biliyorlar Sultan’ın el sanatlarına olan merakını? Daha bir yıl once Kanuni Venediklilere 7 katlı nefis bir tac siparişi vermiştir de ondan. Kanuni’nin bu tacla Viyana surları onunde yaptığı muhteşem bir gecit resmi vardır ki, yalnız Viyana’yı değil, neredeyse butun Avrupa’yı etkilemiştir.

16. yuzyılda Osmanlı hanedanı uyeleri, Avrupa’nın sanat ve bilim alanındaki en buyuk himayecileri olmuş cıkmışlar, yalnız Cem Sultan’la değil, II. Bayezid’le de, yalnız Fatih’le değil, Kanuni ile de Doğu’nun ve Batı’nın şemsiyeleri altında toplanacağı bir buyuk idealin peşinde koşmuşlardı. Nitekim 19. yuzyıl sonunda Abdulaziz’e beste yapıp gonderen Liszt, ondan maddî yardım isteyen Wagner, II. Abdulhamid’in yardım gonderdiği Pastor ve Koch, bize Da Vinci ve Mikelanj zamanındaki ilişkilerin sonraki donemlerde de devam ettiğini gosteren ornekler.

Değişen tek şey, muhtemelen kendimize guvenimizdi. Bir zamanlar Da Vinci’nin dahi hatalarını buluyorken, 19. yuzyılda artık bilgi adına ne varsa Avrupalılardan oğrenmeye calışıyorduk. Sebebi uzerinde, birilerini suclayıp karalamadan duşunmeye değmez mi?

[SORUN, CEVAPLAYALIM]

Bilimde geri mi kaldık?

Bir suredir Sultan II. Abdulhamid hakkında yazmakta olduğum kitaba yoğunlaştığım icin sorularınıza cevap veremedim. Sordunuz, ‘kalktı mı?’ diye. Kalkmadı tabii ama sayfamızın formatı da değişti bu arada. Dolayısıyla yeniden değerlendirmem gerekti durumu. Devam edeceğiz ama lutfen sorularınızı biraz daha odaklı sorun, dağıtmayın. Tam neyi oğrenmek istiyorsanız onu… Hemen her toplantıda karşıma cıkar: Batı ilerlerken biz uyuduk, geri kaldık. Akif’in dediği gibi, ‘Bir uyku uyuduk ki, cehennemde uyandık’. Bunun sebebi nedir? Bir kere 17. yuzyıl ve sonrasında Avrupa’da vuku bulan bilimsel ve teknolojik devrimi normal bir bilimsel etkinlik cercevesinde değerlendiremeyiz. (Burada ‘normal bilim’ derken Thomas Kuhn’un kastettiği anlamda bir paradigmanın, yani bilimsel cercevenin icinde yapılan bilimi kastediyorum.) Bu ‘olağanustu’ bir bilimdir ve normal bilimdeki faaliyetler olağanustu donemle olculemez. Ya neyle kıyaslamak lazım onu? İnsanlık tarihindeki buyuk bilimsel patlamaların yaşandığı diğer cağlarla elbette. Olsa olsa MO 5. yuzyılın Atina’sıyla, MS 10. yuzyılın Bağdat’ıyla kıyaslanabilir. Dikkat ederseniz Yunan ve İslam mucizeleri deniliyor bunlara, yani olağanustu donemler…

Boylesi donemlerin sayısı insanlık tarihinde cok fazla değil. Yani Yunanistan’da gercekleşen ciceklenme, yuzyıllar suren Afrika-Asya kulturel trafiğinin, her şeyden once de Fenike medeniyetinin eseriydi. Cunku insanlığın yuzlerce yıllık birikimi, mağma gibi kendisine patlayacağı bir delik arar ve sonunda uygun bir yer bulunca yeryuzune cıkar. Bu ‘mucize’lerin Atina veya Bağdat’ta ortaya cıkmaları, tarihin akışını kendi yonlerine cevirmesini bilen yoneticilerin eseriydi. Hodgson gibi tarihcilerin uzun vadeli dunya tarihi perspektifinden bakıldığında ‘Batı uygarlığı’nın Avrupa’da ortaya cıkması da aslî değil, arızî bir durumdu. Yani bu enerji, bir şekilde kendisine uygun bir yol bulacaktı. En uygun cıkış yolu ise Avrupa’da hazırlanmıştı. Orada cıktı. Başka bir yerde de ortaya cıkabilirdi ama şartlar elvermedi. Dolayısıyla modern bilimlerdeki patlamayı, Osmanlı veya herhangi bir ‘normal’ faaliyetini surduren paradigmayla değil, super lig ile 2. lig arasındaki fark gibi, Yunan veya İslam bilimleriyle kıyaslamamız gerekir. Cunku bunlar, bircok medeniyetin ortak olarak katkıda bulunduğu ama bir yerde ortaya cıkan bilimsel lavlardır. Malum, lav dağını secemez. Dağdır lavı secen. Ne zaman dağ olursak lavımızı icimizde buluruz.
__________________