
Son devir din Âlim ve velîlerinden.
Adı SuleymÂn Hilmi, soyadı Tunahan'dır.
Babası zamÂnın muderrislerinden HÂfız Osman Efendidir. Soyu FÂtih Sultan Mehmed Hanın "Tuna Hanı" olarak tÂyin ettiği ve kendi kız kardeşi ile evlendirdiği İdris Beye dayanmaktadır. 1888 (H.1306) senesinde Silistre'nin Ferhatlar koyunde doğdu. 1959 (H.1379) senesinde İstanbul'da vefÂt etti. Karacaahmed Kabristanındadır.
Babası Osman Efendi tahsîlini İstanbul'da tamamladıktan sonra Silistre'ye giderek meşhûr Satırlı Medresesinde yıllarca muderrislik yaptı.
İlim ehli ve fazîlet sÂhibi bir Âileden dunyÂya gelen SuleymÂnHilmi Tunahan, ilk tahsîlini Silistre Ruşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. BilÂhare tahsîlini tamamlamak icin İstanbul'a gelerek Sahn-ı SemÂn (FÂtih) Medresesine kaydoldu. FÂtih dersiÂmlarından ve o devrin meşhûr Âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi (BuyukHamdi Efendi)nin ders halkasına devÂm etti. ZamÂnın usûlune gore aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icÂzet, diploma aldı. Daha sonra o zamanki tÂbiri ile dersiÂm (profesor) olarak yetişmek uzere SuleymÂniye CÂmii medreselerinden Medresetu'l-Mutehassısînin tefsîr ve hadîs kısmına devÂm etti.
Son derece parlak bir zekÂya sÂhib olan SuleymÂn Hilmi Tunahan, 1919 senesinde Medresetu'l-Mutehassısîn'den birincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetu'l-KuzÂtı (Hukuk Fakultesini) da ustun bir derece ile bitirdi. Boylece bir taraftan dersiÂm diğer taraftan da kÂdılık rutbelerine ulaşarak devrinin zÂhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini muteÂkip İstanbul'da dersiÂm olarak vazîfeye başlayan SuleymÂn Hilmi Tunahan bir muddet sonra medreselerin kapatılması uzerine vÂizliğe tÂyin edildi. Uzun muddet İstanbul'un Sultanahmet, SuleymÂniye, Yeni CÂmi, ŞehzÂdebaşı ve PiyÂle Paşa gibi buyuk cÂmilerinde halka vÂz ederek insanlara İslÂmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.
Tasavvuf yolunda SelÂhuddîn ibni MevlÂn SirÂcuddîn Efendinin sohbetlerine devÂm ederek yetişti. SuleymÂn Hilmi Tunahan'ın tasavvufî yonuyle ilgili olarak, dÂmÂdı ve bağlısı KemÂl Kacar tarafından Necip FÂzıl Kısakurek'e verdiği notlardan bir bolumu şoyledir:
"SuleymÂn Efendinin bÂtın ilmine yÂni tasavvuftaki mÂnevî cephesine gelince, şuphesiz bu husus ehline mÂlumdur.ZÂhirî akıl ve zek ile idraki mumkun olamaz. Oyle ki, bir insan musluman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir. Hatt ic hayÂtı munkir olamaz da yine tasavvuf ve irşÃ‚da ehil bir zÂt ile karşılaştığı halde, o zÂt ilÂhî irÂdeyle kendisini ona bildirmezse, dunyÂlar bir araya gelse onun feyzlerinden haberdÂr olamazlar. Bizim ise kendisinin mÂnevî cephesi uzerinde zerrece tereddudumuz yoktur. Biz bu noktayı ilmelyakîn biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve rûh melekeleri uzerindeki tesirini oz rûhumuzda ve vucûdumuzda hissetmiş, enfusî ve kevnî kerÂmetlerinin ustun irşÃ‚d hÂrikalarını fiil hÂlinde ve hakkıyla muşÃ‚hede etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inÂyet ve lutfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kÂmil ve mukemmel murşid olduğuna Silsile-i sÂdÂd=Buyukler zinciri kolundan otuz ikinci ferdi SelÂhuddîn ibni MevlÂn SirÂcuddîn hazretlerinin cismÂnî nisbet, İmÂm-ı RabbÂnî hazretlerinin de rûhÂnî nisbetle vÂrisleri bulunduğuna îmÂnımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, hic olmazsa aksini iddi etmemelerini ve kendisinde bir murşid hÂli gormediklerini soylemekten cekinmelerini, duny ve Âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz."
ZÂhirî ve bÂtınî yonden yuksek derece sÂhibi olan SuleymÂnHilmi Tunahan, îtikÂdda Ehl-i sunnet, amelde Hanefî mezhebine, tasavvufta Nakşibendiyye yoluna mensûb idi. Ehl-i sunnet vel-cemÂate son derece bağlıydı. Kendisinden feyz alan talebeleri ile vÂz ve sohbetlerine devÂm eden kimselere en buyuk tavsiyesi; "Ehl-i sunnet vel-cemÂat" akîdesine ihlÂs ve samîmiyetle bağlı olmalarıydı.
Yetmiş iki senelik omru boyunca İslÂmiyetin emir ve yasaklarını oğrenmek, oğretmek ve insanlara anlatarak onların duny ve Âhiret saÂdetine kavuşmalarına vesîle olan SuleymÂn Hilmi Tunahan 16 Eylul 1959 senesinde İstanbul'da Kısıklı'daki evinde vefÂt etti. Karacaahmet Kabristanlığına defnedildi. (1, 2)
Aşağıdaki bolumler Evliyalar Ansiklopedisinde yer almamaktadır, farklı kaynaklardan temin edilmiştir.
SULEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S.) HAZRETLERİ’NİN KRONOLOJİSİ (3)
1888 / 1304 - Miladi / Rumi Suleyman Hilmi (k.s.) Efendi, Silistre’nin Hezergrad kasabasının Ferhatlar koyunde dunyaya geldi.
1913 / 1329 - Daru’l Hilafeti’l Aliyye Medreseleri Kısm-ı Ali (Sahn) Medresesine girdi.
1915 / 1331 - 3. sınıf 1. şubesini 90 uzerinden 88 puanla bitirdi.
Eylul 1916 / Eylul 1332 - 4. sınıfı 80 uzerinden 76 puanla bitirdi.
30 Eylul 1916 / 17 Eylul 1332 – Medresetu’l-Mutehassisin’in (Suleymaniye Medresesi) Tefsir-Hadis bolumune girerek Hafız Ahmet Paşa Medresesine kaydoldu.
1918 İstanbul Muderrisliği Ruûsuna tayin edildi.
27 Mayıs 1919 Suleymaniye Medresesinin Tefsir-Hadis şubesinden mezûn oldu.
1926 Koyu olan Ferhatlar’ı son defa ziyaret ederek 40 gun kaldı.
1927 Babası Osman Efendi vefat etti.
1936 Murşid-i Kamil olarak vazifeye başladı.
1939 İlk defa tevkif edilerek, birinci şubenin tabutluklarında işkence ve hakaretle dolu 3 gun gecirdi.
1941 Bulabildiği bir kac talebeye ilim oğretmeye başladı.
1944 İkinci defa tevkif edildi. Birinci şube tabutluklarında, 8 gun işkenceye tabi tutuldu.
1949 Kur’Ân kurslarının acılmasına, sınırlı da olsa musÂade eden kanunun yururluğe girmesiyle, Suleyman Efendi Hazretlerinin ilim oğretme faaliyeti bir nebze rahatladı.
1950 Vaizlik belgesi iade edildi.
1951 Suleyman Efendi (k.s.), Şehzadebaşı’ndan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı.
1951 Camlıca’da, Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in koşkunun birinci katında ilk duzenli Kur’Ân Kursu faaliyeti başladı.
1952 Camlıca’da Aziz Mahmud Hudayi Hazretlerinin Cilehanesinin yanında ilk resmi Kur’an Kursu, Uskudar muftuluğune bağlı olarak acıldı.
1956 CezÂyir Muslumanlarının Fransız somurgeciliğiyle mucadelesi esnasında, vaazlarında "Musluman kardeşlerimize du edelim" dediği icin, defalarca karakola cağrıldı ve ifadesi alındı.
1957 Bursa’da tertiplenen mehdilik hÂdisesi uzerine tutuklandı ve Kutahya Hapishanesi’nde, 69 yaşında olmasına rağmen 59 gun hapsedildi. İdam talebiyle yargılandı, berÂat etti.
16 Eylul 1959 İstanbul Kısıklı’daki HÂne-i SeÂdetlerinde, 72 yaşında ahirete intikÂl ettiler.
Hazret-İ Ustaz’ın (K.S.) Ders ve Sohbetleri Esnasında Mevzulara Munasip Beyan Buyurdukları Hadise ve Hikayelerden (3)
Hazret-i İmam-ı Azam’a sordular:
-Bu kadar ilmi nasıl tahsil ettin?
-Kitaplardan ta’zim ederdim. Onlar da bana ilmini teslim ettiler, buyurdu.
Kur’an-ı Kerim başta olmak uzere, eşya-i mukaddese’ye ta-zim etmek zarureti vardır. Lakin bir cok hoca ve talebeler, alıp koyarken, okurken dahi, ta’zime dikkat etmedikleri gibi, kitabın elbisesi olan cild kısmına dahi ehemmiyet verip itina etmiyorlar. Halbuki kendileri yamalı elbise, utusuz pantolon giymedikleri halde, bir kendisine bir de kitabına verdiği kıymeti kıyas etmeli. Milyonlarca lira ile yapılan Kur’an kurslarında dahi ilk itina edilecek şey de kutuphanedir.
Gecmişte Turkiye’ye Kabe ortusu getiren vazifeli biri, hurmetsiz davrandığından carpılıp, cezaya uğradığı ve akibet-i hali hakkında, bir veliyi muhteremin beyanları mevcuttur.
En guzeli, Hz. İmam-ı Ali (r.a.) tarafından “bir harf oğreten beni kole kılar” sozleriyle, ustaza ve hocaya karşı lazım gelen ta’zimin ehemmiyetine de dikkatli olmalı.
Hz. İmam-ı Azam, ayağını muayene ettirirken, biraz ters tarafa cekmesinin sebebi tabib tarafından sorulunca:
-O tarafta hocam Hz. Hammad’ın evi var, demek suretiyle, hocasına karşı olan riayet ve ta’zimin en guzel misalini vermiştir.
Kendi devrinde İmam Ebu Yusuf gibi muctehidler ve daha bir cok alimler yetiştiren Hz. İmam’ın (r.a.) yatsı abdesti ile sabahı kıldığı ve buna benzer buyukluğunden bahsedilince, şeriki olan İmam-ı Mis’ar inanmaz. Kontrol icin, yatsıyı beraber cemaatle kıldıktan sonra caminin bir yerinde gec saatlere kadar saklanır. Cıkarken de İmam-ı azam’ın pabucları uzerine kum taneleri ile işaret koyar ve sabah erken geldiğinde, işaretleri ve Hz. İmam-ı Azam’ı yerinde gorur. Boylece uc gun aynı hali gorup Hz. İmam-ı Azam’a:
- Ya İmam,ben sana suizan ettim, beni affet, hakkını helal et deyince, Hz. İmam:
- Sen bana suizan etmedin, Allahu Teala’ya suizan ettin. Kendini O’na affettir. Zira bu emanetullahtır, taşıyoruz...
Bir cok Allah dostlarındaki anlaşılamayan haller de boyledir.
*******
Talebelerine ders okuturken, İmam Ebu Yusuf’un anası sık sık gelir Hz. İmam-ı Azam’a:
-Benim cocuğumu burada tutuyorsun. Biz fukarayız, iaşe temin edeceğiz... ilh. gibi sozlerle sitem ederdi. Hz. İmam ise mulayim lisanla:
-Valide sen sabret. Bu cocuk sana ilmin kerametiyle, badem yağından pilav yedirecek... buyurarak ilerde zengin olacağını işaret ettiğinde kadın umitsiz haliyle:
-Ey ahali! Bu şeyh oynatmış, diyecek kadar ileri giderdi.
HİKAYE 1
Fatih Medreseleri’nden, kaabiliyeti kısa olduğu halde, tevazu ve teslimiyetine binaen ittifak ve iltimasla icazet alan Bektaş Hoca namıyla maruf bir zat, Edirne taraflarında beş sene kadar imamet ettikten sonra, hocasını ziyarete gelir. Sabah vakti kapıyı calar. Hocası sabah kıyafeti ile actığı zaman, Bektaş Hoca’yı karşısında aynı sadelik ve safiyetiyle gorup iltifat ederken, hocanın kopeği de Bektaş Hoca’ya saldırmaya devam eder. Bektaş Hoca kopeğe:
-Sus be, ne oluyorsun. Beş sene evvel ben de bu kapının kopeği idim, senden eskiyim, demesi uzerine, hocası orada secdeye kapanıp uc defa:
-Ya Rabbi benim ilmimi de buna ver, diye etmesinden sonra, iltimasla icazet alan Bektaş Hoca imtiyazlı alim sınıfına gecip kitaplar te’lif etmiştir. Hocaya ta’zimin kerameti.
Himmet buyuk şey.
HİKAYE 2
İstanbul Karagumruk’te “Uc Baş” ismiyle maruf zat tarafından yaptırılıp ve kendi ismini taşıyan medresenin acılış merasiminde Hz. Halid’i (r.a.) ziyaretten gelen Padişah II. Mustafa da iştirak eder. Ve merasimden sonra; banisi olan zata hitaben:
-Herkes dort başı bir kuruşa traş ederken, senin cimrilik yaparak uc başı bir kuruşa traş ettiğin ve bahilliğin, bana kadar ulaştı. Şu hale gore, bu kadar parayı buraya nasıl harcadın sualine:
-Şevketlim, paralarımı cok sevdiğimden ahirette de benimle beraber olsunlar diye, burada harcadım, demiştir.
Bu zat-ı şerif, medrese, mescid ve selvili avlusuyla guzel kulliyenin inşası esnasında, usta ve amelelere, inşaatın sahibini soylememeleri icin sımsıkı tembih eder, kendi yaptırdığını gizli tutardı. Hatta Padişah dahi, kendini bildirdikten sonra oğrenmiştir. İşte bu ihlasın tesirinden dolayı, en cetin gunlerde de kapanmayıp, icinde Kur’an-ı Kerim ve diğer derslerin okunmasına devam edildiği gibi mescidinde de namaz kılınmıştır. İhlas ne guzel şey... (Rahmetullahi Aleyh.)
HİKAYE 3
Hoca, medresede ders verirken talebenin biri arasıra ayağa kalkar. Hoca sebebini sorar.
Talebe:
-Efendim Hızır geliyor da ondan.
Hoca:
-Ben nicin gormem?
Talebe:
-Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
Hızır Aleyhisselam’ın:
-Hocan susu ile cok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna onunde, cubbe sarık şoyle mi yakıştı, boyle mi yakıştı, diye fazla meşgul oluyor. Bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği gunden itibaren, ayna karşısına gecmeyi terkedip, suslenmekten uzak kalan hocaefendinin, sarığı eskiyip sallanmaya başladığından “Sacaklı Hoca” ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh.)
Terakki-i maneviye mani olan zinetten uzak kalmalı.
HİKAYE 4
(Server Baba) namında bir velinin yaşadığı zamanda devlet maliyesi cok sıkışık duruma duşer. Padişah şohretini duyduğu veliye haber gonderir. Veli de bir miktar iksir tozu gonderir, bakır eritilen kazanlara atılmasını soyler. Yalnız aynı kazandan bir kepce kendisine verilmesini ister. Kendisine verileni de fakirlikten şikayet eden dervişine aynen verir. Bir muddet sonra padişah bu sırrın kendisine oğretilmesini Server Baba’dan ister ve ısrar eder. Server Baba, “bu mumkun değil, lakin bir kolayı var. Ben bu sırrı yazar dilimin altına koyarım. Siz de beni idam eder alırsınız. Başka care yok” der. İdam edilir. Dili altından alınan kağıtta sade şu soz yazılıdır: “Ser verip sır vermeyen Server Baba”. Eyvah ser de gitti sır da gitti, derler. (Ser ver, sır verme) demektir.
HİKAYE 5
Fatih dersiamlarından biri, munasebeti olmayan bir muesseseye, munasip olmadığı halde ders verdiği icin, ariflerden “Deli Hafız” namıyla maruf bir zat, kendisine, yaptığı işin ihanet olduğunu, emaneti ehlinin gayriye verdiğini ihtar ederse de hoca kabul etmez ve biraz kırılır. Ertesi sabah erken, hocanın kapısını calan hafız, pencereden kendisine bakan ve ozur dileyecek zanneden sozde alim kişiye şoyle der:
“Dun size soylemeyi unutmuşum; onun icin geldim. Bugun sana, sade bu deli Hafız kafir diyor. Bundan elli altmış sene sonra herkes kafir diyecek” der ve doner.
- Emaneti ehline vermeli...
SULEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ
I.BOLUM: SULEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
Doğumu
Suleyman Hilmi Tunahan Hazretleri, 1888 (h. 1304) yılında Silistre’nin Hezargrad kasabasının Ferhatlar koyunde doğmuştur. Tuna Nehri’nin guney kıyısında bulunan Silistre, onceleri Rumeli Eyaleti’nin onemli sancakları arasındayken Kanuni devrinin son donemlerinden itibaren Ozi Eyaleti’nin Paşa Sancağı haline getirilmiştir. Hezargrad ise, onceleri Silistre Sancağı’nın kaza merkezedir ve Tanzimat’tan sonra sancak merkezi bir kasaba haline gelmiştir. Asıl adı, Bulgarca’da “virane” demek olan“Razgrad”dır. Kuzeydoğusunda Silistre yer almaktadır. Bu yer şu anda Bulgaristan sınırları icerisindedir.
Suleyman Efendinin soyu Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan İdris Bey’e kadar dayanmaktadır. Fatih, İdris Bey’i Tuna Han’ı tayin etmiş ve ayrıca kendisine kız kardeşini vermiştir. Dedeleri ise Kaymak Hafız ismiyle tanınan bir zattır. Babası Hocazade Osman Efendi, tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye donmuş ve buradaki Satırlı Medresesi’nde yıllarca muderrislik yapmış meşhur bir alimdir. Annesinin ismi ise Hatice’dir.
Osman Efendi ilmiyle mil, takva sahibi bir insandır. Bu zat, tahsil hayatını gecirdiği İstanbul’da bir gece ruyasında vucudundan kopan bir parcanın gokyuzune cıktığını ve etrafa ışıklar sactığını gorur. Osman Efendi daha sonra bu ruyayı kendisinden gelecek olan ve dunyayı manen aydınlatacak hayırlı bir evlada yorumlar. Osman Efendi tahsilini tamamladıktan sonra memleketi Silistre’ye gelir, evlenmek icin saliha bir kız araştırır ve neticede Hatice isminde bir hanımla evlenir. Bu evliliği neticesinde Fehim, Suleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerinde dort erkek evladı olur.
Osman Efendi Silistre Satırlı Medresesi’nde muderris olduğu icin cocuklarının ilk tahsillerini kendisi vermektedir. Bu arada o, ruyasında kendisine işaret edilen cocuğunun hangisi olduğunu anlayabilmek icin merak ve ilgiyle onların hal ve tavırlarını izlemektedir. Bu ilk tahsil sırasında Suleyman Hilmi, zeka, anlayış, oğrenme kabiliyeti ve bilhassa kılı kırk yararcasına bir İslmî hayat yaşamasıyla gunden gune tebaruz etmekte ve diğer kardeşlerinden farklı olduğunu hissettirmektedir.
Bu gelişmeler uzerine Osman Efendi ruyasında kendisine işaret edilen evladının Suleyman Hilmi olduğunu anlar ve daha sonra gelecekte onemli bir misyon yuklenecek olan oğluna maddi-manevi hicbir fedakarlıktan kacınmayarak ayrı bir ilgi ve alaka gostererek onu yetiştirir.
Tahsil Hayatı
Suleyman Efendi, ilk tahsilini kendi memleketindeki Ruştiye Mektebinde yaptıktan sonra bir muddet babasının da muderrislik yaptığı Satırlı Medresesinde ilim tahsil etmiştir. Daha sonra babası Osman Efendi, oğlunu yuksek tahsil yapması icin İstanbul’a gondermiş ve ona şu nasihatlerde bulunmuştur:
- İstanbul’da parasız kalmak, ahirette imansız kalmak gibi zordur. Onun icin iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
- Usul-u fıkıh ilmine iyi calışırsan dininde kuvvetli olursun.
- Mantık ilminde iyi calışırsan ilminde kuvvetli olursun...
Suleyman Efendi evvela Fatih Camii dersiamlarından Bafralı Ahmed Hamdi Efendinin yanında “ulûm-u aliye” olarak isimlendirilen sarf, nahiv, belağat, mantık ve munazara gibi ilimleri ve “ulûm-u liye” denilen tefsir, hadis, fıkıh ve bu ilimlerin usullerini tahsil ederek birincilikle hocasından iczetnamesini (diploma) almıştır. (1916) Suleyman Efendi derslere olan iştiyakı ve ustun zekasıyla hemen dikkatleri uzerine cekmiş ve medrese muhitlerinde kendi hakkında “yetişirse iyi bir lim olacak” goruşu yaygınlaşmıştır.
Suleyman Efendi, Ahmed Hamdi Efendi’den icazet aldıktan sonra Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi kısm-ı Âli (İlahiyat Fakultesi) bolumune kayıt yaptırmış, daha once yapmış olduğu medrese tahsilinden dolayı buraya ucuncu sınıftan başlamış ve iki yıl sonra da mezun olmuştur.
Ustun başarı ile universite tahsilini bitiren Suleyman Efendi gunumuz ifadesiyle akademik kariyer yapmak icin Suleymaniye Medresesi’ne bağlı “Medrestu’l-Mutehassisîn”e (yuksek lisans-doktora) kaydolmuştur. Bu okulun tefsir ve hadis, fıkıh, kelam ve hikmet, edebiyat olmak uzere dort bolumu vardır. O bu bolumlerden tefsir ve hadisi secmiştir. Suleyman Efendi buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra “İstanbul Muderrisliği Ruusu” unvanını almıştır. (1918) 27 Mayıs 1919 yılında ise Medrestu’l-Mutehassisîn’in tefsir ve hadis bolumunu birincilikle bitirmiştir.
Suleyman Efendinin Medrestu’l-Mutehassisîn’de okuduğu dersler ve aldığı notlar şunlardır:
- Tefsir-i Şerif 10
- Usűl-i Hadis ve Nakd-i Rical 10
- Hadis-i Şerif 10
- Tabakat-ı Kurra ve Mufessirîn 10
- Risale (tez) 9.2
Ayrıca Suleyman Efendi Tanzimat’tan sonra ilk defa acılan ve bugun Hukuk Fakultesi karşılığında olan “Medresetu’l-Kuzat”ı birincilikle kazanmış ve burada Roma Hukuku, Sakk-ı Şer’î, Ticaret-i Berriyye Hukuku, Ticaret-i Bahriye Hukuku, Hukuk-u Duvel gibi dersleri başarıyla okuyarak mezun olmuştur. Hatta o bu okulu birincilikle kazandığını telgrafla babasına bildirmiş ancak babası hukum verme konumundaki insanların buyuk bir mesuliyet altında olduklarını ve adaleti gercekleştiremeyenlerin ise cehennemlik olacaklarını bildiren hadisler ışığında oğluna şu cevabı gondermiştir: “Suleyman! Ben seni cehenneme gondermek icin İstanbul’a yollamadım.” Bunun uzerine Suleyman Efendi babasına bir mektup yazmış ve mektubunda kendi maksadının hakimlik yapmayıp zamanının butun din ilimlerinde en zirve noktaya cıkmak istediğini dile getirmiştir. Nitekim daha sonraki hayatına bakıldığında da onun hakimlik yapmadığı gorulecekti.
Bu şekilde Suleyman Efendi, yuksek tahsilini ve akademik kariyerini de ustun bir başarıyla tamamlayarak devrinin seckin alimleri arasına girmiştir.
Eserleri
Suleyman Efendi fazlaca kitap telif etmemiştir. Kendisine neden kitap yazmıyorsun diyenlere ise şu cevabı vermiştir:
“Selefin mum ışığında yazdığı baha bicilmez hazine misali eserlerin toprağa gomulerek curuduğunu, bakkallara satılarak copluklerde ciğnendiğini, bir kısmının da kutuphane raflarında tozlanmış ve curumeye terk edilmiş olduğunu gordum. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yuz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe yani canlı kitap yetiştirmeyi daha luzumlu buldum.”
Bununla birlikte Suleyman Efendinin kaleme aldığı eserleri şunlardır:
1) Yepyeni Usul ve Tertiple Kur’an Harf ve Harekeleri: Suleyman Efendi Kur’an’ın oğretilmesi amacıyla tertip bu eserinde yeni ve kolay bir usulle Kur’an-ı Kerim’i oğretmeyi hedeflemektedir. Ve bunda da başarılı olmuş bu eser sayesinde pek cok kişi Kur’an’ı okumayı oğrenmiştir.
2) Mektuplar ve Bazı Mesil-i Muhimme: Bu eserde Suleyman Efendi’ye ait mektup ve bazı yazıları toplanmıştır. Bu eserde tarikat erbabanın hallerinden, sohbet ve adabından ve tarikat ehlinin kacınması gerekli olan şeylerden bahsedilmektedir.
3) Risale-i Kibrît-i Ahmer: Bu eserde kelam ve tasavvufla alakalı değişik mevzular işlenmektedir.Ayrıca bu eserlerinden başka “Risale-i İksîr-i Ulûm ve Ma’rifet” isimli bir eserinin daha olduğu bilinmektedir.
Vefatı
Suleyman Efendi, yuksek derecede şekerden dolayı 16 Eylul 1959 tarihde 71 yaşında iken dr-i bekaya irtihal eylemişlerdir.
Hastalığının ağırlaştığı demlerde zamanın hukumetinin de izniyle Fatih Camiinde Fatih turbesinin yanına defnedilmesi kararlaştırılır. Ancak daha sonra bizzat icişleri bakanı Namık Gedik’in emriyle Karaca Ahmet mezarlığında actırılan mezara gomulmesi icin yakınları zorlanmıştır. Altunizade’den buyuk bir cemaatle yola cıkan cenaze, yolu kesilerek Karaca Ahmet istikametine dondurulmuştur. Cenaze sahipleri feraset ve dirayetle hadise cıkarmadan bu karara rıza gostermişler ve Suleyman Efendi’yi Karaca Ahmet mezarlığına defnetmişlerdir.
Bugun Karaca Ahmet’teki kabri her gun binlerce talebesi tarafından ziyaret edilip Fatiha okunurken; cenazelerini engelleyen Namık Gedik’in oldukten sonra cesedi bilinmiyen bir cukura atılmıştır. Burada Duzceli Hafız Hilmi Ak’ın anlattığı ve aynı zamanda Suleyman Efendinin acık bir kerameti olan şu hadiseyi zikretmekte fayda mulahaza ediyorum:
“Ben İstanbul’da okurken Suleyman Efendi Hazretleri zaman zaman beni yanına alırlar, sohbet meclislerinde bana Kur’an-ı Kerim okutturur ve “aferin kucuk hafız” diyerek iltifat ederlerdi. 1938 yılında yine boyle bir sohbet meclisinde Efendi Hazretleri başını goğsune eğerek bir muddet tefekkure daldı ve daha sonra başını kaldırıp şunları soyledi
“Oyle devlet adamları, oyle hukumetler gelecek ki, bizim icin kazdırılan mezarımıza bile bizi koymayacaklar.”
Ancak ben bu sozlerin manasını ancak 16 Eylul 1959 gunu anlayabildim...”
II. BOLUM: SULEYMAN EFENDİ’NİN HİZMET ANLAYIŞI, TALEBE YETİŞTİRME METODU VE BU UĞURDA CEKTİĞİ CİLEL
2.1. İlk Muderrisliği ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Kabuluyle Gelişen Hadiseler
Suleyman Efendi, 1 Haziran 1920 tarihinde Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinde muderrisliğe başlamıştır. Ancak onun muderrislik hayatı fazla uzun surmemiş 3 Mart 1924 yılında tevhid-i tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca muderrisliği bırakmak zorunda kalmıştır.
Medreselerin kapatılması haberi İstanbul’daki medreselerin muderrislerinin cemiyetinde hararetli tartışmalar sebep olmuştur. O donemde bu muderrislerin sayısı 500-520 civarındadır. Bu kanunla hepsinin asil vazifesi olan muderrisliklerine son verilecek, kendileri de hukumetin uygun goreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni vazifelere tayin edileceklerdir. Muderrislerin hemen hepsi bu fiili durumu kabullenmiş gibi gorunuyorlardır. Yalnız Suleyman Efendi, bu hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep olacağını duşunmuş ve diğer arkadaşlarına şu ikazları yapmıştır:
“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugun icin dinin teminatlarısınız. İkişer, ucer kişi oturup, onlara dini oğretirseniz asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın omrunu uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”
Fakat zamanın idaresinin dine bakış acısını bilen muderrisler, hic de istekli gorunmemişlerdir. Suleyman Efendi sonunda arkadaşlarının bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, hukumetimizin hara-i umumi gibi buyuk bir felaketten cıkması dolayısıyla, mali muzayaka icinde bulunduğunu dikkate alarak, dini ve İslami ilimleri fahriyen okutmaya hazır olduğumuzu bildirir..” şeklinde devam eden telgraf cekmeye ikna edebilmiştir. Fakat cevaben gelen telgrafta şoyle denmektedir: “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yururluktedir, hilafına hareket eden şiddetle cezayı mustelzimdir.”
Boylelikle Suleyman Efendinin muderrisliği sona ermiş ve kendisi İstanbul vaizliğine atanmıştır. Bu durum karşısında hemen teslim bayrağını ceken diğer muderris arkadaşları ona şu oğutte bulunmuşlardır: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.” O ise bu sozlere şu cevabi vermiştir: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, Allah’ın, Rasulullah’ın, Kitabullah’ın ve din-i mubin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur.”
Suleyman Efendi İstanbul vaizliğine tayin edilmiştir ve onunde iki yol vardır: O da diğer arkadaşları gibi ya vaizlik yapıp koşesine cekilecek, hicbir şeye karışmayacak ve yahut da dedelerinin uğrunda oluk oluk kan doktuğu Kur’an’ı ve ondan neşet eden ilimleri, o şehitlerin torunlarına da oğretme davasını omuzlamak suretiyle ruhundan, ozunden koparılmaya calışılan yeni İslam ve Turk nesline feyz-i İlahi’yi, nur-u İlahi’yi aşılama davasını ustlenecekti. Birinci yol ne kadar rahat ve kolaysa ikinci yol da o kadar meşakkatli ve zordu. O ikinci yolu tercih etmiş ve o gunden sonra talebe okutmayı hayatinin bir davası olarak gormuştur.
2.2. Dini Oğretmek İcin Verdiği Mucadeleler
Her şeyden evvel Suleyman Efendi gerek tertemiz ve şerefli nesebi itibariyle gerek zamanındaki gecerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse de şeriat-ı garca-i Muhammedi’yeydi harfiyken yaşama gayreti sebebiyle, ulum-u diniyeyi oğretmeye tam ehil bir zattı. İşte bu ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasında onu israrli kildi.
O, talebe okutmayı secmişti fakat talebe bulunmuyordu. O gunku idarenin din uzerine uyguladığı baskı ve zulumden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, “Allah” demekten bile korkuyorlardı. İslam’ın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hurriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, Muslumanlar Muslumanlıklarını gizlemek zorundaydı.
Suleyman Efendi Allah’ın dinini oğretme işinin kendisine yuklendiğini ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu biliyordu. Cunku kendisi ilim tahsil etmişti ve bildiği şeyleri başkalarına oğretmesi gerekiyordu. Oğretmez ise Allah indinde mesul olacağını da biliyordu. Kendisine “kendini nicin bu kadar yıpratıyorsun?” diyenlere şu cevabı veriyordu:“Yarın hesap gunu var. Allah Teali “Suleyman! Verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de gom diye mi verdim?” derse ne cevap veririm. Zamane alimlerinin bu husustaki gafletleri buyuktur. Sozde varis-i enbiyayız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarını dahi oğretmiyorlar.”
Evet onlar okutmuyor, Suleyman Efendi ise okutmak istediği halde talebe bulmakta gucluk cekiyordu. Hatta bu meyanda bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan, “Nerede.. boyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki...” cevabını alınca cok uzulur ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini soylerdi. Ancak bu da kabul gormezdi.
O zor gunleri Suleyman Efendinin kendi ifadelerinden okuyalım:
“Okutma imkanı yoktu fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı alıp kacıyorlardı, cunku korkuyorlardı. O zaman umidim kırıldı. Bu ilimler yeryuzunden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun uzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara oğretirler ve boylece bu ilimler yeryuzunden kaybolmaz dedim. Fakat sonradan Cenaba-ı Hake sebepler halketti ve talebe okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gencler daha sonra geldi. Ve şimdi yuruyor... Butun bunlar, Cenaba-ı Hakk’ın bize lutfudur.”
Suleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin muezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya calışıyordu. İlmiye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi sohbetleriyle, ilmiye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek gonulluler halkasını teşkil etmeye calışıyordu. Once yaşlılar gelmişti. Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletci Huseyin Efendi, Tuccar Cırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dahil oluyor...
Yeni yeni tutuşan kandillerin etrafında yeni halkalar oluşuyordu. Topcular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri suruyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zulumler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakcı’ya oradan Kuşkaya mağarasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hic duracak zamanımız yok. Ummet-i Muhammed’in evlatları cehenneme birsel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kutuk kurtarırsak kardır”diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hic oralı olmadı. Guya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince koşarız”demişti.
Halisane niyetle yola cıkıldığı icin halka yavaş yavaş genişliyordu. Kucuk de olsa bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekabul ediyordu. Suleyman Efendi 1924 yılından bu yıllara kadar calışıp didinmiş, gozyaşları dokmuş ve bunların bir semeresi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessus etmişti.
İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı ceken Suleyman Efendi elindeki talebelere hem ders okumanın faziletlerini oğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Onlara bir anne ve babanın cocuklarına gosteremeyecekleri ilgi ve şefkati gosteriyordu. Talebe onun velinimetiydi. Suleyman Efendi talebenin her şeyiyle ilgileniyor, her turlu sıkıntılarını gideriyor ve onlarla hemhal oluyordu.
Bir gun bir zat Suleyman Efendi’ye muracaatla, “Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum ne ucret alıyorsunuz?” diye sordu. Suleyman Efendi ise “Sen cocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin” buyurdular. O, eski bir adeti değiştirip yerine bu usulu ihdas etmiştir
Suleyman Efendi talebenin iaşesini kendi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu bile kendisi icin harcamamıştır. Hatta bu hususta şahsi mulklerini bile satarak talebelere harcamıştır. Her gun derse başlamadan once talebelerinin halini hatırını sorar, bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, bazen de latifeler yapar ve bu şekilde derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yonden zinde tutardı. Bu sayede talebeler onu bir hocadan ziyade kendileri uzerine titreyen merhametli bir baba olarak gorurlerdi.
Talebelerine maişet endişesi icinde olmamalarını tavsiye eder, Allah icin okuyan kimsenin dunyalığının da iyi olacağını soylerdi. Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş ucmaz. İnsanların dunyaya dalıp istikbal sevdasına daldıkları şu gunlerde Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren li bir iştir. İhlas ve samimiyetle Allah Rasulu’ne yonelen, golge gibi dunyayı elde eder. Dunyaya calışan ise ahreti kazanamaz. Zira Ahiret hakikat, dunya haleftir. Eğer ağacı kokunden goturursen golge de beraberinde gelir.” diye malumat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muameleden talebeleri fevkalade memnun olup etkileniyorlar ve hocalarının istediği gibi bir talebe olmaya calışıyorlardı.
Talebelik yapmak icin Anadolu’dan carıklarını suruyerek gelen koylu cocukları izinli olarak veya Ramazan ayı munasebetiyle evlerine İstanbul beyefendisi olarak donuyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden onemlisi kucucuk cocukların kursulerden halka vaaz etmesi milleti hayretler icinde bırakıyordu.
Ders okuturken cok sıkı takibat altında olduğu zamanlarda bile hicbir şekilde pes etmemiş, bunun icin değişik metodlar uygulamıştır:
1) Sık sık yer değiştirme: Suleyman Efendi bir gun Şehzadebaşı’ndaki caminin muezzin odasında, diğer gun Erenkoy’de bir talebesinin evinde, obur gun bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gun bir başka yerde olmak uzere sık sık yer değiştirerek dersler okutmuştur. Bu sayede polislerin takibatından da kısmen kurtulmuştur. Bu arada vaazlarını hic ihmal etmemiş, akşam namazının haricindeki her vakitte etrafındaki cemaate nasihatler etmiştir.
2) Ciftlikler kiralama:1930-36 yılları arasında Catalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakca Citliğinde o gun bulabildiği birkac talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan calışmak icin gelen genclere birer lira vererek okutmak icin yanına alıyordu. Kabakca citliğinde 5 ayrı değirmende talebe okutup derse devam ederken bu durumdan şuphelenen polisler bu kadar gencin calışmasında bir iş var diyerek takibe alıyorlar. Cunku Suleyman Efendi, talebeleri işci olarak gosteriyordu. Suleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek icin talebeleriyle oraya 20 km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kalıyor, eşya ve kitaplar sırtlarında oldukları halde orada bir kulubede derse yine devam ediyorlar. Ancak bunu haber alan jandarmalar Suleyman Efendi’yi orada Kur’an oğretirken yakalıyorlar. Karakola goturulurken Hazret jandarma yuzbaşısına şoyle diyor:
“Ben hocalığı bir tarafa bırakayım. Sen de komutanlığı bir tarafa bırak. Seninle bir konuşalım.”
Komutan: “Buyur hocam” deyince, Suleyman Efendi;
“Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen komutanlığı bir tarafa bırak, ben de hocalığı bir tarafa bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz” diyor.
Komutan da “peki buyurun” deyince, Hazret komutana;
“Allah iyi ki seni bir tazı olarak yaratmamış. Eğer oyle olsaydı, şu ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde Allah’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola goturuyorsun değil mi?” diyor.
Bunun uzerine komutan başını yere eğip hicbir cevap vermiyor.
Yine Suleyman Efendi Luleburgaz’da pancar ciftliği kiralamış, capa adı altında talebe okutmuştur. Aynı maksatla Anadolu’ya gecmiş, Konya Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan ancak aşiretlerin cadır kurup hayvan otlattığı Toros dağlarının tepelerinde mandıracılık yapmış, onu vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu uğurda sarf etmiştir.
Suleyman Efendi her turlu sıkıntılara rağmen hizmetini devam ettiriyordu. Ancak maddi tazyikler ve tecritlerle bu buyuk dava adamını yıldıramayanlar, bu sefer takip ve tevkiflerle ona baskı yapmaya başladılar. 1939 yılında bir gun evinden alınarak İstanbul Emniyeti Birinci Şubeye getirilir. Oradaki uc gunluk cilesine dostları ve yakınları da ortak edilir. Fakat mahkemeye cıkarıldığında butun tertipler boşa cıkar. Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından salıverilir. Tutuksuz olarak aylarca devam eden mahkeme sonunda da beraat eder. Ancak o bulabildiği birkac talebeye, başta cocukları olmak uzere ders vermeye devam etmektedir.
1936 yılı yaz mevsiminde kendisiyle tanıştığını ifade eden talebesi ve damadı Kemal Kacar Efendinin anlattıklarına gore bu donem Suleyman Efendi Hazretleri icin bir cile donemidir. Evine sayısız denecek kadar polisler gelmiş,kendisi Emniyet Mudurluğune getirilip tazyik edilmiş ve ozel eşyaları bile didik didik edilmiştir.
1939 yılında beraatle sonuclanan tevkiften dort yıl sonra 1943 yılında başka bir engel daha cıkarırlar. Tevkiften de bir şey cıkaramayanlar 1943 yılında Diyanet İşlerindeki bazı insanları da kullanarak vaizlik yetkisini elinden alırlar ve camilerde vaaz etmekten ali koyarlar. Suleyman Efendi bir yıl sonra 1944 yılında ikinci bir takip ve arkasından da tevkife uğrar. Sulh Ceza Mahkemesi tutuklanmasına karar verir. Bu defa tabutluklardaki işkence 8 gun surer. Burada binlerce mumluk ampuller altında uykusuz gunler gecirir. Arkasından Asliye Ceza Mahkemesi tarafından yine kefaletle tahliye ve sonucta da yine sucsuz gorulerek beraat eder.
Evet işte Suleyman Efendi boyle bin bir ızdırap ve cile ile talebeler okutup yetiştirmiş ve yetiştirdiği bu talebelerine “Evlatlarım! Goruyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca zor şartlar altında okuttum. Sizden para istemiyorum. Sizden istediğim tek şey şudur: Siz de gidip Anadolu’nun her yerine kurslar, yurtlar acın ve ummet-i Muhammed’in evlatlarına dininizi ve kitabınızı oğretin.” şeklinde vasiyetlerde bulunmuştur.
2.3. Kur’an Kursları’nın Resmen Acılmasından Sonraki Faaliyet ve Hizmetleri
1949’da resmi Kur’an kurslarının acılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda hızlı inkişaf etti.
1950’lere gelindiğinde oluşan serbestlik havası icinde, dînî faaliyetler kısmen rahatladı. Ve 1951’de Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in Camlıca’daki evinin birinci katında ilk Kur’an kursu acıldı. İlk resmi Kur’an kursu ise 1952’de Aziz Mahmud Hudayi Hazretleri’nin cilehanesinin yanında bulunan bir binada Uskudar Muftuluğune bağlı olarak faaliyete gecti.
Devlet tarafından acılmasına izin verilen bu Kur’an kurslarında Kur’an’ın sadece yuzunden okutulmasına musaade edilmişti. Ancak Suleyman Efendi bu isim altında butun dini ilimleri tam ve kamil şekilde oğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu.
Suleyman Efendi talebenin her turle derdiyle bizzat meşgul oluyordu. Bir gun talebe başkanını cağırmış, yemeklerinin durumunu sormuşlardı. Talebe başkanı, “İyi efendim, aramızda biraz para da topladık. Onunla sirke aldım, yemeklerin yaninda domates salatası yapıp yiyoruz.” deyince, Suleyman Efendi ic cebinden cıkardığı dorde katlanmış bir 50 lirayı başkana uzatarak, “Bir daha aranızda para toplamayın, ihtiyacınız olunca bana haber verin” buyurmuştu.
O, daha once de ifade edildiği gibi “talebeden para alınmaz, talebeye para verilir” dusturunun ve boyle bir merhametin sahibiydi. Talebenin ihtiyacını bizzat kendisi temin ederdi. Vaizlik maaşı dahil, devletten aldığı ucrete hic dokunmayıp, talebelerine sarf etmişti.
Suleyman Efendinin butun faaliyetleri tarassut altındaydı. Sık sık takibatlara uğruyor fakat o, bunlara fazlaca ehemmiyet vermiyor, ders okutmaktan ve Allah’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri durmuyordu. Butun bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardır. Yıllarca soğuk camii muezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders okuta okuta romatizmaya yakalanmıştır.Ayrıca bir şekerden rahatsızlığı vardır. Bir gun bir talebesi “Efendim! Herkesin rahatsızlığıyla meşgul oluyor, iyileşmelerine vesile oluyorsunuz. Biraz da kendi rahatsızlığınız ile meşgul olsanız” dediğinde o şunları soylemiştir:“Evladım! Kendime yirmi dakika ayırabilsem hicbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu bile ayıramıyorum.
Bu arada Suleyman Efendi Anadolu ve İstanbul’da yetişen talebeleri vatanın ceşitli yerlerine hizmete, talebe okutma ve halkı irşad etmeye gonderiyordu. Onlardan aldığı hizmet haberleri, en sevdiği şeylerdendi. Hepsini tek tek dinler, onları teşvik ederdi. Bir gun Prof. Dr. Asaf Ataseven, Suleyman Efendi’yi ziyarete gittiğinde, Suleyman Efendinin arkasında bazı yerleri işaretlenmiş bir harita gorerek mahiyetini sormuş, o da bunların, acılan Kur’an kurslarının yerleri olduğunu ifade etmişti.
Talebelerinin hizmete şevkle gitmesi onu sevince garkederdi. Bolu’da bir gun sonra hizmete dağılacak talebelere yaşlıca bir zat: “- Nereye gonderilse gider misiniz?” diye sormuş, talebelerin hepsi ayni cevabi vermişti: “- Nereye olsa gideriz cunku Hz. Ustad bizi yalnız bırakmaz.” “- Siz Hz. Ustad’ı annenizden babanızdan daha mı cok seviyorsunuz?” “-Evet, biz Hz. Ustad’ı annemizden, babamızdan daha cok seviyoruz.” Bunun uzerine o zat, hadiseyi Efendi Hazretlerine anlatır. Efendi Hazretleri de: “- Tabii... Anne babaları onların bu denî dunyaya gelmelerine vesile olmuştur. Biz ise onları lem-i ervahtan alıyoruz, dunya, kabir, mahşer ve sualden gecirip, cennet ve cemal-i İlahiye kadar goturuyoruz” buyururlar. 1951 yılında Suleyman Efendi, Şehzadebaşı’dan Kısıklı’ya taşındı ve Avrupa yakasındaki talebelerin tedrisini damadı Kemal Kacar’a bıraktı. Butun bu zorlu yıllar boyunca, Valide Sultan, Efendi Hazretleri’ne destek oluyor, sıkıntıları, zorlukları paylaşıyordu.
Sıkıntıların cok olduğu senelerin birinde Valide Sultan, “60 talebenin bir arada, huzur icinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu gorursem 60 kurban keseceğim” diye nezretmişti. 1955’lerde sadece bir kursta 160 talebe bir arada huzur icinde ders okuyordu. Valide Sultanımız da her hafta bir kurban kestirip talebeye ikram ettirmek suretiyle nezrini yerine getiriyordu.
Suleyman Efendi, Anadolu’da kurs acma faaliyeti uzerinde cok titiz duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı icin hic gevşeklik gostermiyordu. Yeni bir Kur’an kursunun acıldığı haberi geldi mi sanki dunya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa bile ara verip hemen şukur namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu talebesini Anadolu’ya gondermek istediği zaman talebeleri de şevkle o hizmete talip olurlardı. Cunku onlar ustadlarının gittikleri her yerde kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha cok seviyorlardı. Bunun hikmetini Suleyman Efendi’ye soran Hacı Ahmet Şen’e Efendi Hazretleri’nin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları onların dunyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise onları bu alemden aldığımız gibi alem-i berzahtan, mahşerden, sırattan gecirip cennet ve cemal-i İlahiye kadar gotureceğiz.”
Talebelerinin zevkle hizmete talip olmaları onu ziyadesiyle sevindiriyor, onlara dunya ve Ahiret saadeti icin dualar ediyordu. Hizmete gonderdiği talebelerinin hepsi de uzerlerine duşen vazifeleri eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Dine, Kur’an’a, ezana susamış olan halka hemen bir butunluk icine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı.Aynı zamanda da hayrete duşuyorlardı.
Cunku bu talebelerin yaşları cok genc, hepsi de delikanlı cağında insanlar ama tabir-i caizse her biri bir iman kalesi ve ilim deryası idiler. Nasibi olan Muslumanlar “Sizin hocanız kim? Sizleri yetiştiren zat kim? Beni ona goturur musun” gibi ifadeleri sarf etmekten kendilerini alamıyorlardı. Bu hal clib-i dikkattir. Cunku daha emsalleri sokaklarda oynarken bu talebeler hakikat-i Muhammedi kursusunden insanlığı hidayete erdirmek icin inciler sacıyor, vaaz ediyorlardı.
Buyuk muharrir Necip Fazıl, bu talebeleri “Son Devrin Din Mazlumları” isimli eserinde şoyle destanlaştırmaktadır:
“Suleyman Efendi, beni bu genclerle temasa gecirmiş ve bahcemizde yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle karşılık bir takdir duygusuna boğmuştur. Evet, o zamana kadar cansız bir ezber zemini uzerinde one arkaya sallantılı, papağanvri bir tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve İslam’ın, fezayı milyonlarca projektorle delici kainat goruşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları faaliyeti hayret ve saadetle gordum ki: Gokten necaset yağan bir devirde uzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe ulaşmış guduculer elindedir. Ve bu genc guduculer mevki ve istikamet tayini noktasından butun dost ve duşman kutupları, doktorların sıhhat ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki, Turkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkul mevcut değildir. Bu topluluk, terbiyesini Silistreli Suleyman Hilmi Tunahan’dan alanların veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs, fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte bağlılıklarındaki kuvvete bu manayı verdiğim, butun gencliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım buradan geliyor.”
Ne hazindir ki, diyanet camiasında bazıları bu din alimi ordusundan rahatsız olmuş ve onları diyanetten tasfiye etmek icin değişik iftira ve buhtanlar ortaya atarak kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine kamuoyu oluşturmaya calışmışlardır. Uzulerek belirtmek gerekir ki her devirde boyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar cıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu genc hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Yine Necip Fazılbu tur insanların maksatlarını şoyle dile getirmektedir:
“Herkes pireler gibi deliklerine saklanır ve ortaya cıkmazken tam 33 yıl bu davanın cilesini cekmiş ve buyuk meselenin nirengi noktalarını gostermiş biri olarak kaydedeyim ki; din oğreticiliği bahsinde Suleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları kostekleyenler hakikatten uzak, sadece cekememe duygusuna bağlı, nefsine emin olmama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da pek coklarınca gayenin İslam değil, şahıs ve zumre hırsı olduğunun şaşmaz ifadesidir.
2.4. Kur’an ve Arapca Tedris Usulu ve Takip Ettiği Yontemler
Suleyman Efendi ders okutma metodu olarak medreselerden farklı bir metod uygulamıştır. O, bugun eğitimcilerin ısrarla uygulanmasını istediği“talebeyi faal hale getiren, uygulama metodunu”kullanmıştır. Zira bu metod daha kalıcı olmakta ve daha kısa surede daha yuksek verim vermektedir. Medreselerde takrir metodu uygulanıyor, hoca dersi anlatıyor talebe de hocasını dinliyor ve butun kitapları kuru kuruya ezberliyordu. Dolayısıyla beyinlere aşırı yuk yukleniyor ve talebe yıllarca ders okuyordu. Suleyman Efendi ise bazı dersler haric ezberletme yapmıyor, dersi talebenin kendisini okutturuyor ve onun eksikliklerini tamamlıyordu. Bu sayede hem talebeye değer verildiği icin guven geliyor, hem de dersler uygulamalı olduğu icin daha kalıcı oluyordu.
Suleyman Efendi, dersleri tercume kitaplardan oğretmek yerine emsileden başlayarak butun buyuk ulemanın bilhassa Osmanlı medreselerinde takip edilen temel kitaplar vasıtasıyla İslamiyet’i kaynağından orijinal dili olan Arapca’dan okutmuş ve oğretmiştir. O, eser yazmak ile vakit gecirmektense, yazılı olan eserleri okutup, insan yetiştirmeyi, onlara ruh vermeyi tercih etmiştir. Osmanlı medreselerini kendine numune olarak almış ve talebelerine Osmanlı’yı misal olarak gostermiştir. Yok olmaya yuz tutan, iman, itikat ve ibadetleri tekrar yeşertip yaşartmak ve muhafaza edebilmek icin İslam akaidinin ve ehl-i sunnet duşuncesinin temeli yani usul-u dinde asil olan tahkiki, furu-u dinde asil olan taklidi oğretirken şerh-i akaidi gunumuzdeki ve tarihteki sapıklıkları tanıtmış ve dalalet fırkalarına duşmekten muhafaza etmiştir.
Suleyman Efendi, medreselerde 15-20 senede ancak okutulup oğretilen kitapları azami 3-5 senede okutmaya muvaffak olmuştur. Bunun sebebi elbette ihlaslı zahiri gayretleri yanında manevi tasarruflarıydı. Onun “Cenaba-ı Hakk’ın yuz esmasının tasarrufları bize cevrildi. Biz bunlardan ancak bir tanesini kullanıyoruz. O da talebelerimizi cabuk yetiştirmektir.” ifadeleri bu hakikati bildirmektedir.
Onun ilim oğretme hususunda talebe ile nasıl meşgul olduğunu, onlara nasıl ders anlattığını Hacı Ali Şeker şoyle anlatmaktadır:
“Bir gun Konyalı Hacı Mustafa Efendi ile Kısıklı’daki kursa gitmiştik. Efendi Hazretleri sohbet ederken bir ara talebeleri cağırdı. Nasıl ders okuttuğunu ve nicin cabuk meyveler alındığını bize şoyle gosterdi: Efendi Hazretleri gayet mulayim bir tavır ve kendine mahsus bir eda ile;
“- Oku bakayım evladım” dedi. En baştaki talebe de kitaptan ibare okumaya başladı. Ve kendi bildiği kadar mana verdi. Eksiklerini Efendi Hazretleri tamamladı. O mevzuda ilave bilgiler verdi. Sıra ikinci talebeye gelmişti. Muteakip ibareyi o da okudu. Verebildiği kadar mana verdi. Talebeye yardımcı olabilmek icin bazı hatırlatıcı sorular sordu. Talebe o soruların cevabını verdikten sonra onundeki ibareyi daha kolay cozmeye başladı. Talebe bir taraftan da hocasının onunde kendi bilgilerini hatırlayarak ibareyi cozunce, iştiyaka geliyor ve daha ilerisini okumak istiyordu. Bu esnada Efendi Hazretleri’nin mulayim bir baba gibi okşayıcı sesi yetişiyordu:
“Sen oku evladım.. zamire dikkat et.. ikinci bactan okuyacaksın.. naib-i faili unutma...”Biz bu ders okuma şekline hayran olmuştuk. O yaşıma rağmen bende ders okuma iştiyakı doğdu.”
Suleyman Efendi talebelerinin ezbercilik yerine dersin ozunu kavramalarına onem verirdi. İbarenin butunu ve anlatmak isteneni anlayabilmişlerse telaffuz ve irab hatalarına kızmaz, “dumanı doğru cıksın yeter” derdi. Halkadaki butun talebeye ibare okuturdu. Bu yuzden talebeler dersten once derse hazırlanmış olarak gelirlerdi.
Onun en onemli eğitim metodlarından biri de sevgidir. O, talebelerine bir ana-baba şefkatiyle yaklaşıyor, onların her turlu dertleriyle dertleniyor ve caresi icin maddi-manevi elinden gelen butun fedakarlıkları gosteriyordu.
Suleyman Efendi, bu şekilde Osmanlı’da koskoca bir muessese olan medreseyi tek başına yaşatmış ve halen talebeleri de onun bu usulunu devam ettirmektedirler. Onun vefatıyla bu hizmetlerde ve ders okutma şekillerinde aksama olmamış ve bunlar ondan alınan manevi terbiye ve feyzle sanki bugun ihdas edilmiş gibi tazeliğini ve orjinalligini korumaktadır.
2.5. Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu
Kur’an kursu faaliyetleri “Kur’an Kursları Federasyonu” adı altında resmi olarak yurutulmektedir. Ceşitli evrelerden sonra bu federasyon “Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Federasyonu” adını alarak faaliyetlerine devam etmektedir. Bu federasyonun bugunku tuzuğunde yer alan bazı maddeleri, onların faaliyetlerinin boyutunu gostermesi acısından burada kısaca zikretmek istiyoruz.
Federasyonun şu andaki tuzuğune gore gayesi, kurs ve okul talebelerine yardim gayesiyle kurularak faaliyette bulunan bilumum uye derneklere ve bunların himaye ettikleri talebelere maddeten ve manen yardımcı olmak ve onları her bakımdan korumak, uye derneklerin faaliyetlerinde duzenli cal