Hz. Nuh (as.) kimdir? Hz. Nuh’un (a.s.) ozellikleri nelerdir? Hz. Nuh’un (a.s.) eşi kimdir, Musluman oldu mu? Hz. Nuh’a (a.s.) oğlu nicin iman etmedi? Hz. Nuh’un (as.) adı Kur’an’da geciyor mu? Hz. Nuh’a (a.s.) neden ikinci Adem denir? İnsanlığın ikinci atası kimdir? Hz. Nuh (as.) kac yıl yaşadı? Hz. Nuh (as.) kac yıl tebliğ etti? Hz. Nuh’a (as.) kac kişi iman etti? En uzun yasayan peygamber kimdir ve kac yıl yaşamıştır? Nuh kavmi neden helak oldu? Nuh Tufanı nasıl oldu, ne kadar surdu? Nuh Tufanı ne zaman oldu? Tufanı ile yeryuzunu kufurden temizleyen peygamber: Hz. Nuh’un (a.s.) hayatı…

İnsanları 950 sene sabırla Hakk’a dÂvet eden Hz. Nuh’un (a.s.) kısaca hayatı…

HZ. NUH’UN (A.S.) KISACA HAYATI – Nuh Peygamber Kimdir? – Nuh Aleyhisselam Kimdir?

Kur’an-ı Kerim’de adı 43 defa gecer. Kur’an’da 71. suresinin adı Nuh Suresi’dir. Nûh (a.s.) Kur’Ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde muhim bir yer işgÂl eden Ulu’l-azm (En yuksek derecedeki) peygamberlerdendir. Hz. İdris’e (a.s.) tabi olan salih zaatların vefatından sonra bazı insanlar bu salih kişilerin putlarını yaptı, daha sonra bu putlara tapmaya başladılar. Hz. Nuh (a.s.) puta tapan kavme Allah’ın dinine donmeleri icin gonderildi fakat kavminden kendisine cok az kişi iman etti. Nuh’un (a.s.) oğullarından biri de iman etmeyenler arasındadır.

950 sene kavminin hidayet etmesi icin uğraşan Nuh (a.s.) sonunda CenÂb-o Hakk’a acziyetini arz etti ve Hz. Nuh’a (a.s.) “insanlığın ikinci atası” denilmesine sebep olan “Nuh Tufanı” başladı. Nuh Tufanı’ndan once Allah TeÂlÂ, Hz. Nuh’a (a.s.) bir gemi yapmasını emretti. Yapılan geminin uc katlı olduğuna, iki veya dort senede tamamlandığına ve icinde ateş yakılarak buharla calıştığına dÂir rivÂyetler vardır. RivÂyete gore gemiye iman eden 80 kişi gemiye bindi. Ayrıca hayvanlardan birer cift gemiye alındı. Âlimlere gore Nuh Tufanı’nın başlaması ile yeryuzunun her tarafı sularla kaplandı. Tufanın 6 ay surduğu rivayet edilir. İlÂhi bir emir ile sular cekildi ve gemi, 10 Muharrem Aşure gunu Cudi Dağı’na indi.

Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Nûh (a.s.) cok şukreden ve sabır gosteren bir kul olarak zikredildi. Onun bir başka ozelliği de kÂfirlere karşı cok sert davranmasıdır. Nuh (a.s.) cobanlık ve ticaret ile uğraştı. Marangozcuların, denizcilerin piri kabul edilir. 950 senesini kavmini davet ile geciren Nuh’un (a.s.) 1300 sene yaşadığı soylenir. Bir rivayete gore kabri Mekke’de Mescid-i HarÂm’da, Multezem ile Makām-ı İbrÂhim arasında, diğer rivayetlere gore ise Kerek, Cizre veya Necef’tedir.

En uzun yaşan peygamber Hz. Nuh’un (a.s.) ayrıntılı hayatı…

HZ. NUH’UN (A.S.) HAYATI – Nuh Peygamberin Hayatı – Nuh Aleyhisselamın Hayatı

Nûh -aleyhisselÂm-, Kur’Ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde muhim bir yer işgÂl etmektedir. Ulu’l-azm peygamberlerden[1] birisidir. Kur’Ân’da muhtelif vesîlelerle ismi 43 yerde gecmektedir. 28 Âyetten muteşekkil olan 71. sûre, onun adını taşır. Meşhur tûfÂn sebebiyle beşeriyetin “İkinci Babası” sayılır.

İdrîs -aleyhisselÂm- semÂya ref’ edildikten sonra insanlar, hakîkati kaybede*rek putlara ve heykellere tapmaya başladılar. Bunun uzerine Nûh -aleyhisselÂm- kavmine peygamber olarak gonderildi.

Hazret-i Nûh’un esas isminin “Yeşkûr”, “SÂkin” veya “AbdulgaffÂr” olduğu bildirilmektedir. Lakabı “NeciyyullÂh” (AllÂh’ın kurtardığı) ve “Şeyhu’l-Enbiy” (nebîlerin uzun omurlusu)’dur.

İdrîs -aleyhisselÂm- semÂya ref’ olunduktan sonra kendisine tÂbî olanlardan Vedd, SuvÂ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr, dîni yaşayıp teblîğ ettiler ve insanlar arasında yuksek bir mevkiye sÂhip oldular. VefÂt ettiklerinde, onları hatırlamak icin şeytanların teşvîki ile heykelleri yapıldı. Halk, zamanla putperestliğe dondu. Bu heykellerde ilÂhî bir kudret olduğuna inandılar.

İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anhumÂ- anlatıyor:

“Nûh -aleyhisselÂm-’ın kavminde mevcut olan putlar sonradan Araplara intikÂl etmiştir. Şoyle ki: Vedd adındaki put Dûmetu’l-Cendel’de idi ve Kelb kabilesine Âitti. SuvÂ’ adındaki put Huzeyl’in idi. Yeğûs adındaki put MurÂd kabilesine Âitti. Sonra Benû Gutayf’ın oldu, Sebe’ye yakın Curf isimli mevkideydi. Yeûk, HemedÂn’a Âitti. Nesr, Himyer’in Âl-i Zi’l-KelÂ’ın idi. Bu putların isimleri aslında Nûh kavmindeki sÂlih kimselere Âitti. Şeytan bu sÂlihler olunce kavimlerine şu telkini yaptı: «SÂlih kişilerinizin oturmuş oldukları yerlere (onların hÂtırasına) heykeller dikin ve bunlara onların isimlerini verin.» Halk bu telkine uyup, soyleneni yaptı. BidÂyette tapınma yoktu. Ancak ne zaman ki bunlar vefÂt ettiler, haklarındaki bilgi de unutuldu ve neticede cÂhil halk bu putlara tapınmaya başladılar.” (BuhÂrî, Tefsir, 71/1)

Nûh -aleyhisselÂm-, bÂzen cobanlık, zaman zaman da ticÂret yapıyordu. Kavminin başında KÂbil soyundan Dermesil isimli zÂlim bir kişi bulunmaktaydı. Her kabîlenin ayrı bir putu mevcuttu. Her putun da bir hizmetkÂrı vardı. Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm- bunları gulunc bulurdu. O donemde ahlÂksızlık ve putperestlik had safhaya varmıştı.

NUH KAVMİNİN OZELLİKLERİ

Nûh -aleyhisselÂm-’ın Kavminin Ozellikleri:

Putperest idiler.
Onların bu ozelliği Âyet-i kerîmede şoyle bildirilir:

“Bir de şoyle dediler; sakın ilÂhlarınızı bırakmayın! Hele Vedd’i, SuvÂ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i asl bırakmayın!” (Nûh, 23)

Putlar ve putcular, insanlık tÂrihinde, insanları dÂim hak yolundan ayırarak sapıklığa goturduler. Saygı ve hÂtır icin yapılan heykeller, zamanla kendilerine tapılan putlar hÂline getirildi.

İnsan’ın inandığı ve kulluk yaptığı ilÂhı, maddî bir takım şekillerle temsil ve tasavvur etmesine “antropomorfist” akîde denir. Bu akîde insanları muşahhas şekillere tapmaya ve nihÂyetinde putculuğa goturur. Tevhîd dinlerinde ise “muteÂl” yÂni butun Âlemlerden ve tasavvurlardan yuce bir AllÂh inancı vardır. Bu inanc, insan zihnini maddeden uzaklaştırarak mucerred mÂnÂlara yonlendirir. Maddenin cok daha otesindeki mÂnevî hakîkatleri kav*ratmaya calışır. Fakat beşer zihni bu mertebeye ulaşma yerine kolaya kacarak evvel AllÂh’ı tecsîm ve teşbîh etme, yÂni O’nu kendi duny boyutları icinde tasavvur etme hatÂsına duşer. Bu da insanlığın putculuğa sapmasına sebep olmuştur.

İslÂm dîni ise insandaki bu meyli en guzel şekilde tasfiye ederek zihnin, AllÂh TeÂlÂ’yı her hangi bir cisme benzetmesini yasaklamıştır. İnsanların mucer*redi muşahhas hÂle gitirip taabbude yonelme dalÂletine duşmemeleri icin de resim ve heykeli tasvip etmemiştir. Resim ve heykelin diğer bir zararı da, hayÂl gucunu tahdîd ederek insanın yuksek mÂnÂları tasavvur ve idrÂk etme istidÂdını koreltmesidir.

Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, kabir ziyÂretlerindeki ifratlar insanları putculuğa goturduğu icin onceleri bu ziyÂretleri yasaklamış, ancak tevhîd inancının iyice yerleşmesinden sonra şu hadîs-i şerîfleriyle buna musÂade buyurmuşlardır:

“Size kabir ziyÂretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyÂret edebilirsiniz!” (Muslim, CenÂiz, 106)

“…Kabirleri ziyÂret etmek isteyen ziyÂret etsin. Cunku kabir ziyÂreti bize Âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, CenÂiz, 60)

O hÂlde kabir ziyÂretleri, olumun hatırlanması, mevtÂya bir hediye gonderil*mesi, yÂni Kur’Ân-ı Kerîm okunması ve Âhiretin tefekkuru icin tavsiye edilmiştir.

MÂneviyat buyuklerinin kabirleri yanında yapılan du ve istekler de, onların hur*metine CenÂb-ı Hak’tan olmalıdır. Cunku kuldan istenmesi, kulları şirke goturur. Nitekim Nûh -aleyhisselÂm-’ın kavminde de boyle olmuştu.

AllÂh -celle celÂluhû- yaratılmış olan hicbir varlığa benzemediği; yÂni “muhÂlefetun li’l-havÂdis” sıfatına sÂhip olduğu icin, buud ve şekil gibi her turlu beşer tasavvuru*nun otesindedir. Şeyh Şiblî Hazretleri şoyle buyurur:

“AllÂh TeÂlÂ’yı duşuncelerinizde kavrayıp akıllarınızda tam bir şekilde anladığınızı sandığınızda, bu duşunceler size iÂde edilir. Cunku bu tur duşunceler, sizin uydur*duğunuz (muhdes) ve sizin gibi sonradan olma (masn&#251 şeylerdir…”

Burada Şiblî Hazretleri, sonradan olanla (muhdesle) Kadîm’in birbirinden tefrîk edilmesi gerektiğini, insanlar icin CenÂb-ı Hakk’ı tanımanın yegÂne yolunun, O’nun bildirdiği vasıf ve ozellikler olduğunu ve bundan başka bir yolun bulunmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla vahyin bildirdiklerini bir kenara bırakıp O’nu muşahhaslaştırmaya calışmak, elbette insanı cok hazin ve suflî neticelere surukler.

CenÂb-ı Hakk’ın, beşer idrak ve tasavvurunun cok cok otelerinde olduğunu ifÂde etmek icin Âlimlerimiz şu veciz kelÂmı soylemişlerdir:

“AllÂh TeÂl ile alÂkalı aklına hangi duşunce gelirse gelsin, bilesin ki Yuce AllÂh onun dışındadır.”

Akıl, muhdestir (sonradan yaratılmıştır). CenÂb-ı Hakk’ı bu muhdes varlıkla idrÂk etmek mumkun değildir. Fakat Mûs -aleyhisselÂm- CenÂb-ı Hak’la konuşunca, buyuk bir mÂnevî haz duydu. Bu hazzın iştiyÂk ve cÂzibesi ile CenÂb-ı Hakk’ı gormeyi arzuladı ve bunda ıs*rÂr etti. Bu hÂl, Âyet-i kerîmede şoyle bildirilmektedir:

“…MûsÂ: «Rabbim! Bana kendini goster, Sana bakayım.» dedi. Rabbi buyurdu ki: «Sen Ben’i (bu dunyÂda) asl goremezsin. Fakat şu dağa bak! O dağ yerinde kalabilirse, Sen de Ben’i gorebilirsin!..»” (el-A’rÂf, 143)

CenÂb-ı Hakk’ı muşÃ‚hede etmek, derecesine gore ancak cennet ehlinin bir kısmına nasîb olacaktır.

Nûh -aleyhisselÂm-’ın kavmi son derece zÂlim ve azgın kimselerdi. Âyet-i kerîmede onların bu zulum ve azgınlıklarından şoyle bahsedilmektedir:
“…Onlar cok zÂlim, cok azgın kişilerin t kendileri idi.” (en-Necm, 52)

FÂsıktılar. AllÂh TeÂl şoyle buyurur:
“…Onlar, fÂsık (gunahkÂr, yoldan cıkmış) bir milletti.” (ez-ZÂriyÂt, 46)

Kotuluklere dalmışlardı. Âyet-i kerîmede onların bu vasfı şoyle bildirilmektedir:
“…Gercekten onlar kotu bir milletti…” (el-EnbiyÂ, 77)

Vicdansız idiler. Âyet-i kerîmede, merhamet ve şefkat hislerinden mahrum olan Nûh kavminin bu vasfı şoyle bildirilmektedir:
“…Onlar, (kalb gozleri, vicdanları) kor(elmiş) bir gurûh idiler.” (el-A’rÂf, 64)

Cok inatcıydılar. Nûh -aleyhisselÂm-’ın kavmi, tabiatları kufre ve gunÂha alışmış, dunyÂda inadı prensip edinmiş kimselerdi. Onlar Âhirette de aynı inadı devam ettirecekler, kendilerine bir peygamberin gelmiş olduğunu kabul etmeyeceklerdir.
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuştur:

“Nûh ve ummeti kıyÂmet gunu gelirler. AllÂh TeÂl Hazret-i Nûh’a:

«–Tebliğ ettin mi?» diye sorar.

Nûh -aleyhisselÂm-:

«–Evet y Rabbî, tebliğ ettim.» diye karşılık verir. Sonra AllÂh TeÂl Nûh’un ummetine hitÂben:

«–Nûh size tebliğde bulundu mu?» diye sorunca onlar:

«–Hayır, bize hicbir peygamber gelmemiştir.» diye cevap verirler.

Bunun uzerine AllÂh TeÂl Nûh’a:

«–Senin doğruluğuna kim şehÂdette bulunur?» deyince Nûh -aleyhisselÂm-:

«–Hazret-i Muhammed ve ummeti şÃ‚hitlik yapar.» der. Onlar da Nûh’un tebliğde bulunduğuna şÃ‚hitlik yaparlar.”

Hadîs-i şerîfin rÂvîsi şu ilÂvede bulunur:

Nitekim Âyet-i kerîmede, Muhammed -aleyhissalÂtu vesselÂm- ve ummetinin, diğer peygamberler ve ummetleri hakkında şÃ‚hitlik yapacakları acıkca bildirilmiştir:

«İşte boylece sizi vasat bir ummet yaptık ki, butun insanlar uzerine şÃ‚hitler olasınız, Rasûl (Hazret-i Muhammed) de sizin uzerinize şÃ‚hit olsun…» (el-Bakara, 143)” (BuhÂrî, Tefsîr, 2/13, EnbiyÂ, 3; Tirmizî, Tefsîr, 2/2965)

AllÂh -celle celÂluhû-, hakîkatten sapmış olan bu kavme Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm-’ı gonderdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“«Kendilerine can yakıcı bir azÂb gelmezden once onları uyar!» diye Nûh’u kavmine peygamber olarak gonderdik.” (Nûh, 1)

HZ. NUH (A.S.) KAC YIL TEBLİĞ ETTİ? – Hz. Nuh’un (a.s.) Tebliği

Nûh -aleyhisselÂm-, elli yaşındayken CebrÂîl -aleyhisselÂm- geldi, Peygamberliğini bildirdi ve:

“Dermesil ve kavmine git; onlara tevhîd inancını teblîğ et!” dedi.

Hazret-i Nûh, omrunun sonuna kadar tevhîd inancını teblîğ edeceğine dÂir soz (mîsÂk) verdi. Kur’Ân-ı Kerîm’de buyrulur:

“Hani biz peygamberlerden (tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri icin) sağlam bir soz almıştık; Sen’den de, Nûh, İbrÂhîm, Mûs ve Meryem oğlu ÎsÂ’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir soz al*mıştık!” (el-AhzÂb, 7)

“And olsun, biz Nûh’u kavmine elci gonderdik. (Nûh) Onlara: «Ben sizin icin apacık bir uyarıcıyım. AllÂh’tan başkasına tapmayın! Ben size (gelecek) elem verici bir gunun azÂbından korkuyorum!» (dedi.)” (Hûd, 25-26)

Nûh -aleyhisselÂm- ilk zamanlar vazîfesini gizli olarak yerine getirdi, sonraları ÂşikÂr teblîğ etmeye başladı. Gencliğinde herke*sin sevgisini kazanmış bir zÂt olmasına rağmen teblîğe başlayınca durum değişti. Kendisine cok az kimse tÂbî oldu.

Kavmin melîki olan Dermesil, Hazret-i Nûh’un bu teblîğ faÂliyetinden haber*dÂr olunca, yanında bulunanlara:

“–O da kim?” dedi. Onlar da:

“–Bizim kavmimizden olduğu hÂlde bize uymayan birisi… İsmi, Nûh bin LÂmek. Baştan akıllı idi. Sonradan aklını kaybetti. Kendisinin peygamber olduğunu soyluyor!” dediler. Ardından:

“–Putlara da karşı cıkıyor!” denince Dermesil, Hazret-i Nûh’u yanına cağırta*rak:

“–Yazık sana! Sen bizim ilÂhlarımızı inkÂr mı ediyorsun?” diye azarladı.

Ayrıca, Hazret-i Nûh’un etrÂfında fakirlerin olması sebebiyle onunla alay ediyorlardı. KÂfirler Nûh -aleyhisselÂm-’a:

“«–Senin peşinden gidenler sıradan ve basit kimseler iken biz hic sana inanır mıyız!» dediler.” (eş-ŞuarÂ, 111)

Bu cÂhil ve zÂlim kavim, kibirleri sebebiyle fakirleri ve garipleri kucuk goru*yorlardı. Fakat Nûh -aleyhisselÂm-, dÂvÂsı kadar, dÂvÂsının bağlılarını da savundu. Munkirlerin ithamlarına cevap verdi:

“Ben îmÂn eden kimseleri kovacak değilim.” (eş-ŞuarÂ, 114)

“…Cunku onlar Rableriyle karşılaşacaklar. Fakat ben sizi cÂhil bir millet olarak goruyorum. Ey milletim! Onları kovarsam, AllÂh’a karşı beni kim savunur? Duşunmez misiniz?” (Hûd, 29-30)

Dermesil olunce yerine oğlu Nevlin gecti. O daha zÂlim idi. Nûh -aleyhisselÂm-, Nevlin zamanında da teblîğine aynen devÂm etti. Kavmi, O’nunla alay ediyor, uzerine toprak atıyor ve O’nu dovuyorlardı. Hatt bayılıncaya kadar boğazını sıktılar, oldu sandılar. Ayıldığı zaman:

“Ey AllÂh’ım! Beni ve kavmimi bağışla. Cunku onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” dedi. Gusul abdesti alıp tekrar yanlarına vardı. Onları AllÂh’a îmÂn ve ibÂdete dÂvet etti. (İbn-i Hanbel, ez-Zuhd, s. 50; İbn-i Esir, el-KÂmil, I, 69) Butun bu eziyetlere rağmen O, buyuk bir sabır gosteriyordu. Bir lutf-i ilÂhî olarak, yaralarını zaman zaman CebrÂîl -aleyhisselÂm- tedÂvî ediyordu. Muşrikler:

“–Yazık sana ey Nûh! Bu dayağımız ve hakÂretimize rağmen hÂl dÂvÂndan vazgecmiyor musun?!” diyorlardı.

Hazret-i Nûh ise:

“Ben mecnûn değilim. Atalarınız şimdi azÂb cekiyor! Aklınızı başınıza alın!” diye onlara nasîhat ediyordu.

Nûh -aleyhisselÂm- devamla:

“DÂvetimden yuz cevirirseniz, bana bir zarar veremezsiniz!” buyuruyordu.

Cunku insan iki şeyden korkar:

Başkalarının zarar vermesinden,
Menfaatlerinin kesilmesinden.
Ancak Nûh -aleyhisselÂm-, birinci korkuya cevÂben:

“Ben sizin zarÂrınızdan korkmam! Tevekkul icindeyim!”

İkinci korkuya cevÂben de:

“Sizden bir ucret istemiyorum!” diyordu.

Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:

“(Nûh dedi ki Bu (teblîğime) karşılık sizden hicbir ucret istemiyorum! Benim ecrimi verecek olan, ancak Âlemlerin Rabbidir. Onun icin, AllÂh’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin!” (eş-ŞuarÂ, 109-110)

Fakat O’nun bu dÂvetine kulak veren olmadı. Hazret-i Nûh’a kavminden cok az kimse îmÂn etti. Oğullarından SÂm, HÂm ve YÂfes îmÂn etti. Diğer oğlu Ken’an ise îmÂn etmedi. Kavmi O’na, peygamberliği boyunca cok hakÂret ve işkence etti. Nûh -aleyhisselÂm-, kavminin yaptıklarına 950 sene tahammul gos*terdi. NihÂyet eziyetlere tÂkat getiremeyince CenÂb-ı Hakk’a acziyetini arz etti.

KAVİMLERİN HELAK OLMA SEBEPLERİ – Kavimlerin Helakı

TÂrih boyunca bÂzı toplumların, peygamberlerin getirdiği tevhîd akîdesini kabûl etmeyip hidÂyetten mahrûm kalmalarının başlıca sebepleri şunlardır:

Hak dinlerde dunyÂda işlenen amellerin mukÂfÂt ve mucÂzÂtının verileceğine dÂir bir “Âhiret” inancı vardır. Bunun icin fertler dilediği gibi hareket edemezler. Dînî nassla*rın doğrultusunda hareketlerini tanzîm etmeye mecbûrdurlar.
Nitekim İslÂm’ın zuhûru ile putperestleri endişeye duşuren ilk haber, “Âhiret” olmuştu. Buna “Buyuk Haber” dediler. Ondan şiddetli bir rahatsızlık duydular. Kur’Ân-ı Kerîm, bu rahatsızlığı şu şekilde ifÂde eder:

“Birbirlerine neyi soruyorlar? (O inanıp inanmamakta) ayrılığa duştukleri buyuk haberi mi?” (en-Nebe’, 1-3)

Putperest toplumlarda ise dÂim kuvvetliler, zayıfları ezerek onları nefsÂnî arzûla*rına gore koleleştirirler. Zayıfın hakkını savunan bir hukuk yoktur. Toplumda butun menfaatler, guclulere Âittir. Onlar, yaptıkları fiillerden dolayı Âhirette bir bedel odemeyeceklerine inanırlar. Bu sebeple, hak dinlerdeki Âhiret inancı, onları cok ra*hatsız eder.

Hak dinlerde disiplinli, metodlu bir ibÂdet hayÂtı vardır. Putperestlikte bu yoktur. Putperestler, putları menfaatleri doğrultusunda kendilerine yardımcı kabûl ederler. Ve kendilerini koruyacaklarını zannederler. Nefsî arzuları, hak dinlerdeki disiplinli ibÂdet hayatına boyun eğmek istemez.
Hak dinlerde peygamberler, topluma ornek şahsiyet (usve-i hasene) olur*lar. Putperestlikte ise, boyle bir ornek endişesi yoktur. NefsÂnî arzularına gore istedikleri gibi hareket ederler. Mesel cÂhiliye toplumundaki cok kocalı kadınlar buna bir ornektir.
İnsanda inanma ihtiyÂcı, fıtrîdir. İnsan, Hakk’ı bulamadığı veya hak kendisine zor geldiği zaman, bÂtıla meyleder. İnanc, şuuraltında kalarak gercek kaynağa ulaşama*yınca, kufur hÂkim olur. Ancak inanc, şuuraltından ilÂhî vahiy istikÂmetinde şuur seviyesine cıkıp kemÂle erince, îmÂn gercekleşmiş olur.

Putperestlerin guclu, zengin ve ileri gelen kimseleri, toplumda sÂde bir hayat yaşayan peygamberleri ve ashÂbını kibirlerinden oturu kucuk gorme bedbaht*lığına duşerler. Cunku onlar, inanan zayıf kimselerle beraber olunca, toplumda de*ğer kaybedeceklerini zannederler.
Putperestlerin hidÂyetine mÂnî olan sebeplerden biri de, mal, mulk, evlÂd gibi dunyevî cÂzibelerin onları gaflete buruyerek acı bir aldanış icinde bırakması ve kalb gozlerini Hakk’a karşı perdelemesidir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:

“NefsÂnî arzulara, (ozellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gumuşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duşkunluk, insanlara cÂzip kılındı. Bunlar, duny hayÂtının gecici menfaatleridir. HÂlbuki varılacak en gu*zel yer, AllÂh’ın katındadır.” (Âl-i İmrÂn, 14)

Nûh -aleyhisselÂm-, putperest kavminin kotu niyetlerini ortaya dokup kendi*lerine meydan okuyordu:

“Bir de onlara Nûh’un kıssasını oku: Hani o bir zamanlar kavmine demişti ki: «Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum ve AllÂh’ın Âyetleriyle oğut verişim size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben yalnızca AllÂh’a tevekkul etmişimdir, artık siz ve ortaklarınız her ne yapacaksanız toplanıp butun gucunuzle karar veriniz. Sonra bu işiniz size dert olmasın. Sonra bana ne yapacaksanız yapın, muhlet de vermeyin.»” (Yûnus, 71)

Nûh -aleyhisselÂm-’ın bu sozleri, O’nun Rabbine olan tevekkulunu goster*mektedir.

NUH TUFANI NEDEN OLDU?

Nûh -aleyhisselÂm-’a, dÂvetine başladığı ilk yıllarda îmÂn edenlerden başka inanan olmadı. Bunun yanında kavminin O’na ve mu’minlere yaptıkları eziyetler de had safhaya ulaştı. Hatt cÂhilÂne bir cesÂretle azÂb-ı ilÂhîyi isteyecek kadar azgınlaştılar:

“Dediler ki: «Ey Nûh! Bizimle mucÂdele ettin ve bize karşı mucÂdelede cok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle tehdîd ettiğin (azÂbı) bize getir!»” (Hûd, 32)

Bu vahiyden sonra zÂlim kavmin, kendisini kucuk gorup de teblîğini yalan saymaları ve, “Va’dettiğin azÂbı getir!” demeleri uzerine Nûh -aleyhisselÂm-, AllÂh’ın irÂde ve tasarrufunu onlara hatırlattı:

“(Nûh) dedi ki: «Onu size, ancak dilerse AllÂh getirir. Ve siz (AllÂh’ı) Âciz bırakacak değilsiniz! Eğer AllÂh sizi azdırmak istiyorsa, ben size oğut vermek istesem de oğudum size fayda vermez. (Cunku) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihÂyet) O’na dondurulecek*siniz.»” (Hûd, 33-34)

AllÂh TeÂlÂ, kavminin taşkınlıkları dolayısıyla Hazret-i Nûh’u tesellî sade*dinde şoyle vahyetti:

“Kavminden (şu ana kadar) îmÂn etmiş olanlardan başkası artık asl inanmayacak. Oyle ise onların işlemekte oldukları (gunahlardan) dolayı uzulme!” (Hûd, 36)

NihÂyet azÂb-ı ilÂhînin ilk başlangıc haberi olarak, CenÂb-ı Hak, bu bir turlu uslanmayan azgın kavmi kırk sene yağmursuz bıraktı. Hayvanları telef oldu. Cocukları doğmadı. CÂresiz kalarak Hazret-i Nûh’a murÂcaat ettiler. O da:

“–Şirkten donun; sizin icin du edeyim!” buyurdu.

“(Sonra Nûh, CenÂb-ı Hakk’a şu şekilde iltic etti: «Y Rabbî, ben kav*mime) dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; cunku O cok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) uzerinize gokten bol bol yağmur indirsin; mallarınızı ve oğullarınızı coğaltsın; size bahceler ihsÂn etsin; sizin icin ır*maklar akıtsın!” (Nûh, 10-12)

MukÂtil bin Suleyman -rahmetullÂhi aleyh- buyurur:

“Bu Âyetlerden sonra, yağmur duÂlarında istiğfÂr okumak meşhûr oldu.”

AbdullÂh bin AbbÂs -radıyallÂhu anh-’tan rivÂyet edildiğine gore Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de şoyle buyurmuşlardır:

“Bir kimse cok istiğfÂr ederse, AllÂh -celle celÂluhû- onu her gamdan korur! Her darlıktan ona cıkış nasîb eder. Onu hic ummadığı yerden rızıklandırır!” (Suyûtî, el-CÂmiu’s-Sağîr, II, 141)

Nûh -aleyhisselÂm-, kavmini îkÂz ve nasîhate şoyle devÂm etti:

“Size ne oluyor ki, AllÂh’a buyukluğu yakıştıramıyorsunuz?! Oysa, sizi turlu merhÂlelerden gecirerek o yaratmıştır! Gormediniz mi, AllÂh yedi kat goğu birbiriyle ÂhenktÂr olarak nasıl yarat*mış! Onların icinde Ay’ı bir nûr kılmış, Guneş’i de bir cerağ yapmıştır! AllÂh, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya dondurecek ve sizi yeniden cıkaracaktır. AllÂh, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryuzunu sizin icin bir sergi yapmıştır.” (Nûh, 13-20)

Ancak bu ahmak putperest kavim, hikmet dolu nasîhatlere kulak asmadılar. Boylece:

“(Oğutlerin fayda vermemesi uzerine) Nûh: «Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve cocuğu kendi ziyÂnını artırmaktan başka işe yarama*yan kimseye uydular. Buyuk hîleler, buyuk desîseler kurdular! (Rabbim! Onlar birbirlerine) dediler ki: «Sakın ilÂhlarınızı bırakmayın; hele Vedd’den, SuvÂ’dan, Yeğûs’tan, Yeûk’dan ve Nesr’den asl vazgecmeyin!» (Boylece) onlar, gercekten bir coklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zÂ*limlerin ancak şaşkınlıklarını artır!” (Nûh, 21-24)

Bir baba oğluna Nûh -aleyhisselÂm-’ı gostererek:

“–Bak, buna inanma!” dedi.

O da babasının elinden asÂyı aldı. Nûh -aleyhisselÂm-’ın başına vurarak onu kan revÂn icinde bıraktı. Nûh -aleyhisselÂm- ise:

“YÂ Rabbî! Hayır dilemiş isen, hidÂyete erdir! Yoksa Sen onlara hukmedinceye kadar bana sabır ver! Cunku Sen hukmedenlerin en hayırlısısın!” diyordu.

Ancak eziyetler iyice arttı. Yapacak bir iş kalmadı. Bunun uzerine Nûh -aleyhisselÂm-:

“Rabbine: «(YÂ Rabb&#238 mağlûb oldum; artık bana yardım et!» diyerek yalvardı.” (el-Kamer, 10)

Nûh -aleyhisselÂm- uzun yıllar tebliğe devam etmesine rağmen ona cok az kimse inanmıştı. Bir nesil olup gidecekken kendilerinden sonra gelecek nesillerine Nûh’a îmÂn etmemelerini, ona muhalefet edip onunla savaşmalarını tavsiye ediyorlardı. Babalar, yetişip akıl bÂliğ olan cocuklarına:

“–Yaşadığı surece Nûh’a asl inanmayacaksınız.” diye oğutlerde bulunuyorlardı. Fıtratları tamÂmen bozulmuş, îmÂnı ve hakka ittibÂı reddedecek bir şekle burunmuştu. Bu sebepten, Nûh -aleyhisselÂm- şikÂyet bÂbında şoyle demişti:

“Rabbim! Yeryuzunde hicbir inkÂrcı bırakma! ŞÃ‚yet Sen onları bırakacak olursan, kullarını saptırırlar; ahlÂksız ve inkÂrcıdan başkasını doğu*rup yetiştirmezler. Beni, anamı, babamı, inanmış olarak evime gireni (hÂne halkımdan îmÂn etmiş olanları), mu’min erkek ve kadınları bağışla! ZÂlimlerin ise yalnızca helÂklerini artır!” (Nûh, 26-28)

Bu ilticÂdan sonra AllÂh -celle celÂluhû- Hazret-i Nûh’a gemi yapmasını emretti:

“Gozlerimizin onunde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, fakat zÂlimlerin (kurtuluşu icin) Bana yalvarma! Onlar mutlak boğulacaklardır!” (Hûd, 37)

Kavmi, Nûh -aleyhisselÂm-’ın gemi yapmasıyla da alay etti. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkca onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: «Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız, biz de sizinle (oyle) alay edeceğiz! Kendisini rezil edecek azÂbın kime geleceğini ve surekli bir azÂbın kimin ba*şına ineceğini yakında bileceksiniz!»” (Hûd, 38-39)

Hak ve hakîkate kalbleri korelmiş halk, gece gelip gemiyi yakmak istiyorlar, yakamayınca:

“–Bu senin sihrindir!” diyorlardı. Gemiyi kirletiyorlardı. Bir muddet sonra uyuz hastalığına yakalandılar. TedÂvî icin kendi pisliklerini yuz*lerine surmeye mecbûr kaldılar. CenÂb-ı Hak, onları bu alÂmetlerle îkÂz ettiği hÂlde intibÂha gelmiyor, bir turlu uyanmıyorlardı.

NUH TUFANI NASIL OLDU?

Nûh -aleyhisselÂm- ve mu’minlerin inşÃ‚ ettiği gemi zor şartlara dayanıklı sert ağactan yapılmıştı. Uc katlı olduğuna, iki veya dort senede tamamlandığına ve icinde ateş yakılarak buharla calıştığına dÂir rivÂyetler vardır.

İbn-i AbbÂs’tan rivÂyete gore gemiye insanlardan sek*sen kişi bindi. Âdem -aleyhisselÂm-’ın CebrÂîl tarafından getirilen “TÂbût”u da gemiye alındı ve erkeklerle kadınlar arasına konuldu. (İbn-i Sa’d, I, 41)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“NihÂyet emrimiz gelip de fırın kaynadığı (fÂra’t-tennûr: iş kızışıp sular kabarmaya başladığı) zaman Nûh’a:

«–Her şeyden iki cifti, aleyhlerinde hukum verdiklerimiz hÂric, Âileni ve îmÂn edenleri gemiye bindir!» dedik. ZÂten, onunla beraber îmÂn eden pek azdı.” (Hûd, 40)

Âyette gecen “tennûr” kelimesi, lugatte fırın demektir. Başka mÂnÂlara da ge*lir. Buradan hareketle bÂzı Âlimler, Nûh -aleyhisselÂm-’ın gemisinin ateşle kaynayan bir kazan tertibÂtına sÂhip, buharla calışan bir gemi olduğunu soylerler.

HZ. NUH’UN (A.S.) GEMİSİNE KİMLER BİNDİ? – Hz. Nuh’un (a.s.) Gemisine Binenler

Diğer bir Âyet-i kerîmede gemiye binenler hakkında şu bilgi verilmektedir:

“O’na şoyle vahyettik: Gozlerimizin onunde (muhÂfazamız altında) ve bildir*diğimiz şekilde gemiyi yap! Bizim emrimiz gelip de sular coşup yukselmeye başla*yınca, her cinsten birer cifti ve bir de, iclerinden, daha once kendisi aleyhinde hukum verilmiş olanların dışındaki Âileni gemiye al! Zulmetmiş olanlar husûsunda Bana hic yalvarma! Zîr onlar, kesinlikle boğulacaklardır.” (el-Mu’minûn, 27)

Gemiye hayvanlar da alınmıştı. RivÂyete gore Nûh -aleyhisselÂm-, yılan ve akrebi gemiye almak istemedi. Onlar da:

“–Senin ismini zikredenlere zarar vermeyiz!” diyerek soz verdiler.

Buna binÂen buyrulmuştur ki, akrep ve yılan tehlikesiyle karşı karşıya kalan kişi:

“Butun Âlemler icinde Nûh’a selÂm olsun!” (es-SÂffÂt, 79) Âyet-i kerîmesini hÂlis niyetle okursa, onların zararından korunmuş olur.

Nûh -aleyhisselÂm- AllÂh’ın emri istikÂmetinde gemiye binecekleri bindirdikten ve gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra tûfanın alÂmetleri gorunmeye başladı. Âyet-i kerîmede bu başlangıc şoyle tasvîr edilir:

“Bunun uzerine biz sağanak hÂlinde boşalan bir su (yağmur) ile gok kapılarını actık. Yeri de kaynaklar hÂlinde fışkırttık. Derken o sular takdîr edilmiş bir iş (tûfan Âfeti) icin birleşiverdi.” (el-Kamer, 11-12)

Nûh -aleyhisselÂm-’ın oğlu Ken’an gemiye binmeyenlerdendi. Hazret-i Nûh, son defa kendisine nasîhat ettiyse de fÂide vermedi. Kur’Ân-ı Kerîm’de bu hÂdise şoyle nakledilmektedir:

“…Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna: «Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin; kÂfirlerle beraber olma!» diye nid etti. Oğlu: «Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım!» dedi. (Nûh): «Bugun AllÂh’ın emrinden (azÂbından), merhamet sÂhibi AllÂh’tan başka koruyacak kimse yoktur!» dedi…” (Hûd, 42-43)

Oğluna yaptığı bu nasihatler fayda vermeyince Nûh -aleyhisselÂm-, Rabbine yoneldi ve:

“Ey Rabbim! Şuphesiz oğlum da Âilemdendir. Sen’in va’din ise elbette haktır. Sen hÂkimler hÂkimisin!” (Hûd, 45) diye yalvardı.

Nûh -aleyhisselÂm-’ın, kavmine beddu ettikten sonra oğluna du etmesi, O’nun zellesi oldu. Zîr AllÂh -celle celÂluhû-, O’nu zÂlimler icin du etmekten nehyetmişti. Bu durum karşısında cÂhillerden olmaması icin de ilÂhî îkÂz geldi:

“AllÂh buyurdu ki: «Ey Nûh! O asl senin Âilenden değildir. Cunku onun yaptığı kotu bir iştir. O hÂlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana cÂhillerden olmamanı tavsiye ederim!» Nûh (yaptığı zellenin farkına vararak) dedi ki: «Ey Rabbim! Ben Sen’den, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, husrÂna uğrayanlardan olu*rum!»” (Hûd, 46-47)

HZ. NUH’A (A.S.) NEDEN NUH DENMİŞTİR?

RivÂyete gore Nûh -aleyhisselÂm-, bu zellesinden dolayı cok ağlayıp gozyaşı doktuğu icin kendisine “Nûh” denildi.

Nûh -aleyhisselÂm- istiğfÂr ederek kusurundan hemen donmuştu. Ama oğlu kufurden donmedi ve sonunda:

“…Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.” (Hûd, 43)

Yalnız Hazret-i Nûh, O’na îmÂn edenler ve gemiye alınan mahlûkÂt emniyet-i ilÂhiyeye mazhardı. Binmiş oldukları gemi, dağlar gibi dalgalar arasında yuru*yordu. AllÂh TeÂl buyurur:

“Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onları goturuyordu…” (Hûd, 42)

“İnkÂr edilmiş olan (Nûh’a) bir mukÂfÂt olmak uzere gemi, Bizim nezÂretimizde akıp gidiyordu. And olsun ki, onu bir ibret olarak bıraktık, ibret alan yok mudur? (Ey insanlar bakın Benim azÂbım ve uyarılarım nasılmış!” (el-Kamer, 14-16)

HZ. NUH’UN (A.S.) ŞUKUR DUASI

Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm-, gemiye binmeden once kendisine oğretilen şu du vesîlesiyle selÂmet icindeydi:

“…«Bizi zÂlim milletten kurtaran AllÂh’a hamd olsun! Rabbim! Beni bereketli bir yere indir! Sen ağırlayıp ikrÂm edenlerin en hayırlısısın.» de!” (el-Mu’minûn, 28-29)

RivÂyete gore tûfan, Receb ayının birinci gununde başladı ve gemi altı ay su ustunde sey*retti. Sonra AllÂh TeÂl yere ve goğe emretti:

“Ey yer suyunu yut! Ve ey gok (suyunu) tut!..” (Hûd, 44)

Bu emr-i ilÂhî uzerine sular cekildi ve gemi, 10 Muharrem Âşûra gununde Cûdî Dağı’na indi. Sonra Nûh -aleyhisselÂm-’a CenÂb-ı Hak tarafından:

“«Ey Nûh! Sana ve seninle berÂber olan ummetlere bizden selÂm ve bereket*lerle (gemiden) in! Kendilerini (dunyÂda) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azÂbın dokunacağı ummetler de olacaktır.» denildi.” (Hûd, 48)

Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm- ve mu’minler necÂt bulmuşlardı. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Biz Nûh’u ve berÂberindekileri dolu bir gemi icinde taşıyarak kurtardık!” (eş-ŞuarÂ, 119)

“…Onları otekilerin yerine gecirdik, halîfeler yaptık! Âyetlerimizi yalanlayan*ları da (denizde) boğduk. Bak ki uyarılanların (fakat inanmayanların) sonu nasıl oldu?!” (Yûnus, 73)

DunyÂda felÂket, Âhirette acıklı azÂb…

CenÂb-ı Hak, zÂlimlerin Âkıbetini Âyet-i kerîmede şu şekilde bildirir:

“Onlar gunahları yuzunden suda boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine AllÂh’tan başka yardımcı bulamadılar.” (Nûh, 25)

Tefsîr-i Kurtubî’de Hazret-i Huseyin -radıyallÂhu anh-’den rivÂyet edilir ki:

“Ummetim gemiye bindiklerinde, besmele cekerek;

“…O’nun yurumesi ve durması AllÂh’ın adıyladır. Rabbim bağışlar ve merha*met eder.” (Hûd, 41) Âyeti ile beraber,

“Onlar, AllÂh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. KıyÂmet gunu butun yeryuzu O’nun tasarrufundadır. Gokler, O’nun kudret eliyle durulmuş olacaktır. O, muşrik*lerin ortak koşmalarından yuce ve munezzehtir.” (ez-Zumer, 67) Âyetini okur*larsa, boğulmaktan emîn olurlar.” (Kurtubî, IX, 37)

RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, yolculuğa cıkarken hayvanı uzerine binip iyice yerleşince uc kere tekbir getirir ve:

“Bunu bizim hizmetimize veren AllÂh’ı tesbîh ve takdîs ederiz; yoksa biz buna guc yetiremezdik. Şuphesiz biz Rabbimize doneceğiz.” (ez-Zuhruf, 13-14) Âyetlerini okur, sonra da şoyle du ederdi:

“Ey AllÂhım! Biz, bu yolculuğumuzda Sen’den iyilik ve takvÂ, bir de bizi rÂzı olacağın amellere muvaffak kılmanı dileriz. Ey AllÂh’ım! Bu yolculuğumuzu kolay kıl ve uzağı yakın et! Ey AllÂh’ım! Seferde yardımcım, geride kalan coluk cocuğumun koruyucusu Sen’sin. Ey AllÂh’ım! Yolculuğun zorluklarından, uzucu şeylerle karşılaşmaktan ve donuşte malımızda, coluk cocuğumuzda kotu hÂller gormekten Sana sığınırım.”

Efendimiz yolculuktan donduğunde de aynı sozleri soyler ve şu cumleleri ilÂve ederdi:

“Biz yolculuktan donen, tevbe eden, kulluk yapan ve Rabbimiz’e hamd eden kişileriz.” (Muslim, Hac, 425; Ebû DÂvûd, CihÂd, 72)

İNSANLIĞIN İKİNCİ ATASI – İnsanlığın İkinci Babası

Âlimlere gore tûfÂn, umûmîdir. Yeryuzunun her tarafını su kaplamıştır. NişÃ‚ncızÂde Muhyiddîn Mehmed, Mir’Ât-ı KÂinÂt adlı kitabında şoyle der:

“Gemi oturunca, seksen kişi «Medînetu’s-SemÂnîn» şehrini kurdular. Bu şehre «Sûk-i SemÂnîn» de denmektedir.”

İnsanlığın ikinci defa coğalması, işte bu seksen kişiden olmuştur. Nûh -aleyhisselÂm-’ın buyuk oğlu SÂm, zekî, akıllı ve sÂlih bir zÂt idi. Babasından sonra o vekîl oldu. Hazret-i Nûh’un hayır duÂlarına mazhar oldu. SÂlih insanlar da ekseriyetle O’nun neslinden gelmiştir. Araplar ve Farslar onun sulÂlesinden coğalmıştır.

Diğer oğlu HÂm’dan Hind, Habeş ve Afrikalılar; YÂfes’ten Rus, Slav ve Turk soylarının coğaldığı tahmin edilmektedir. Asyalılar ve -Bering Boğazı’ndan gectiği tahmin edilen- Amerikalılar’ın yerlileri (Kızılderililer) de ondan coğal*mıştır.

Fakat zaman gecince, dînî hakîkatler yine unutuldu. İnsanlar, yıldızlara, Guneş’e ve heykellere tapar oldular.

Mufessir Fahreddîn er-RÂzî’nin beyÂnına gore, Kur’Ân-ı Kerîm’de Nûh -aleyhisselÂm-’ın, kavminin icinde 950 sene cileli ve muzdarip bir hÂlde bulunduğunun bildirilme*si, RasûlullÂh’ı tesellî icindi. Nûh -aleyhisselÂm-, binbir cile ve ıztırÂba uzun muddet katlanıp sab*retmesiyle ummete mukemmel bir ornek olmuştur.

AŞURE GUNU

Gemi, Âşûra gunu olarak bilinen Muharrem ayının 10. gununde selÂmetle Cûdî Dağı’na indikten sonra Hazret-i Nûh ve mu’minler, şukrÂne olarak oruc tuttular. Kalan erzaktan Âşûra pişirdiler. Bu sebeple o gun (Muharrem’in 10’unda) sadaka vermek, tatlı dağıtmak ve oruc tutmak sunnettir.

Ebû Hureyre -radıyallÂhu anh- RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’den şoyle rivÂyet eder:

“Ramazandan sonra en sevaplı oruc, AllÂh’ın ayı olan Muharrem’de tutulandır.” (Muslim, SıyÂm, 202)

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- da, Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’den şoyle rivÂyet etmiştir:

“Bir adam gelip RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’ne sordu:

«–YÂ RasûlallÂh! Ramazan’dan sonra hangi ayda oruc tutmamı emir buyurur*sunuz?»

Efendimiz Hazretleri cevÂblarında:

«–Eğer Ramazan’dan sonra oruc tutacaksan, Muharrem’de tut! Zîr o, AllÂh’a Âit bir aydır; onda bir gun vardır ki, AllÂh, bir kavmin tevbesini o gunde kabûl bu*yurdu; başka kavimlerin de tevbe ve niyÂzlarını o gunde kabûl eder.» buyur*dular.” (Tirmizî, Savm, 40/741)

O gun, Âşûra gunu; o kavim de, Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-’ın kavmi Benî İsrÂîl idi.

Yahûdîler bu bakımdan Âşûra gununu bayram olarak secmişler, o gunde ka*dın-erkek hep birlikte suslenmeyi Âdet edinmişlerdi.

Maamafih, o gunde, Hazret-i Mûs -aleyhisselÂm-’ın AllÂh’a şukur niyetiyle oruc tut*masına binÂen birtakım yahûdîler, peygamberlerine uyarak, Âşûra gununu oruclu gecirirlerdi.

AŞURE GUNUN FAZİLETLERİ – Aşure Gununun Onemi

Bu gunun fazîletleri cumlesinden olarak CenÂb-ı Hakk’ın;

Âdem -aleyhisselÂm-’ın tevbesini bu gunde kabûl ettiği ve O’nu bu gunde “SafiyyullÂh” kıldığı,
İdrîs -aleyhisselÂm-’ı yuce bir mekÂna bu gunde ref ettiği,
Hazret-i Nûh’u gemiden bu gunde cıkardığı,
Hazret-i İbrÂhîm’i ateşten bu gunde kurtardığı,
TevrÂt’ı Mûs -aleyhisselÂm-’a bu gunde indirdiği,
Hazret-i Yûsuf’u zindandan bu gunde kurtardığı,
Hazret-i YÂkûb’a gozlerini bu gunde iÂde buyurduğu,
Hazret-i Eyyûb’u bu gunde şifÂya kavuşturduğu,
Hazret-i Yûnus’u ba*lığın karnından bu gunde kurtardığı,
Benî İsrÂîl icin Kızıldeniz’i yararak onları bu gunde selÂmete ulaştırdığı,
DÂvûd -aleyhisselÂm-’ı bu gunde mağfiret ettiği,
Hazret-i SuleymÂn’a bu gunde mulk ve saltanat verdiği,
Ve Hazret-i Muhammed Mustaf -aleyhissalÂtu vesselÂm-’ı gecmiş ve gelecek gunahlarından bu gunde mağfiret buyurduğu rivÂyet olunur.
İLK AŞURE ORUCU

İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anhumÂ- Hazretleri’nden mervîdir:

“RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Mekke’den Medîne’ye hic*retlerinde yahûdîlerin oruc tuttuklarını gormuşlerdi. Sebebini sorduklarında yahûdîler:

«–Bugun hayırlı, faydalı ve buyuk bir gundur. AllÂh, bu gunde Mûs ve kavmi Benî İsrÂîl’i duşmanlarından kurtarıp Firavun ve avanesini denizde boğdu. MûsÂ, AllÂh’a şukrÂn olarak bu gun oruc tuttu; biz de tutuyoruz.» dediler.

Bunun uzerine Efendimiz Hazretleri:

«–Biz MûsÂ’ya ittib husûsunda sizden daha yakın ve lÂyıkız. ZîrÂ, hak dînin esaslarında ayrılığımız yoktur ve O’na da, getirdiklerine de inanıyoruz.» buyurdu*lar. Sonra da, başta kendileri olmak uzere mu’minlerle beraber Âşûra gununu oruclu gecirdiler.” (Buharî, Savm, 69, EnbiyÂ, 22; Muslim, SıyÂm, 127/1130)

Bir başka hadîs-i şerîfte de, yahûdîlere benzememek icin bu orucun, Muharrem’in ya dokuz ve onuncu gunu, ya da on ve onbirinci gunu olmak uzere en az iki gun olarak tutulması emredilmiştir. Bu hadîs-i şerîf muktezÂsınca, ibÂdette dahî gayr-i muslimlere muhÂlefet etmek gerekmektedir.

Hazret-i Âişe -radıyallÂhu anhÂ- vÂlidemiz rivÂyet ederler ki:

“Kureyş, cÂhiliye devrinde Âşûra gunu oruc tutuyorlardı. RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- de peygamber olmadan once bu orucu tutarlardı.” (Buharî, Savm, 69, MenÂkıbu’l-EnsÂr, 26, Tefsîr, 2/24)

Bir muddet Medîne’de de bu Âşûra orucuna devÂm edildi. Ramazan orucu farz olunca Âşûra orucu, insanların tercihine bırakılarak nÂfile bir ibÂdet hÂline geldi. Ramazan’dan once Âşûra orucuna vucûben devÂm edildiği BuhÂrî ve Muslim’in rivÂyetlerinden anlaşılmaktır.

Hazret-i Âişe -radıyallÂhu anhÂ- anlatıyor:

“Ramazan orucu (farz olmazdan) once Âşûra orucu tutuluyordu. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra onu dileyen tuttu, dileyen de tutmadı.” (BuhÂrî, Savm, 69; Muslim, SıyÂm, 115)

Hadîs-i şerîfte o gunu oruclu gecirmek hakkında:

“Her kim sabahleyin iftÂr ettiyse, gunun geri kalanını imsÂk etsin; yÂni birşey yemesin! Her kim oruca niyet etti ise, orucunu tamamlasın!” (BuhÂrî, Savm, 69) buyrulmak sûretiyle sunnet olan bu orucun ne kadar fazîletli olduğu gosteril*mektedir.

NUH KAVMİ NEDEN HELAK OLDU?

Nûh Kavminin HelÂk Sebeplerinden Başlıcaları

Kufur icindeydiler. Peygamberlerini, haşri ve neşri inkÂr ediyorlardı.
Putlara tapıyor ve şirki teşvîk ediyorlardı.
Nûh -aleyhisselÂm-’ı kucumsuyor, Âsî olup O’na eziyet ediyorlardı.
Kibirliydiler; fakîrlere “reziller” diye hitÂb ediyorlardı. Hikmet sÂhiplerini de kucuk goruyorlardı. Hakîkaten, kibirleri yuzunden fakîrlerle oturmayı isteme*mek de, helÂk olan kavimlerin kotu hasletlerinin başlıcalarındandır.
Kadınlarında edeb, iffet ve hay yoktu.
Duny lezzetlerine cok duşkunduler.
Şukretmiyorlardı. HÂlbuki CenÂb-ı Hak, verdiği nîmetlere şukredilmesini ve nankorluk edilmemesini emretmektedir. Bir hadîs-i şerîfte şukur ve sabır ehli şoyle tavsîf edilmiştir:
“İki haslet vardır ki, bunlar her kimde bulunursa AllÂh onu şukredici ve sabredici olarak yazar. Bu iki haslet kendisinde bulunmayan kimseyi ise şukredici ve sabredici olarak yazmaz:

Her kim dînî hususlarda kendinden ustun olana bakıp ona uyar ve dunyevî konularda ise kendinden aşağı olana bakıp, AllÂh’ın verdiği nîmetlere hamdederse, işte boyle olan kimseyi AllÂh, şukredici ve sabredici olarak yazar. Dînî hususlarda kendinden aşağıda olana bakan, dunyevî konularda ise kendinden ustun olana bakıp elde edemediklerine uzulen kimseyi de AllÂh şukredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, KıyÂmet, 58)

Nûh -aleyhisselÂm- cok şukredici bir kuldu. AllÂh TeÂl onun bu husûsiyetini, butun in*sanlığı ilÂhî nîmetler karşısında şukredici olmaya teşvîk icin şoyle hatırlatır:

“Şunu bilin ki Nûh cok şukreden bir kul idi.” (el-İsrÂ, 3)

Nitekim Nûh -aleyhisselÂm- bir şey yiyip icmesinden elbise giymesine kadar, her hareketinde dÂim CenÂb-ı Hakk’a hamd hÂlindeydi. Giyinirken, yerken “besmele” ceker; yediğini bitirince veya giydiğini cıkarınca da “elhamdulillÂh” derdi. Bunun icin CenÂb-ı Hak ona “Abden şekûrÂ: şukredici bir kul” ismini vermiştir. (İbn-i Hanbel, ez-Zuhd, s. 50)

Şukur; kulun, ihsÂn edilen nîmetlere ve iyiliklere karşı sevinerek onları ihsÂn eden Rabbine ceşitli soz ve davranışlarla hÂlisÂne bir kullukta bulunmasıdır. Bu da gosteriyor ki şukur, nîmetin hakîkî sÂhibini bilmenin ismidir.

Seriyyu’s-Sakatî -kuddise sirruh- buyurur:

“Bir kimse bir nîmete kavuşur, fakat şukrunu îf etmez ise, o nîmet elinden alınır!”

Nitekim CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede buyurur:

“…Eğer şukrederseniz, elbette size (nîmetimi) artırırım. Ve eğer nankorluk eder*seniz, hic şuphesiz azÂbım cok şiddetlidir!” (İbrÂhîm, 7)

HZ. NUH’UN (A.S.) OZELLİKLERİ

Nûh -aleyhisselÂm’-ın BÂzı Vasıfları

Hizmet ehli olması,
Denize acılması ve denizden istifÂde etmesi,
Cok şukreden ve sabreden bir kul olması,
İstiğfÂrının bol olması.
Nûh -aleyhisselÂm-’ın peygamberliği 950 sene surmuş ve AllÂh’ın bu yuce peygamberi, uzun bir omurden sonra her fÂnî gibi rûhunu Rabbine teslîm etmiştir. VefÂtı esnÂsında yanında bulunan evlÂdlarına Yuce AllÂh’a ibÂdete devam etmelerini emretti. Sonra oğlu SÂm’a:

“Yavrum, kalbinde zerre miktarı bile olsa şirk varken kabre girme! Cunku AllÂh TeÂlÂ’nın huzûruna muşrik olarak gelen kimse icin hicbir mÂzeret yoktur.

Yavrum, kalbinde zerre miktarı kibir olduğu hÂlde kabre girme! Cunku Kibriy Yuce AllÂh’ın ridÂsıdır. RidÂsı hakkında munÂzaa eden yÂni CenÂb-ı Hakk’a mahsus bir sıfatı kendisine lÂyık goren kimseye AllÂh TeÂl gazap eder.

Yavrum, kalbinde zerre miktarı yeis (rahmetten umit kesme) bulunduğu hÂlde kabre girme! Cunku dalÂlete duşmuş olan kimselerden başkası AllÂh’ın rahmetinden umit kesmez.

Yavrum, sana «لا اله الا الله» kelime-i tevhîdini emrediyorum. Cunku yedi kat goklerle yedi kat yer, terÂzinin bir kefesine, kelime-i tevhîd diğer kefesine konsa, bu ondan daha ağır gelir.” (İbn-i Hanbel, Musned, II, 170; ez-Zuhd, s. 51; Heysemî, IV, 219)

RivÂyete gore vefÂtı yaklaştığı sırada Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm-’a:

“–Ey Ebu’l-Beşer, ey uzun omurlu Peygamber! DunyÂyı nasıl buldun? diye soruldu.

Nûh -aleyhisselÂm-:

“–Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından cıktım.” cevÂbını verdi. (İbn-i Esîr, el-KÂmil, I, 73)

Hazret-i Nûh -aleyhisselÂm- kendisine kamıştan bir kulube yapmıştı. O’na:

“–Keşke kendine bundan daha sağlam bir ev yapsaydın.” denilince:

“–Olecek bir kimse icin bu bile cok!” demiştir. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 145)

Şirkin, kufrun ve zulmun muhtelif eziyetleri altında 950 seneye yakın bir sure halkına gostermiş olduğu tahammulle, kendisinden sonraki peygamberler ve ummetlerine ornek gosterilerek, ilÂhî iltifÂta mazhar olan Nûh -aleyhisselÂm-’dan bizlere kalan en guzel mîras “sabır”dır.

Dipnot:

[1] Ulu’l-azm peygamberler: En yuksek derecedeki peygamberler olup bunlar: Hazret-i Muhammed -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, İbrÂhîm, MûsÂ, ÎsÂ, Âdem ve Nûh -aleyhimusselÂm-’dır.

Kaynak: Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
__________________