İhlasın kelime manası; arıtma, saflaştırma, ayırma, katışığını giderme manasına gelmektedir.

İhlas; ferdin, ibadet ve taatinde Cenab-ı Hakk'ı emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanmasıdır. Abd ve Mabud munasebetlerinde sır tutucu olması, tabiri diğerle, vazife ve sorumluluklarını O emrettiği icin yerine getirmesi, yerine getirirken de Onun hoşnutluğunu hedeflemesi ve Onun uhrevi tevecuhlerine yonelmesinden ibarettir. Ki, saflardan saf sadıkların en onemli vasıflarından biri sayılır.

İhlas bir kalb amelidir ve Allah da kalbi temayullerine gore insana değer verir. Evet:

"O, sizin suret, şekil ve dış gorunuşlerinize değil, kalblerinize va kalbi temayullernize bakar." (Muslim, Birr, 33)

İhlas, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları cok eden, sığ şeyleri derinleştiren ve sınırlı ibadet ve taati sınırsızlaştıran oyle sihirli bir kredidir ki, insan, onunla dunya ve ukba pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde alemin surum surum olduğu yerlerde hep elden ele dolaşır. İhlasın bu sırlı gucunden dolayıdır ki, Allah Rasulu (asm),

"Dini hayatında ihlaslı ol, az amel yeter." (Munavi, Feyzul Kadir, I, 216)

"Her zaman amellerinizde ihlası gozetin, zira Allah, sadece amelin halis olanını kabul eder." (Munavi, Feyzul Kadir, I, 217)

diyerek, amellerin ihlas yorungeli olmasına tenbihte bulunur. İhlas, kul ile Mabud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah, sevdiklerinin kalbine koymuştur.

İnsanın ihlası gercek manasıyla yaşayabilmesi icin, oncelikle ihlasın neden bu kadar onemli olduğunu kavraması ve bu iman seviyesine ulaşabilmeyi icten arzu etmesi gerekmektedir. Cunku ihlasın onemini kavramamış olan insanlar guc ve kudreti dunyevi değerlerde arayabilmekte, toplum icinde yer edinebilmek icin bunların peşinde koşabilmektedirler. Şan, şohret, zenginlik, guzellik, akademik kariyer ya da itibar sahibi olmak, bu duşunceye kapılan insanların ardı sıra suruklendikleri ozelliklerdir. Oysa bunların hicbiri insana ne dunya hayatında ne de ahirette gercek anlamda kalıcı bir guc ya da itibar kazandıramaz.

Bediuzzaman Said Nursi de,

"Butun kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Kuvvet haktadır ve ihlastadır.” (bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a)

sozleriyle, muminin hem dunya hayatında hem de ahiret hayatında guc ve kuvveti ancak ihlasla kazanabileceğini hatırlatmaktadır.

İhlası kazanmak ve onu korumak icin yapılması gerekenlerden bazıları:

1. Allah korkusu, insanın ihlasını artırmasını sağlayan en onemli yoldur. Allah'ın buyukluğunu, O'ndan başka bir kuvvet olmadığını, kainatı yoktan yaratan, tum canlıları gozeten ve rahmet edenin sadece Allah olduğunu kavrayan insan derin bir sevgiyle Allah'a bağlanır. Dunyada ve ahirette gercek dostunun yalnızca Allah olduğunu, dolayısıyla rızası aranacak olanın da ancak O olduğunu anlar. Bu guclu sevginin yanı sıra Allah'tan şiddetle korkar. Allah,

"... Allah'tan korkup-sakının ve gercekten bilin ki, siz O'na dondurulup-toplanacaksınız." (Bakara, 2/203)

ayetiyle insanlara kendisinden korkup sakınmalarını bildirmiştir.

Sakınma, kişinin Allah'ın haram kıldığı ve razı olmayacağı tavırlarda bulunmaktan şiddetle kacınmasıyla ve O'nun emirlerini yerine getirmekte hicbir gevşekliğe kapılmamasıyla ortaya cıkar. Allah'tan korkup sakınan ihlaslı bir insan, hangi tavrından Allah'ın razı olmayacağını bilir ve hemen bunu duzeltmek icin harekete gecer. Orneğin nefsinde mala karşı bir duşkunluğu varsa bunu fark eder. Boyle bir durumda sırf mala olan duşkunluğunden kurtulmak icin, butun imkanlarını Allah yolunda hayırlı işlerde kullanılması icin seferber eder.

2. İman eden bir insanın yukumluluklerinden biri de,

"Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet gunu yer, butunuyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gokler de sağ eliyle durulup-bukulmuştur. O, şirk koştuklarından munezzeh ve Yucedir." (Zumer, 39/67)

ayetiyle hatırlatılan gerceğin şuurunda olarak 'Allah'ı gereği gibi takdir edebilen bir iman seviyesine gelebilmek'tir. Allah'ı takdir edebilmek, O'nu tum isimleriyle tanıyıp, O'nun bu isimlerinin tecellilerini hayatın her anında gorup kavrayabilmekle mumkun olur. Cunku insan ancak Allah'ın buyukluğunu kavrayabildiği takdirde O'ndan korkup sakınabilir ve ancak bu şekilde samimi bir imana ulaşabilir.

Allah'ı gereği gibi takdir edebilen her insan Allah'tan başka hicbir guc olamayacağını bilir ve O'ndan başka hic kimseden korkmaz. Allah dilemedikce hicbir şeyin olamayacağını bilir ki, bu da onun surekli olarak halis niyetle, katıksızca, sadece Allah'a yonelerek ibadet yapabilmesini sağlar. Bir iyilik yapacaksa bunu insanların tepkisini almaktan korktuğu icin değil, eğer yapmazsa Allah'ın emrine uymamış olacağı icin yapar. Aynı şekilde yaptığı bir işten ya da bir tavrından vazgececeği zaman da bunu yine insanların gazabına uğrayacağını duşunduğu icin değil, Allah'ın rahmetini kazanabilmek ve O'nun azabından sakınabilmek icin yapar.

3. Karşılaştığı her olayda olabilecek en ihlaslı tavrı gostermek isteyen bir insanın her işinde "Allah'ın rızasının en coğu"nu kazanma arayışı icinde olması gerekir. Allah'ın bu emri

"… Artık hayırlarda yarışınız. Tumunuzun donuşu Allah'adır..." (Maide, 5/48)

ayetinde gecen "hayırlarda yarışınız" sozleriyle insanlara hatırlatılmıştır.

Bir başka ayette ise şu şekilde buyurulmuştur:

"Sonra Kitabı kullarımızdan sectiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır one gecer. İşte bu, buyuk fazlın kendisidir." (Fatır, 35/32)

Ayette de bildirildiği gibi, Allah'a iman ettikleri halde 'orta bir yol tutan' insanlar da vardır, 'hayırlarda yarışıp one gecenler' de. İhlas sahibi bir Musluman hayırlarda yarışmaktadır. Hayatının her anında Allah'ın razı olacağı tavırları gostermek icin ciddi bir caba sarf etmekte, elindeki tum imkanları kullanarak salih kullardan olmaya calışmaktadır.

4. İhlası kazanmak isteyen bir insan, şu gerceğin kesin olarak bilincine varmalıdır; insan dunya hayatında yaptıklarının karşılığını ancak ve ancak Allah'tan beklemelidir. Kişinin yaptığı işi Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti dışında herhangi bir karşılık umarak yapması ihlası kırıp, kişiyi samimiyetsizliğe surukler. Cunku Allah'ın vereceğinin dışında, insanlardan maddi ve manevi menfaatler besleyerek yapılan bir iyilik insana kazanctan ziyade kayıp getirir. İnsan bu duşunceyle yıllarca Allah yolunda hizmet etse bile, bu yaptıklarını sadece Allah'ı razı etmek icin yapmadığı surece, gercek anlamda ihlası kazanmamış demektir. Ancak niyetine Allah'ın rızası dışında bir şey katmadan yaptığı ibadetler kişiye buyuk bir ecir ve sevap kazandırabilir.

Allah şu ayetle salih amelin 'buyuk bir ecirle' karşılık bulacağını bildirmiştir:

"Şuphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mu'minlere, onlar icin gercekten buyuk bir ecir olduğunu mujde verir." (İsra, 17/9)

Bediuzzaman Hazretleri de, ihlasın, insanın sadece Allah'ın kendisine verdikleriyle sevinip bunlara kanaat gostermesiyle elde edilebileceğine dikkat cekmiştir:

"… Sahabelerin Kur'an'da ovguye mazhar olan 'comertlik' kendisi muhtac olduğu halde başkasına nimet vermek hasletini kendine rehber etmek! Yani, hediye ve sadakanın kabulunde başkasını kendine tercih etmek ve dine hizmetin karşılığında gelen maddi cıkarları istemeden ve kalben talep etmeden, sırf Allah'ın ihsanı bilerek, insanlardan minnet almayarak ve dine hizmetin karşılığında da almamaktır..."

"Bu dunya hizmet yurdudur, ucret almak yeri değildir. Salih amellerin ucretleri, meyveleri, nurları berzahta, Âhirettedir. O bÂki meyveleri bu dunyaya cekmek ve bu dunyada onları istemek, Âhireti dunyaya tÂbi' etmek demektir. O salih amelin ihlası kırılır, nuru gider. Evet o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik icin verildiğini duşunup şukreder." (bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a)

5. Doğrudan doğruya yalnız Allah’ın rızasını esas almak yapmak gerektir. Tum insanlar bir kişiye karşı cephe alsa, hicbiri ondan razı olmasa, Allah razı olduktan sonra hicbir onemi yoktur. Cunku tum bu insanların kalbi zaten Allah'ın kontrolundedir; Allah dilerse onların hepsini razı eder.

Bunun yanında gosterdiği bir tavırdan dolayı eğer Allah bu kişiden razı olmayacaksa, tum dunya ondan razı olsa, ona minnet duysa bunun hicbir onemi olmaz. İnanan bir kimse, bunun Allah katında hicbir kıymeti olmadığını ve Allah razı olmadığı surece insanların razı olmuş olmasının ahiretten yana kendisine bir şey kazandırmayacağını bilir. Rızasını kazanacağı guruh sayıca kalabalık, mal ya da makamca guclu bir kitleden oluşuyor olabilir. Ancak bunların her biri de Allah'ın izni ile hayat bulmuş ve bir gun toprağın altında curuyup tum guc ve kudretlerini kaybedecek olan aciz varlıklardır. Bu nedenle ahirette ne kalabalığın, ne sağladıkları desteğin, ne de dile getirilen takdirlerin hicbir faydası olmayacaktır. Baki olan ve rızası kazanılmaya asıl layık olan sadece Allah'tır. İnsana daimi bir ihlas anlayışını kazandıracak olan da işte bu gerceği kavrayarak, 'insanların rızasından sıyrılıp, sadece Allah'ın rızasını kazanmaya yonelmek'tir.

6. Vicdan, Allah'ın insana doğru yolu gostermekle gorevlendirdiği bir guctur. Yaşamının son anına kadar, nefsinin kotuluklerine, şeytanın kışkırtmalarına ve Kur'an dışı her turlu tavra karşı insanı uyarıp korkutur. Ona Allah'ın razı olacağı tavrı, Kur'an'a uygun olan davranışları ilham eder. Karşılaştığı her olayda vicdanının sesine kayıtsız şartsız uyan bir insan, ihlası da kazanmış olur. Cunku ihlas da zaten insanın vicdanını en son noktasına kadar kullanabilmesidir. Nefsiyle catışsa ya da zorlukla karşılaşsa da, vicdanlı davranmaktan taviz vermemesidir.

İşte bu nedenle ihlası kazanmak isteyen bir kimse, oncelikle vicdanını gereği gibi kullanıp kullanmadığını gozden gecirmelidir. Eğer zaman zaman vicdanını durdurabiliyor, ondan gelen sese kulak vermiyor ve bile bile nefsinden yana tavır koyabiliyorsa bu durumda vicdanını Kur'an'a uygun şekilde kullanmıyor demektir. Daha da onemlisi,

"Artık insan, kendi kendinin şahididir. İsterse ozurlerini sayıp doksun." (Kıyamet, 75/14-15)

ayetleriyle de bildirildiği gibi, her insan kendisine fısıldanan sesin vicdan olduğunu ve bu sesi hangi mazeretleri one surerek bastırdığını bilir.

7. Olumu duşunmek, ihlası kazanmanın en onemli vesilelerinden biridir. Dunyanın dort bir yanında belki de istisnasız tum insanların dilinde ya da en azından zihninde olan bir konu vardır; uzun yaşayabilmek, hatta mumkunse hic olmemek… Bilim adamları yuzyıllardır bu konuda ciddi araştırmalar yapmakta ve insanları daha uzun yaşatabilmenin bir formulunu bulmaya calışmaktadırlar. Ancak ne var ki bugune kadar bu calışmalarda hicbir gelişme kaydedilememiştir.

Pek cok insan olumu yanlış bir bakış acısıyla değerlendirir ve dunya hayatındaki her turlu guzelliğin son bulduğu, insanın bir daha hayat bulmamak uzere yaşama veda ettiği ve toprağa karışarak curuyup yok olduğu bir son olarak gorur. Ancak bu inancları Allah'ın varlığını, dunya hayatının ve kendilerinin yaratılış amacını gereği gibi kavrayamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu kişiler dunya hayatlarının, olumden sonraki asıl yaşamlarını belirleyen bir imtihandan ibaret olduğunun şuurunda değildirler. Yaşamakta oldukları bu dunyayı gercek, ahireti ise bir aldanış olarak değerlendirler. Dunya hayatına son verip ahiret hayatını başlatan olumu de bu nedenle bir son olarak nitelendirirler.

İşte bu duşunceleri nedeniyle onlar icin 'olum' ne kadar urkutucu ise, 'olumu duşunmek' de en az o kadar rahatsız edicidir. Olumu akıllarına getirdikleri takdirde dunya hayatından gereği gibi zevk alamayacaklarına, bu duşuncenin tum lezzetleri tatsızlaştırıp anlamsızlaştıracağına inanırlar. Olumu duşunmemeye ve unutmaya calıştıkları takdirde de dunya hayatına daha cok bağlanıp, nimetlerden daha cok zevk alabileceklerini sanırlar.

Oysaki insan olumu duşunse de duşunmese de, unutsa da hatırlasa da sonuc hicbir zaman icin değişmeyecektir;

"De ki: "Elbette sizin kendisinden kactığınız olum, şuphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, muşahede edilebileni de bilen (Allah)a donduruleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma, 62/8)

ayetiyle hatırlatıldığı gibi, insan olum ile mutlaka karşılaşacaktır. O halde akılcı olan, duşunmeyerek ve unutmaya calışarak kesin olarak gercekleşecek bir olaydan kacmak değil, bu gercekle karşılaşabilecek şekilde hazırlık yapmaktır.

Eğer insan Allah'ın razı olacağı şekilde bir hayat surdurur ise, olum bu kişiye bir kayıp ya da zarar getirmeyecektir. Aksine sonsuz ve kusursuz yaşamına başlamasına vesile olacaktır. Eğer bu insan Allah'a samimi bir kalple yonelmiş ise olum dışarıdan bakıldığında hangi şartlar altında gercekleşirse gercekleşsin kişiye acı da vermeyecektir. Allah Kur'an'da olum meleklerinin iman edenlerin canlarını acı vermeden yumuşakca cekip alacaklarını bildirmiştir. Olumun ancak inkar edenler icin acı veren bir olay olduğu da yine Kur'an ayetleriyle haber verilmiştir. (Naziat, 79/1-2) Dolayısıyla da eğer kişi iman ve ihlas sahibi ise olum onun icin acı cekeceği bir son olmayacaktır.

Bunun yanında olumu duşunmek, bu kimselerin duşunduğu gibi kişiyi dunyadan koparan değil, tam tersine dunya nimetlerinden de olabilecek en fazla lezzeti alabilmeyi sağlayan onemli bir vesiledir. Cunku insan nimetlere bağlanıp, onları şehvet haline getirdiği zaman değil, tam tersine tum bunların fani ve gecici olduğunu kavradığı takdirde onlardan cok daha fazla haz duyabilir. Peygamberimiz (asm) de bir sozunde olumu duşunmenin onemini şu şekilde belirtmiştir:

"Olumu cok zikredin. Zira bu, insanı dunyadan ceker. Ve gunahlardan sıyırır." (Tirmizî, Zuhd 4, KıyÂmet 26; NesÂî, CenÂiz 3)

Ayrıca olum bu kimselerin algıladıkları gibi ne hayatın, ne nimetlerin, ne de guzelliklerin sonu değildir. Aksine olum gercek hayatın başlangıcıdır; insanın dunya hayatında yaptığı secim doğrultusunda sonsuza dek yaşamını surdureceği gercek dunyasına gecişidir. Eğer Allah'ın buyukluğunu takdir edebilmiş ve hayatını bu uğurda yaşamışsa sonsuz hayatını birbirinden guzel cennetlerde gecirecektir. Ama eğer dunya hayatına aldanmış, olumu, Allah'ın huzuruna varıp hesap vereceği gunu ve ahireti unutmuş ise, bu durumda da ebedi mekanı cehennem olacaktır. Dunya hayatında olumu duşunmemeye calışması kişiyi bu gerceklerle karşılaşmaktan kurtarmaz.

İşte tum bu yonleriyle olumu duşunebilen bir insan, her an her yerde olumle karşılaşabileceğini, yaşamının her an son bulma ihtimali olduğunu bilir. Bu da onu hayatının her anında ihlaslı davranmaya, aklını, vicdanını ve imkanlarını son noktasına kadar kullanmaya yoneltir. Bir an sonra kendisini Rabbimizin huzuruna varmış, hesap verirken bulabileceğini, her an cennet ya da ceheneme sevk edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalabileceğini bilmenin verdiği acık şuur ile hareket eder. Dunya hayatını, ahirete gidip cenneti ve cehennemi gorup geri donmuşcesine, tum bunların gercekliğinden ve yakınlığından kesin olarak emin olmuş bir iman ve ihlasla gecirir. Her anını, canını almaya gelen olum melekleriyle karşılaştığı, amel defterinin ortaya konduğu, cennete mi yoksa ceheneme mi sevk edileceğinin kararını beklediği anı yaşıyormuş gibi derin bir Allah korkusu ile gecirir. Cehennem azabının yakınlığını ve dehşetini her an aklında tutarak, sonsuza kadar bu azabı tatmanın korkusunu her an hissederek hareket eder. Aynı şekilde cehennemden kurtulmuş olup, sonsuza kadar Allah'ın dost edindiği bir kul olarak cennette yaşayacak olmanın şevkiyle dolu olur. Hesap gununde Allah'ın huzuruna cıkarıldığı vakit, "Bilmiyordum, anlamamıştım, fark etmemiştim, unutmuştum, gaflete dalanlarla birlikte ben de dalmıştım, gevşeklik gostermiştim, şeytana uymuştum ya da Allah nasıl olsa affeder diye duşunmuştum, ibadetleri yerine getiriyordum bunlar yeterli olur zannetmiştim,.." gibi mazeretler one surmesinin hicbir fayda sağlamayacağının bilincinde hareket eder.

Bu bilinc guclu bir vicdan, keskin bir kavrayış gucu, ustun bir akıl ve kesintisiz bir ihlas anlayışıyla kendini gosterir. Bu şuurdaki bir insan olumun an meselesi olduğunu bildiği icin, hayırdan yana hicbir işi ertelemez, hicbir konuda uşengeclik ya da tembellik yapmaz, şevksiz davranmaz. "Birazdan, bir saat sonra ya da yarın yaparım" dediği bir işi gercekleştirmeye omrunun yetmeyebileceğini duşunur. Ahirette de ertelediği ve eksik tuttuğu bu gibi işler nedeniyle cok buyuk bir pişmanlığa kapılabileceğini bilir.

Kaynak
__________________