Namuslu kasaba eşrafı ?duşmuş bir kadın? ve şarhoş bir adam | Hanende Melek ? Sabahattin Ali
Kahve ocağına giden kapının yanında, ust kısmı kucuk bir halı ve etekleri eski bir kilimle ortulu, kursu kılıklı bir kerevet vardı. Uc kişiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin uzerine, goze batan bir ciddilikle oturmuşlardı. İclerinden biri inmek isteyince, bir metreye yakın bir yerden atlamaya mecburdu. Hanende Melek boyle zamanlarda kucuk garson Hamdi?yi cağırarak yardımını ister, bir eliyle onun omuzuna dayanıp otekiyle eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı uzatırdı. Bu anlar o civarda oturmuş hovarda muşteriler icin muhim fırsatlardı. Baygın, fakat istek dolu gozler derhal o tarafa cevrilir, tatlı bir şey yenmiş gibi posbıyıklar alt dudakla yalanırdı.
Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri o kadar sislenmişti ki, dışarda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi işitiliyor, camlardan suzulen damlalar icerden gorunmuyordu.
Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendilerine guclukle yol acabiliyorlardı. Camurlu ayakkabıların tebahhurundan (buharlaşmasından) hasıl olan ağır bir koku, yarısından coğu sarhoş olan muşterileri busbutun sersemletiyor, zaman zaman sazı bastıracak kadar yukselen bir gurultu, sık sık acılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.
Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları duşurerek ve her gectikleri yerde bir kaynaşma doğurarak uzun muddet dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini cıkarıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.
Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini yukseltiyorlardı. Bu sırada gurultu ile saz arasında birkac dakika devam eden hakiki bir mucadele oluyor, bazan gurultu galip gelerek saz mahcup bir eda ile vızıltısına devam ediyor, bazan da, bir hayat kavgası kadar canla başla yaptığı mucadelenin sonunda kalabalığın biraz susar gibi olduğunu gorunce, sevincle sesini yukseltiyordu. Boyle dakikalarda Meleğin ince, biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur, kendisine cevrilen gozlerde biraz da alaka belirirdi.
?
Camlı kapı ağır ağır acılarak iceri davavekili Huseyin Avni girdi. Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını onune indirmişti. Hastalıklı gozlerini vapur dumanı bir gozluk orttuğu icin yuzunun ancak pek az bir kısmı, sakalları uzamış cenesi gorunuyordu. Ucundan yağmur suları suzulen harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak icin iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gozleriyle arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar oğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına cağırmaya mecbur olmamak icin başlarını onlerine eğmişler veya derin lakırdılarına dalmışlardı.
Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuclarının icinde saklayan uc kasap Huseyin Avni?yi masalarına davet ettiler. Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına efendi adam oturduğunu hanendeye gostererek itibar kazanmak istiyorlardı.
Huseyin Avni, siyah gozluklerinin buğusunu ceketinin kolu ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını cıkardı. Adamakıllı seyrekleşmiş olan beyaz sacları kafasının catlak ve lekeli derisine yapışmıştı. Oturduğu alcak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan sonra başını saza cevirerek gulumsedi. Bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tukurukler sızıyordu.
Keman calan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı; kucağındaki udun uzerine abanarak avaz avaz bağıran ihtiyar sanatkar ise, dunyanın farkında olmadığı icin, şarkısına devam ediyordu.
?
Melek icinden: -Aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak mıyım?- dedi. Omrunde bu derece iğrendiği bir adama rast gelmemişti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkca vucudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de kalıyordu. Bu meslekte adam secmek pek adet değildi ama, bunun da bir haddi vardı. Zaten bu tiksinmesinde Huseyin Avni?nin suratının pek rolu yoktu. Meleğe asıl korkunc gelen onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gozluklerinin arkasında kirli bir pacavra gibi sallanan bakışlarıydı.
Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir cayı bile hakir gormeyen ve bu eli acık hovardayı bir gulumseme ile tediye eden genc kadın, Huseyin Avni?nin, evinden kim bilir ne sahnelerden sonra alıp kendisine hediye ettiği birkac altın bileziği bir turlu koluna takamıyordu.
Kahvecinin soylediğine gore bu adam evvelce Hukuk Mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yuzunden cıkarmışlar, cok az bir tekaut maaşı alıyor ve uc cocuğu ile karısını davavekilliği ederek gecindiriyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt katipliğinden yetiştiği ve işine gucune karşı hic alakası olmadığı icin yazıhanesine gunde birkac koyluden başka uğrayan olmazmış.
Kahveci:
-Metelik yoktur herifte, nesine yuz verirsiniz?- diyordu.
-Gunde iki koyluye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı Mahir?de rakıya yatırır, evde coluk cocuk ac beklesin. Yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan altmışlık koylu karılarına saldırır. Dayak yemediği gun yoktur. Şu kahvemize gelen efendilerin hicbirinin ona yuz verdiğini gordunuz mu? Camur gibi adamdır!-
Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Huseyin Avni bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşamuzeri, yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını icer, daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu tutardı. Bu genc, sıska ve esmer kadıncağızın biraz catlak fakat yanık sesi onu cıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla yapışması icin boyle bir sebebe de hacet yoktu. Butun kadınlardan, en guzelinden en cirkinine, en kucuğunden en yaşlısına kadar oyle bir hava intişar ediyordu (yayılıyordu) ki, ceşit ceşit olmasına rağmen muşterek bir hususiyeti haber veren bu kah latif, kah baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vucudunda ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan, hatta duşunmekten mahrum ediyorlardı.
Curuk dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir turlu dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık koşesinde, bir cıkın dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkac parca eşyayı aldığı gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkac şarkı isteyip caldırdıktan sonra, getirdiği şeyleri kucuk cırak Hamdi ile Meleğe yolluyordu.
Kemancıyı birkac kere yazıhanesine cağırıp kuru zeytin ile rakı ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur duyan genc cingenenin Melek uzerinde lehinde tesir yapacağını umid ediyordu.
Fakat artık sabrı tukenmişti: Yarım yamalak selamlardan ve pek kıstırdığı zamanlarda genc kadının ağzından dokulen -Nasılsınız efendim?- yollu bir hatır sormadan başka bir şey gorduğu yoktu. Halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamcılayan ihtiras nobetleri tahammul edilmez hale gelmişti. Oturduğu yerden Meleğe doğru bakarken, derhal fırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.
Birkac akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine davet ettiği halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş, kemancıdan cevap bekleyerek gecirdiği yirmi dort saat, kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş cıkartacak bir umit ve yeis silsilesi halinde gecmişti. İki gunden beri sabahtan akşama kadar iciyor ve binbir turlu planlar kuruyordu.
Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede icki yasak olduğu icin cay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları iciyorlar ve ona da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı Huseyin Avni?nin kırmızı kapaklı gozlerini ve kuru genzini yakıyordu.
Melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:
Gece kapladı her yeri,
Keder sardı dereleri,
Esmerim vay vay.
Duşman değil, sevda actı
Sinemdeki yareleri.
diye bağırdıkca Huseyin Avni one doğru eğiliyor, yere duşecek gibi oluyordu.
Bu şarkının bestesinde, sozlerinde ve Meleğin ağlar gibi bir ifade alan soyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. İhtiyar adam ağzının icinde bir şeyler mırıldanıyor, fakat ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir -Ah!- duyulabiliyordu.
Bir aralık ufak ve buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak kemancıya gonderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:
Bir dame duşurdu beni ki bahtı siyahım, Billahi bu sevdada benim yoktur gunahım!
Bunu, kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun diğer şarkılar takip etti.
?
Kahvenin kapısı aralanarak iceri sekiz on yaşlarında bir kız başı uzandı. Kıvırcık sacları ıslak bir posteki gibi ensesine yapışmıştı. Gozleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı suzdukten sonra oralarda dolaşan Hamdi?yi cağırdı, bir şeyler soyledi.
Hamdi, tek tuk evlerine yollanmaya başlayan muşterilerin arasından sıyrılarak Huseyin Avni?nin yanına geldi ve kara
gozluklerini duzeltmeye calışan ihtiyara:
-Beybaba! Senin kucuk kız gelmiş, evden istiyorlarmış!- dedi.
Sarhoşun yağlı yuzunun gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu goruldu. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
-Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!- diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.
Aralık kapı hemen kapandı, Huseyin Avni tekrar iskemlesine coktu.
Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi herhalde bitirmek isteyen birkac tiryaki oyuncudan ibaretti.
Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu. Udi, hic konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, onundeki cay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gundeliğini alıp gitti. Kemancı, Huseyin Avni?nin yanına gelerek:
-Nasılsın beybaba!- dedi, başıyla da: -Ne idelim, bir turlu olmuyor işte!- der gibi bir işaret yaptı.
Sarhoş ihtiyar:
-E? Bu ne kadar surecek ya? Bizde hal kaldı mı ya?- diye mırıldandı.
Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar goturecek garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi
eski bir mantonun icinde vucudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri camurlanmış ve silinmemişti.
Huseyin Avni yerinden fırladı. Genc kadına doğru yuruyerek onun koluna yapıştı:
-Ben gotureyim seni, ruhum!- dedi.
Melek vucudunun sıcak bir koşesine ıslak bir el dokunmuş gibi urperdi.
-Teşekkur ederim? Hacet yok!- diye mırıldandı.
-Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? İnsanda tahammul bırakmıyorsun vallahi!-
Bu sozlerle beraber kadının zayıf kolunu daha cok sıktı. Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin ustune duşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının ust tarafında kırmızı bir şiş gorunuyordu.
Bir eliyle gozluğunu duzelterek:
-Ne demek istiyorsun yani?- dedi, sesi hırıltı gibi cıkıyordu.
Başını kemancıya cevirerek:
-Ulan!- dedi, -Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kacıyor!-
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Huseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir adım attı. Genc kadın korkak gozlerle etrafına bakınıyordu.
Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına toplanıyordu.
Esrar ceken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar; susuyorlardı.
Tavandaki luks lambaları parlayıp sonerek omurlerinin azaldığını bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.
Huseyin Avni etrafının farkında değildi. Genc kadının tekrar eline gecirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak:
-Sen geliyor musun şimdi?- dedi.
Melek kısaca:
-Hayır!- diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.
Bu anda, birdenbire sol yanağı uzerinde sarhoşun terli elini hissetti. Birisi saclarını ceker gibi oldu ve muthiş bir acı duydu.
Başka birisi onu yakaladığı gibi birkac adım oteye goturdu, bir istemleye oturttu; bu, kendisini hana goturecek olan garsondu.
Kahveci ile iki cırağı birkac adım ilerde, yere eski bir cul gibi yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gozune yumruk vuruyorlardı. Biraz sonra cıraklar camurlara bulanan sarhoşu bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin onune, yağmurun altına bıraktılar.
Melek birkac dakika iskemlede ses cıkarmadan oturduktan sonra cırağa:
-Haydi gidelim!- dedi.
Dışarı cıktıkları zaman, kahvenin uc ayak taş merdiveninin dibinde Huseyin Avni?nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıslanan kucuk kızının onu kaldırmak icin şurasından burasından cekelediğini gordu. Onları birkac adım gectiler, kızcağız cıkanları fark etmemişti.
-Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!- diye ağlıyordu.
Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.
Melek yanındaki garsona:
-Şu adamı kaldırıversene!- dedi.
Beraber geri donduler. Kucuk kız hala babasının etrafında dolaşıyor, hıckırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine soylenir gibi, yalvarıyordu:
-Babacığım, hadi gidelim. Annem soz verdi, ictin diye kavga etmeyecek? Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek?
Hic kavga etmeyecek?- Bir muddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:
-Hadi kalksana, ne olursun!- diye tekrar ağlamaya başlıyordu.
Yanına gelenlerin yuzune baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:
-Kaldırıversenize, ne olur?- dedi. -İki gundur eve uğramıyor, hepimiz acız. O gelmeyince annem busbutun sinirlenip bizi dovuyor, gidin getirin diyor!-
Melek ve garson, Huseyin Avni?nin kollarına yapıştılar. Sarhoş sızmıştı. Yerinden guc oynuyordu. Islak paltosu sıska vucudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde suruyerek birkac adım goturduler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere cokuyordu. Hicbir şey soylemeden onu suruklemeye devam ettiler. Kucuk kız onlerine duşmuş, yol gosteriyordu.
Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar camura battığını hissetti. Her adımda bir cukur vardı. Epeyce uzun bir muddet yurudukten sonra alcak bir bahce duvarının onunde durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz sonra icerde bir kapı gıcırdadı, camurlu bahcede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı acıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vucudu gorundu.
Gozleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra busbutun manasız bir ifade ile genc kadını suzdu. Kucuk kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:
-Demek şimdiki de sensin ha?- dedi.
Melek hicbir şey soylemedi. İki kadın bir muddet bakıştılar.
Garson sarhoşu kapının ic tarafına, duvarın dibine bıraktı.
Kucuk kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu cekiyordu.
Damların kenarından tek tuk damlalar duşuyor ve boğuk sesler cıkararak sokağın camurlarına gomuluyordu. Melek yavaşca elindeki cantayı actı, icinden dort beş altın bilezikle bir cift kupe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:
-Alın bunları? Bunlar sizin galiba?- dedi. Sonra başını azıcık onune eğerek:
-Bana bunları boşuna vermişti?- diye ilave etti.
Gitmek icin dondu. Kapının kenarına dayanmış duran kucuk kızı gordu. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve cekti, sırsıklam saclarından tuttuğu başını goğsune bastırdı. Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yuzunu sıkı sıkı optu.
Bir kabahat işliyormuş gibi cabuk ve sinirli hareketlerle cantasını tekrar actı, biraz evvel aldığı bir bucuk lira yevmiye ile dunden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.
Sonra hic arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yuruyen garsonla beraber, camurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına dondu.
1937