Kader İlim Nev'indendir

Kader, CenĂ‚b-ı Hakk'ın ilminde eşyaya bicilen bir plĂ‚n ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vucuda getirmek, demek değildir. MeselĂ‚, siz kafanızda bin tane binanın plĂ‚nını tutsanız, yuzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hicbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vucuda gelmez. Onların vucuda gelmesi icin, irĂ‚de ve kudrete ihtiyac vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun icinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en kucuk bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hic duşunmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.

Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev'indendir. İlim ise daima ma'lûma tĂ‚bidir. Yani bir şey nasılsa ve nasıl olacaksa oyle bilinir. Yoksa, ma'lûm ilme tĂ‚bi değildir. Durum boyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı CenĂ‚b-ı Hak biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O'nun ilmi muhittir, her şeyi kuşatmıştır. -"CenĂ‚b-ı Hakk'ın ilmine tĂ‚bidir" şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tĂ‚biri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak icin kullanıyoruz.-

Bir tren duşunelim. Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama acısından bellidir. İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden cok once bilinir ve bazen de bu ma'lûmat matbû hĂ‚le getirilir. İşte bu bilinen netice bir plĂ‚n ve projedir. Mes'eleyi, mevzûmuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna "Kader" deriz. Şu kadar var ki, elimizdeki bu ma'lûmat ve kader, treni harekete geciren cebrî bir guc değildir. Yani tren bu plĂ‚n ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği icin bu plĂ‚n ve projede, yani trenin kaderinde bu boyle yazılıp kaydediliyor. Cunku ilim malûma tĂ‚bidir. Nasıl olacaksa oyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona gore yapılmaktadır.

CenĂ‚b-ı Hakk'ın ilmi, manzar-ı a'lĂ‚dan (cok yuksek bir nokta) olmuş ve olacak butun eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O'nun ilminde, sebep-netice, illet-ma'lûl, başlangıc ve sonuc ic icedir ve hepsi tek noktanın icine sıkıştırılmıştır. O'nun icin orada evvel-Ă‚hir, once ve sonra diye birşey yoktur. Yani CenĂ‚b-ı Hakk'ın ilmi her şeyi, butun yonleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Oyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.

İnsanın butun yaptıkları, daha once Levh-i Mahfuz'a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz'dan istinsah edilmiştir.

وَكُلَّ إِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ

"Her insanın amelini boynuna doladık." (İsra, 17/13) Ă‚yeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.

Evet, insanın yapacağı her şey onceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları onceden bilindiği icindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir guc ve kuvvet değildir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde gorulecektir ki, insan teker teker kendisi icin daha once yazılandan başka birşey yapmamıştır. Sonra CenĂ‚b-ı Hak, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere gore gorecektir.

Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum; ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu soylerler. Yani misĂ‚lî bedenin yanıbaşında, insanın serguzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yonu bulunduğuna dikkat cekerler. Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından gecenlere de belirli oranda vĂ‚kıf olunabileceğini ileri surmektedirler. ZĂ‚ten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği mĂ‚nĂ‚larla uğraşanlar, elin icindeki cizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından gececek şeyleri kısmen de olsa soyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti acık kimseler, cehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Cunku onlara gore kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vucudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere gore soylenenler gaybî olsa dahi, hakiki mĂ‚nĂ‚da gayb bu kabil ma'lûmatla sınırlı tutulamaz. YĂ‚ni bu soylediklerimiz, "Gaybı ancak Allah bilir" hukmune zıd değildir.

Allah'ın cismaniyetimize yerleştirdiği işĂ‚ret ve alĂ‚metlere bakarak, kaderi okumaya calışmak, Saadet Asrı'nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara "KĂ‚if" denirdi.

Efendimiz (sav) bu ilmin karşısına cıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kĂ‚if getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Usame b. Zeyd ile, Zeyd b. Harise'ye baktırmıştı. -Zeyd Efendimiz'in azadlısıydı. Usame de onun oğluydu. Ancak Zeyd'in aksine Usame beyaz tenliydi. Bunun icin de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu.- Efendimiz, birgun her ikisi de uyurken ustlerini ortturdu.. ve sadece ayakları gorunuyordu. Getirdiği kĂ‚if de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: "Bu ayaklar birbiriyle alĂ‚kalı" dedi. Allah Resûlu (sav) de sevincle Hz. Âişe'nin (ra) yanına giderek bu durumu haber verdi: "UsĂ‚me Zeyd'dendir ya Âişe" dedi. Fakat burada bir kĂ‚if getirmekle, halka mĂ‚l olmuş bulunan ve ictimĂ‚î hayatta bir yeri olan bu muesseseyi halkın bakış acısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. KĂ‚ifin soylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Onun icin de kĂ‚ifin soylediğinin halka mĂ‚l olmasını arzu ediyordu.

__________________