Asrımızın onemli murşit ve mubelliğlerinden birisi olan Bediuzzaman Said Nursî'den bahsetmeden once, İslĂ‚m'da tebliğ ve irşadın yerine kısaca temas etmek istiyoruz.

Tebliğ, haber ulaştırmak anlamına gelir. Istılahtaki anlamı ise: "İyi telakkî edilen her şeyi bildirmek, iyi şeylerin iyiliğini, temizliğini ve hayırlı olduğunu diğer insanlara, memleket ve milletlere ulaştırmak, yetiştirmek, onları bunu kabul etmeye davet etmektir." Kısaca tebliğ, "İslĂ‚m hakikatlerini anlatma" veya "Emr-i bi'l- Ma'rûf, Nehy-i ani'l- Munker" yapmak demektir. İrşad ise, Kur'an'da ruşd, reşed, reşĂ‚d, rĂ‚şîd, reşîd ve murşid şekilleriyle gecer. Ruşd, insanlara hak yolu gostermek ve menfaatlerini anlatmaktır. Doğru iş ve doğru yola da ruşd adı verilir. Ruşdun zıddı sapıklık (dalĂ‚let) ve azgınlık (gayy)'dır. (LisĂ‚nu'l- Arab, TĂ‚cu'l- Arûs) Faydalı ve hayırlı yola ruşd, bu yolu gosterenlere reşîd, rĂ‚şid ve murşid adı verilir; rehber ve delîl de aynı mĂ‚nĂ‚da kullanılır.

Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Tebliğ olmasaydı, peygamberlerin gonderilişi de manĂ‚sız ve abes olurdu. Allah insanlara olan lutuf ve keremini, peygamberlerle canlandırmış ve onların hayatlarıyla RahmĂ‚niyet ve Rahîmiyetini insanlık Ă‚leminde bir başka ve en onemli boyutuyla tecellî ettirmiştir. Bunun diğer insanlara aksetmesi ise, ancak tebliğ ile olacaktır. (Gulen, Sonsuz Nur, 1/161)

Kur'an-ı Kerim'in pek cok Ă‚yeti, lafzını ve niteliğini de tasrih ederek, Peygamberlerin uzerine duşen gorevin tebliğ olduğunu tekrar eder. (MeselĂ‚ bkz; Âl-i İmrĂ‚n, 3/20; MĂ‚ide, 5/92,99; Ra'd, 13/40; Nahl, 16/35,82; Nûr, 24/54; Ankebût, 29/18; YĂ‚sin, 36/17; ŞûrĂ‚, 42/48; TegĂ‚bun, 64/12). Kur'Ă‚n ve sahih sunnette tebliğin gerekliliğine o kadar yer ayrılmıştır ki, onlardan sadece birer ikişer misĂ‚l vermeye bile bu makalenin konusu ve yeri musait değildir.

Ummet, ozellikle Ă‚limler bu konuda Peygamberlerin vĂ‚risleridirler. Değişen zaman ve şartlar, farklı coğrafyalar, dinin tebliğine engel teşkil etmez. Ancak her asrın, her mekĂ‚nın kendine has ozellikleri tebliğde nazar-ı itibara alınır. Cunku butun peygamberler boyle hareket etmiştir. İslĂ‚m'ın tebliğinde butun halklar, butun milletler musĂ‚vîdir ve aynı mesuliyete sahiptirler. Irk, renk, cins, coğrafya, zaman, mekĂ‚n vs. farklar gozetilmeksizin, İslĂ‚m'ı diğer insanlara ulaştırmak butun Muslumanların uzerine farzdır. Cunku; İslam'a dĂ‚vet ve onu tebliğ vazîfesi sadece Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) ve ashĂ‚bına has değildir. Ustelik, Allah Resûlu (s.a.s.) son peygamberdir ve yeni bir peygamberin gelmeyeceği de muhakkaktır. O halde, bugun, kıyamete kadar bĂ‚ki bir dinin muntesiplerine duşen vazife nedir? En kısa cevabı: "Resûlullah'ın ve ashĂ‚bının yolunda yurumektir. Gunumuzun icapları, imkĂ‚nları icinde onların yaşadıkları cağda yaptıkları vazifelere eş vazifeler îfĂ‚ etmektir." Allah TeĂ‚lĂ‚ yuce kitabında: "İcinizden hayra cağıran, iyiliği emredip kotulukten meneden bir topluluk bulunsun." (Âl-i İmrĂ‚n, 3/104) buyurarak, bu vazifenin îfĂ‚sı icin, devamlı bir topluluğun bulunmasını emretmektedir. İşte Bediuzzaman Allah'ın bu emrine icĂ‚bet ederek, tebliğ ve irşatta bulunan onemli zatlardan birisidir.

Bu vazifenin ehemmiyetini ve aynı zamanda ağırlığını Efendimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde şoyle beyan buyururlar: "Ummetimin en hayırlısı, cahiller arasında cihad eden ve belĂ‚ya maruz kalan kimselerdir." (Deylemi, el-Firdevs, 2/174) Ve başka bir hadîs de, bu gerceği bir başka yanıyla ifade etmektedir: "İnsanların cefasına katlanarak onların arasında bulunan mu'min, onlardan ayrı durup, cefalarına katlanmayan insandan daha cok sevap kazanır." (Tirmizi, "Kıyamet", 55; İbn MĂ‚ce, "Fiten", 23; Musned, 2/43)

Evet, İslĂ‚m'dan habersiz veya haberdar olup da yaşamayan bir cemiyetin icinde bulunup "emr-i bi'l- maruf, nehy-i ani'l- munker" yapma, bir kenara cekilip kendini ibadet u taate vermekten daha ustun bir ibadettir. Eğer bu kudsî vazife, şahsî ibadetlerden daha ustun olmasaydı, Allah Resûlu (s.a.s.) evinden dışarıya cıkmaz; daimĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakk'tan gelecek tecellilere gonlunu ma'kes yapmakla meşgul olur ve insanların arasına hic mi hic girmezdi. Ve yine eğer bu vazife diğer amellerden, bilhassa uzletten daha hayırlı olmasaydı, bizzat Efendimiz (s.a.s): "Ey ortusune burunen Nebi! Kalk ve insanları inzar et!" (Muddessir, 74/1-2) hitabına muhatap olmazdı.



Bana, 'sen, şuna buna nicin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda muthiş bir yangın var. Alevleri goklere yukseliyor. İcinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını sondurmeye, imanı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kosteklemek istemiş de ayağım ona carpmış, ne ehemmiyeti var. O muthiş yangın karşısında bu kucuk hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar duşunceler, dar goruşler... Ben cemiyetin iman selĂ‚meti yolunda Ă‚hiretimi de feda ettim. Gozumde ne Cennet sevdası ne Cehennem korkusu var. Cemiyetin yirmi beş milyon (Turkiye'nin o gunku nufusu) Turk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur'an'ımız yeryuzunde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem. Orası bana zindan olur. Milletimin imanını selĂ‚mette gorursem Cehennem'in alevleri icinde yanmaya razıyım. Cunku vucudum yanarken gonlum gul gulistan olur."
(Tarihce-yi Hayat, "İsparta Hayatı")




Bediuzzaman da, bir mağaraya cekilip şahsî kemĂ‚lĂ‚tı icin uğraşmamış, bilakis gorduğu butun kotu muamelelere rağmen insanlar icinde bulunmuş, tebliğ ve irşad vazifesini yapmıştır.

Asrımızın onemli bir murşid ve mubelliği olan Bedîuzzaman hakkında boyle bir makale yazmamızın sebebi, onu pek coklarından ayıran ve one cıkaran husûsiyetlere sahip oluşudur. Onun irşad ve tebliğ sahasında en onemli ozellikleri şunlardır:



Kendini Tebliğ ve İrşada Adaması

Bediuzzaman, Cenab-ı Allah'ın "İcinizden hayra cağıran, iyiliği emredip kotulukten meneden bir topluluk olsun." (Âl-i İmrĂ‚n, 3/104) emrine icĂ‚bet ederek, tebliğ ve irşatta bulunmuştur. Ama bu icĂ‚bet oyle bir icĂ‚bet ki, vaktinin bir kısmını bu işe ayırma şeklinde değil, omrunun tamamını bu işe vakfetme şeklinde olmuştur. Zira bazı insanlar, başka iş-guclerinin yanında veya bir maaş karşılığı bu işi yaparlarken, Bediuzzaman peygamberlerde olduğu gibi "benim ucretimi Allah verecektir" diyerek, hicbir ucret talep etmeksizin, hem de butun omrunu irşad ve tebliğ vazifesine vakfetmiştir.

Hayatının gayesi tebliğ ve irşad olan Bediuzzaman, bu uğurda hic bir şeyden ve hic bir kimseden korkmamış ve her turlu tehlikeyi goze almıştır. Bunun icin de hayatını feda ettiği gibi, irşad ve tebliğinin neticesinde milletinin imanını selĂ‚mette gorme arzusuyla Ă‚hiretini dahi fedĂ‚ etmeye hazır olduğunu ifade etmiştir:

"Bana, 'sen, şuna buna nicin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda muthiş bir yangın var. Alevleri goklere yukseliyor. İcinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını sondurmeye, imanı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kosteklemek istemiş de ayağım ona carpmış, ne ehemmiyeti var. O muthiş yangın karşısında bu kucuk hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar duşunceler, dar goruşler... Ben cemiyetin iman selĂ‚meti yolunda Ă‚hiretimi de feda ettim. Gozumde ne Cennet sevdası ne Cehennem korkusu var. Cemiyetin yirmi beş milyon (Turkiye'nin o gunku nufusu) Turk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun. Kur'an'ımız yeryuzunde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem. Orası bana zindan olur. Milletimin imanını selĂ‚mette gorursem Cehennem'in alevleri icinde yanmaya razıyım. Cunku vucudum yanarken gonlum gul gulistan olur." (Tarihce-yi Hayat, "İsparta Hayatı")



Yaşadığı Donemdeki Olumsuz Şartlara Rağmen Tebliğ Ve İrşad Yapması

Her turlu dinî gayretin "irticĂ‚î hareket" olarak gorulup damgalandığı, kendi halinde ibadet eden dindarların bile rahatsız edildiği, mucerret Kur'an okumanın veya okutmanın, dinî tedrisatın yasaklandığı bir donemde yaşayan (1877-1960) RisĂ‚le-i Nûr Muellifi Bediuzzaman'ın hayatının gayesi irşad ve tebliğdir. O, boyle bir vasatta, yani değil dine hizmet etmek, dindar olmanın dahi cesaret istediği bir zamanda, pervasızca meydana atılmış ve sadece bunun icin yaşamıştır. Bu gerceği O'nun hayat ve eserlerini inceleyen cok rahat bir şekilde gorecektir.



"Ben elli-altmış senedir kufr-u mutlaka karşı imana hizmet etmek ve kufr-u mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak icin butun kuvvetimle îman hizmetindeki ihlĂ‚sın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir cĂ‚ni yuzunden on mĂ‚sumu zulumden kurtarmak icin rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattĂ‚ luzum olsa hayatımı feda etmekle, her bir tazyikata, mĂ‚nasız, luzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammul ettim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i îmaniye icin, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına cıkarıp beni tĂ‚ciz ettikleri halde, sırf hizmet-i îmaniyenin bir neticesi olan Ă‚sĂ‚yiş icin sabır ve tahammul ettim."




Hizmet Alanının Genişliği ve Ceşitliliği

Bediuzzaman'ın yaptığı irşad ve tebliğ faaliyetlerinin yeri ve zamanı yoktur. O, tebliğ ve irşad adına talebe okutur, va'zu nasihat eder, gerektiğinde harp meydanlarında mucahitlerin onunde, silah elde duşmanla yaka-paca olup savaşır, esarette duşman kumandanına karşı koyup, idam sehpasında onu duşundurur ve insafa getirir. Bir taraftan Şarkî Anadolu'da aşiretler arasında seyahatle onlara ahlĂ‚kî ve imanî dersler ve oğutler verirken, diğer taraftan Şam'da allĂ‚melere İslĂ‚m dunyasının gunu ve geleceği, problemleri ve onları cozum yolları adına en keskin ve isĂ‚betli goruş ve teşhislerini aktarır. Meşrutiyet zamanında meclis-i Meb'ûsana hitĂ‚besi ve gazetelerdeki makaleleriyle Kur'an'ın kudsî hakîkatlerini haykırır ve bu goruşlerini DivĂ‚n-ı Harb-i Orfî'de de korkusuzca dile getirir. Doğuda bir universite acmak icin, hem padişahı, hem de Ankara hukumetini razı eder. Meclis'te korkusuzca milletvekillerine hakkı tavsiye eder, hapishaneyi Medrese-i Yûsufiyye'ye cevirip, dışarıdaki talebelerine mektuplar yazarak onlara yol gosterir. En onemlisi cok zor şartlar altında RisĂ‚le-i Nur'u te'lif edip ve daha hayatında iken yazdığı RisĂ‚leleri dunyanın değişik yerlerine gonderir... Hulasa irşad ve tebliğ, Bediuzzaman'ın hayatının butununu icine alır.

Bediuzzaman, hem halk kitleleri arasında, hem de munevver tabaka icinde surekli irşadlarına devam etmiş, sınıflar arasında bir ayırım gozetmeden her gruba anlayabileceği seviyede hitap etmiştir. Dolayısıyla yazdığı eserlerde de muhataplarından kimseyi ihmal etmemiştir. Eserlerini okuyan avam, havĂ‚s ve havĂ‚ssu'l- havĂ‚ssa kadar herkes kendi seviyesine gore istifade etmiş ve etmektedir. MeselĂ‚ MuhĂ‚kemĂ‚t, havĂ‚ssu'l-havĂ‚s icin te'lif edilmiştir. Lem'alar'da yer alan İhtiyarlar Risalesi ve Hastalar Risalesi, ihtiyarlar ve hastalar icin, Genclik Rehberi gencler ve Hanımlar Rehberi de hanımlar icin te'lif edilmiştir. İlk donemindeki eserlerinde uslûb-u Ă‚lî gorulur ve yuksek ilmî meseleleler daha cok yer alırken, sonraki donem eserleri avam dahil herkese hitap edebilecek bir uslûp takip etmektedir.



HĂ‚l Ve KĂ‚l Dili Birliği

"Yaşadığını anlatmak, anlattığını da mutlaka yaşamak" bir tebliğ adamının en onemli prensiplerinden birisidir. Ayrıca tebliğ adamı, yaşanmayan sozlerin, nasihatlerin, ma'şerî vicdanda herhangi bir muspet tesir icrĂ‚ etmeyeceğini de bilmelidir. Evet, samimî olmayan soz ve davranışlara Allah (c.c.) yumun, bereket ve tesir lutfetmez. Onun icin, tebliğ adamı bu hususa cok dikkat etmelidir. O, tebliğ ve irşad yaparken kendini de unutmamalıdır. İslĂ‚m'ı once kendi icine sindirip, onu tabiatının bir yanı hĂ‚line getirmeli; namazını dosdoğru kılmalı, gerekli zenginliğe sahipse zekĂ‚tını tastamam vermeli ve her meselede Allah (c.c.) ve Resûlu (s.a.s.)'ne itaat etmelidir. Halkın arasında iken nasıl bir davranış sergiliyorsa, bunu yalnız kaldığı zamanlarda da devam ettirmeli ve gizli-acık butun davranışlarında samimî olmaya gayret gostermelidir

Bediuzzaman'ın tebliğ ve irşatta en buyuk ozelliklerinden birisi de, hĂ‚l ve kĂ‚l dili birliği icinde hakikatleri anlatması, ihlĂ‚s, zuhd ve takvĂ‚ya a'zĂ‚mî derecede ehemmiyet vermesi, Kur'Ă‚nî ve Peygamberî bir dustur olan tebliğ ve irşad vazifesinin karşılığını sadece Allah'tan beklemesi, insanlardan istiğnĂ‚sı ve onlardan dunyevî bir beklentiye girmemesidir.

Bediuzzaman'ın yazdığı eserlerin, yaptığı harikulade izahların fikirlerde ve gonullerde buyuk bir tesir icra etmesinin en muhim sırrı, başkalarına anlattığı bu hakikatleri bizzat kendi nefsinde kemaliyle yaşamasında yatmaktadır. Yani "Nicin yapmayacağınız şeyleri soyluyorsunuz?" (Saf, 61/2) ve "Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (Bakara, 2/44) Ă‚yetlerinin tokadını yememek icin o, yapmadığı şeyleri soylememiştir. BilĂ‚kis once kendi nefsine hitap etmiş ve kendisi hakkıyla yaşamış, daha sonra başkalarına anlatmıştır.

__________________