Hak Dostlarından Hikmetler
HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî Hazretleri buyurur:
“Ey Rabbim! Sana hakkıyla hamd u senĂ‚da aslĂ‚ bulunamam! ZĂ‚ten boyle bir şeyi iddiĂ‚ etmek, olum kokusunu alan bir kişi icin ahmaklıktır.
VallĂ‚hi bana ebedî bir hayat verilse ve benim AllĂ‚h’a hamd u senĂ‚ etmekten başka bir işim olmasa;
Vucudumdaki her kıla, binlerce lisan konuşabilen iki bin dil verilse;
Kalbime vesvese vererek beni meşgul etmemeleri icin nefs ile şeytan benden uzaklaştırılsa;
Ben de butun varlığımla hic ara vermeden omrumu O’nun hamd u senĂ‚sına sarf etsem;
Butun bu yaptıklarımla bir tek nîmetin bile hamdini îfĂ‚ edemem! Nerede kaldı ki tek tek veya tamamıyla butun nîmetlerine şukredebileyim… Zira şukretmek de ayrı bir nîmettir!”[1]
[Bu cihanda, idrĂ‚k edebildiğimiz ve edemediğimiz sayısız nîmetlerle perverde hĂ‚ldeyiz. O hĂ‚lde bunları lûtfeden CenĂ‚b-ı Hakkʼa ne kadar şukran ve minnettarlık duymalıyız?
Rabbimizʼe lĂ‚yıkıyla şukredebilmekten Ă‚ciziz. Bununla birlikte, Oʼna gucumuz nisbetinde şukredebilmek icin, uzerimizdeki ilĂ‚hî lûtufları sık sık tefekkur etmeli ve bunların kıymetini takdir etmeliyiz.
Zira CenĂ‚b-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkurden uzaklaşmak, gafleti beraberinde getirir. Gaflet ilerledikce de, nîmetleri lûtfeden CenĂ‚b-ı Hakkʼa karşı gonuldeki şukran duyguları zayıflar. HattĂ‚ bir muddet sonra, insanı kufrĂ‚n-ı nîmete, yani nankorluğe surukler. Bu ise, nîmetlerin elden cıkmasına ve azĂ‚ba sebebiyet verir.
Nitekim Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:
“…Eğer şukrederseniz elbette size nîmetimi artırırım. Eğer nankorluk ederseniz, hic şuphesiz azĂ‚bım cok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)
O hĂ‚lde, uzerimizdeki nîmetlerin kadrini bilmek ve şukrunu edĂ‚ etmek, yine kendi saĂ‚detimiz icin zarûrîdir. Bununsa ilk adımı, nîmetlerin tefekkurunde derinleşmektir.
MeselĂ‚ bir “goz” nîmetini duşunelim:
Şayet doğuştan Ă‚mĂ‚ olarak dunyaya gelmiş olsaydık ve bize yıllar sonra gorme imkĂ‚nı bahşedilseydi, o anda kim bilir nasıl bir sevince gark olurduk?! Gorebilme nîmetin buyukluğu, guzelliği ve ihtişĂ‚mı karşısında, nasıl hayretlere duşerdik?! Bu nîmeti lûtfeden Rabbimizʼin kudretine hayran olurduk.
Hakîkaten, renklerin ve ışığın sayısız tonunu, Guneşʼin gurubda resmettiği muhteşem manzaraları, yıldızları, mehtĂ‚bı, geceyi, gunduzu, deryaları, ormanları, hayvanları vs. CenĂ‚b-ı Hakkʼın kĂ‚inatta sergilediği muhteşem sanatın eserlerini ilk defa goruyor olsaydık, kim bilir ne kadar mesʼud olurduk!.. Sadece gorebilme nîmetinin doyumsuz zevkinden ve tĂ‚rifsiz sevincinden Ă‚deta mest olurduk. O anda gorduğumuz varlıklara, şimdiki gibi sathî ve sıradan bir nazarla değil, tıpkı derin bir okyanusa bakar gibi; ibret, hikmet ve hayranlık hissiyĂ‚tıyla nazar kılardık.
İşte gonullerinden gafleti bertaraf edebilen Ă‚rif kullar, her dĂ‚im, boylesine “ulvî bir nazar”la Ă‚lemi temĂ‚şĂ‚ ederler. Diğer insanlardaki, ilĂ‚hî kudret ve azamet tecellîlerini alelĂ‚de tabiat hĂ‚diseleri olarak gorme gafleti, onlarda bulunmaz. Gercekten, sıradan bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek meydana getirdiği tabloları bile takdirle seyrederken, coğu zaman, kĂ‚inĂ‚t ve onun HĂ‚lık’ı karşısında aynı takdir hissini duyamaz. KĂ‚inatta sergilenen ilĂ‚hî kudret tecellîlerini “sıradan şeyler” olarak telĂ‚kkî eder.
Ârif kullar ise bir ressamın yaptığı tablolar yerine, asıl sanatkĂ‚r olan CenĂ‚b-ı Hak ve O’nun eserleri karşısında hayret ve heyecan duyan, hassas bir kalp ile yaşarlar. Kudret-i ilĂ‚hiyyenin kĂ‚inatta vucûda getirdiği sonsuz hĂ‚rikalardaki ilĂ‚hî sanatın zevkine ererler.
MeselĂ‚; sermĂ‚yesi aynı toprak olan bitkilerin rengĂ‚renk yaprak ve ciceklerine, bunlardaki menevişlere, ağacların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık omru olan kelebeğin kanatlarındaki zarif desenlere, insanın yaratılışındaki hĂ‚rikulĂ‚deliğe nazar ederler. Gozun gormesi, aklın idrĂ‚k etmesi gibi sonsuz ilĂ‚hî hĂ‚rikalar ve bunların “lisĂ‚n-ı hĂ‚l” denilen sırlı beyanlarına dikkat kesilirler. Boyle Ă‚rif gonuller icin butun kĂ‚inĂ‚t, okunmaya hazır bir kitap gibidir.
Goz nîmeti hakkında zikrettiğimiz bu hakîkatleri, Ă‚deta bir şablon gibi, uzerimizde tecellî eden, duyma, yurume, akledebilme gibi butun nîmetlere teşmil edebilirsek; bu cihana sadece bunların şukrunu îfĂ‚ etmek icin geldiğimizi duşunecek kadar, minnettarlık hisleriyle dolmamız îcĂ‚b eder.
Aklı başında bir insana; “Ver gozlerini, al İstanbulʼu!” deseler, kim verir? “Ver sıhhatini, al Dunyaʼyı!” deseler, kim değişir? Akl-ı selîm sahibi hic kimse bunu kabul etmez. Zira bunun, kendisi icin ezĂ‚ ve cefĂ‚ dolu bir mahkûmiyetten farksız olacağını bilir.
Bunun icindir ki cihan pĂ‚dişĂ‚hı KĂ‚nûnî Sultan Suleyman:
Halk icinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
demiştir. Hakîkaten, sıhhat ve Ă‚fiyet uzere alınan bir nefes bile, muazzam bir devlet, yani buyuk bir nîmet, saĂ‚det ve mazhariyettir. Ecel vĂ‚desi dolan bir insan, dunyada bir nefes daha alabilmek icin butun servetini fedĂ‚ etse, yine de bu nîmete eremez.
Fakat kalplerin bu hikmet manzaralarını temĂ‚şĂ‚ edebilmesi icin, mĂ‚nen seviye kazanması zarûrîdir. Sahip olduğu cihan sultanlığına rağmen, gercek saĂ‚detin ancak yuksek keyfiyetli bir gonulle mumkun olacağını idrĂ‚k eden Yavuz Sultan Selîm Han:
PĂ‚dişĂ‚h-ı Ă‚lem olmak bir kuru kavga imiş.
Bir velîye bende olmak cumleden Ă‚lĂ‚ imiş.
demiştir. Boylece, gonul gozunu acarak ilĂ‚hî kudret ve azamet tecellîlerini kendisine temĂ‚şĂ‚ ettirecek bir velînin irşĂ‚dını, şanlı zaferlerle dolu saltanatından ustun gormuştur.
Hak dostlarından Mehmed Emin Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şoyle buyurmuştur:
“…Her bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi, nefesi alabilmek; ikincisi de aldığı nefesi verebilmek). Bunun icin her nefese iki şukur lĂ‚zımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şukur olmak uzere, yirmi dort saatte kırk sekiz bin şukur gerekir.
Bir insan butun işlerini bırakıp; «şukur, şukur» diyerek Allah TeĂ‚lĂ‚’ya devamlı hamd ve şukretse, yine de şukrun hakkını veremez. MĂ‚lûm oldu ki, Allah TeĂ‚lĂ‚’ya şukrun binde birini bile edĂ‚ edemez.”
Bunlar, uzerimizde tecellî eden maddî nîmetlere karşı şukur borcumuzla alĂ‚kalı misaller. Fakat şukrunden Ă‚ciz olduğumuz en muazzam nîmetlerin başında ise; hicbir sermayemiz bulunmadığı hĂ‚lde yoktan var edilmiş olmak, varlıklar icinde yılan-cıyan, kurt-kuş, toprak-yaprak değil de eşref-i mahlûkĂ‚t olan “insan” kılınmak, insanlar icinde ehl-i îman, ehl-i îmĂ‚n icinde 124 bin kusur peygamberin imĂ‚mı ve sertĂ‚cı olan Hazret-i Muhammed MustafĂ‚ -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ummetinden olmak, kıyĂ‚mete kadar devam edecek ilĂ‚hî mûcize Kur’Ă‚n-ı Kerîmʼe muhĂ‚tap kılınmak gelir.
Sadece bu nîmetler icin bile Rabbimiz’e şukur secdesine kapanıp bir omur başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hic” hukmunde…
Îman, Kur’Ă‚n ve Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en buyuk mĂ‚nevî servetimiz. Butun fĂ‚nî nîmet ve imkĂ‚nlar bizim olsa ve dunyada bin yıl yaşasaydık, fakat îman ve Kur’Ă‚nʼdan mahrum olup Allah Rasûlu’nu tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira, bu dunyadaki omrumuz de, dunya da fĂ‚nîliğe mahkûm… Fakat Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cĂ‚n u gonulden tĂ‚bî olmanın getireceği huzur ve saĂ‚det ise sonsuz…
O hĂ‚lde, dunyevî bir nîmete eriştiğimizde ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saĂ‚dete goturecek olan îman nîmetinin ve ummet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, surûru ve şukru icindeyiz?
İşte bunları hakkıyla tefekkur edebilmek; kula, fĂ‚nî sıkıntılar icin şikĂ‚yetin, sızlanmanın, isyĂ‚nın ne dehşetli bir nankorluk olduğunu idrĂ‚k ettirir. Onu, her hĂ‚lukĂ‚rda hamd ve rızĂ‚ ile gonul huzuruna erdirir.
Bir duşunecek olursak: Trilyonları olan bir kimse, yolda giderken cuzʼî miktar bir para duşurup kaybetse, donup ona uzulur mu? O trilyonlar karşısında o cuzʼî miktarın ne hukmu olur? Biz de, başımıza dunyevî bir musibet geldiği zaman, AllĂ‚hʼa kul, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ummet olmanın, en buyuk bahtiyarlık olduğunu duşunup sabredeceğiz. FĂ‚nî sıkıntı ve kayıplarda haddinden fazla uzulup kendini harap etmeyi, şikĂ‚yeti, sızlanmayı unutacağız. “Niye oldu, uf, of!” demeyeceğiz. Dunya imtihanlarındaki meşakkatlere mukĂ‚bil, yegĂ‚ne hak dîn İslĂ‚mʼın bir mensubu ve Âlemlere Rahmet Efendimizʼin ummeti olmanın huzur ve saadetiyle tesellî bulacağız. Bileceğiz ki CenĂ‚b-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şukretsek, yine de şukur borcumuzu tam olarak odeyemeyiz.
RivĂ‚yete gore MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- CenĂ‚b-ı Hakk’a:
“–YĂ‚ Rabbi! Sana şukrum, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şukur ister. (O hĂ‚lde Sana lĂ‚yıkıyla nasıl şukredebilirim?)” dedi.
Allah TeĂ‚lĂ‚, MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-’a şoyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şukur olarak kabul ederim.” (İhyĂ‚, IV, 163)
Şukur borcumuz sonsuzdur. Zira CenĂ‚b-ı Hak, kuluna şukredebilme nîmetini lûtfederse, bunun da ayrıca şukru gerekir. Bu hep boyle devam eder ve kul icin şukrun nihĂ‚yetine varabilmek mumkun olmaz. Bundan dolayıdır ki zelleden başka hataları bulunmayan, gunahsız peygamberler dahî, CenĂ‚b-ı Hakkʼın nîmetlerine lĂ‚yıkıyla şukredememe endişesi icinde Allahʼtan af ve mağfiret dilemişlerdir.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“AllĂ‚h’ım! Sen’in gazabından rızĂ‚na, azĂ‚bından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lĂ‚yık olduğun şekilde medh u senĂ‚dan Ă‚cizim! Sen kendini nasıl medh u senĂ‚ etmişsen oylesin!”[2] niyĂ‚zında bulunmuştur.
Boylece CenĂ‚b-ı Hakkʼa lĂ‚yıkıyla hamd u senĂ‚da bulunmaktan Ă‚ciz olduğumuzu ve bu hususta Rabbimizʼin affına sığınmamız gerektiğini ifĂ‚de buyurmuştur.
Yine Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gun Muaz bin Cebel’in elinden tutarak ona şoyle buyurmuştur:
“–Ey MuĂ‚z! AllĂ‚h’a yemin ederim ki, ben seni gercekten seviyorum. Ey MuĂ‚z! Sana her namazın sonunda:
اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ
«AllĂ‚h’ım! Senʼi zikretmek, Sana şukretmek ve Sana guzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duĂ‚sını hic bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû DĂ‚vûd, Vitr, 26)
Demek ki şukredebilmek icin de Allahʼtan yardım dilemeliyiz.
Diğer taraftan, hamd ve şukur, yalnızca dille olmaz. Gercek bir hamd ve şukur, birbirine bağlı uc unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hĂ‚l ve ameldir.
–İlim; butun nîmetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.
–HĂ‚l; nîmetlerin gercek sahibine karşı tĂ‚zim, hurmet ve muhabbet duymaktır.
–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvĂ‚l uzere yaşayıp şukru kavlen ve fiilen ifĂ‚de etmek, nîmetleri Hakk’ın rızĂ‚sına uygun olarak kullanmaktır.
Cuneyd-i BağdĂ‚dî Hazretleri fiilî şukru şoyle ifĂ‚de buyurur:
“Şukur; Allah TeĂ‚lĂ‚’nın lûtfettiği nîmetle O’na Ă‚sî olmamak ve o nîmeti gunaha sermĂ‚ye etmemektir.”
Demek ki ibadet, muĂ‚melĂ‚t, ahlĂ‚k, Allah yolunda gayret, fedakĂ‚rlık, takvĂ‚, gunahlardan sakınmak gibi Hakkʼa itaat tezĂ‚hurleriyle, hamd ve şukrumuzu fiilen de sergilemeliyiz.
Nitekim Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hayatı, bunun sayısız misĂ‚lleriyle doludur. Bunlardan birini Hazret-i Âişe-radıyallĂ‚hu anhĂ‚- VĂ‚lidemiz şoyle nakleder:
“Bir gece Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek gecireyim.» dedi. Ben de:
«–VallĂ‚hi Sen’inle beraber olmayı cok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha cok severim.» dedim.
Sonra kalktı, guzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mubĂ‚rek sakalları, hattĂ‚ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hĂ‚ldeyken BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh- namaza cağırmaya geldi. Ağladığını gorunce:
«–YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Allah TeĂ‚lĂ‚ Siz’in gecmiş ve gelecek gunahlarınızı bağışladığı hĂ‚lde nicin ağlıyorsunuz?» dedi.
Bunun uzerine Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
«–AllĂ‚h’a cok şukreden bir kul olmayayım mı?» buyurdular…” (İbn-i HibbĂ‚n, II, 386)
Şukur; nîmetlerin asıl sahibini tanımak ve onları ihsĂ‚n eden Rabbine; ozu, sozu ve davranışlarıyla itaat hĂ‚linde bir hayat yaşamaktır. Buna gore, butun nîmetlerin Hakʼtan olduğunu bilip dil ile şukretmek gerektiği gibi, o nîmetlerden mahrum olanlara ikram etmek de, fiilî şukrun en guzel tezĂ‚hurlerinden biridir.
Ayrıca, mĂ‚nen terbiye olmamış ham bir nefsin arzu ve ihtiraslarının sonu gelmez. Şukretmesini bilmeyen, kanaat ve rızĂ‚ mahrumu insanların hĂ‚lini, Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz şoyle tasvîr eder:
“İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha ister. Onun gozunu topraktan başka bir şey doyurmaz…” (BuhĂ‚rî, Rikāk, 10; Muslim, ZekĂ‚t, 116-119)
Bu dunyada gonul huzurunun kaynağı; eldekine kanaat, hĂ‚le rızĂ‚ ve nîmetlere şukurdur. Yine bunun icindir ki Ă‚rif zĂ‚tlar, bu cihanda mahrum kaldıkları nîmetlerin hasretiyle ıztırap cekmek yerine, nĂ‚il oldukları nîmetlerin kadrini bilerek gonul huzuruyla yaşarlar. GĂ‚fil kimseler ise, ellerindeki nîmetlerin kadrini bilmeyip, kendilerine takdir edilmemiş nîmetlerin hasretiyle huzursuz olurlar. NĂ‚il oldukları nîmetlerin azlığının mı, cokluğunun mu kendileri icin daha hayırlı olduğunu bilmeden, dĂ‚imĂ‚ fazlasını arzu ederler.
Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin SĂ‚lebeʼye yaptığı şu îkaz, hepimiz icin buyuk bir ders mĂ‚hiyetindedir:
“Şukrunu edĂ‚ edebileceğin az mal, şukrunu edĂ‚ edemeyeceğin cok maldan hayırlıdır…” (Taberî, CĂ‚miu’l-BeyĂ‚n, XIV, 370-372)
Diğer taraftan insanoğlu, îman anahtarı olan rûhĂ‚nî tefekkurden uzaklaştıkca, kendisine bahşedilmiş olan nîmetleri, ilĂ‚hî bir lûtuf olarak değil de tabiî bir hakkı olarak gormeye başlar. Bu ise insanı, uzerindeki sayısız nîmetleri gorebilme hususunda Ă‚deta Ă‚mĂ‚ kılar.
CenĂ‚b-ı Hak Kur’Ă‚n-ı Kerîmʼde;
“Sonra o gun (dunyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekĂ‚sur, 8) buyurmaktadır. Bu şekilde, uzerimizdeki butun nîmetlerin mesʼûliyetine dikkat cekmektedir. İşte bu Ă‚yet-i kerîme nĂ‚zil olduğunda, dikili bir cadırı bile olmayan yoksul bir sahĂ‚bî ayağa kalkarak;
“–Benim uzerimde (hesaba cekileceğim) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;
“–(İstifĂ‚de ettiğin) ağacın golgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (ictiğin) soğuk su.” cevĂ‚bını verdi. (Bkz. Suyûtî, VIII, 619)
Boylece, hicbir şeye sahip olmadığını duşunen bir insanın dahî, Ă‚hirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.
Bu anlayışla duşunecek olursak kolayca idrĂ‚k ederiz ki, doğrudan veya dolaylı olarak istifĂ‚de ettiğimiz her varlığı CenĂ‚b-ı Hak bizim icin yaratmıştır:
MeselĂ‚; golgesinden, meyvesinden, gonle ferahlık veren rĂ‚yihasından ve gozu okşayan hoş goruntusunden istifĂ‚de ettiğimiz nebĂ‚tĂ‚tı; etinden, sutunden, derisinden mustefîd olduğumuz hayvanĂ‚tı, ictiğimiz tatlı suları, diğer hayvanĂ‚ta verilmeyip bizlere lûtfedilen mustesnĂ‚ nîmetleri, Rabbimiz hep bizim icin ihsĂ‚n eyledi. Hayatımızı mumkun kılacak derecede hassas olculerle, Dunyaʼyı, atmosferi, toprağı, suyu yaratıp, butun bunları bizlere Ă‚mĂ‚de kıldı.
VelhĂ‚sıl CenĂ‚b-ı Hakkʼın bizlere ihsĂ‚n ettiği nîmetleri saymakla bitiremeyiz. Nitekim Ă‚yet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, goklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak uzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda duşunen bir toplum icin ibretler vardır.” (el-CĂ‚siye, 13)
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer AllĂ‚h’ın nîmetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şuphesiz insan cok zalimdir, cok nankordur.” (İbrahim, 34)
Demek ki dunyada hicbir şeyi olmadığını duşunen, fakr u zarûret icindeki bir insan bile -şĂ‚yet iyi tefekkur edebilirse- şukretmesi gereken nice nîmetlere mustağrak hĂ‚lde bulunduğunu anlar. Bunun neticesinde de, huzur ve şukur hĂ‚linde bulunur.
Bunun aksine insan, sayısız nîmetlere gark olmuş bulunsa da, bu nîmetler uzerinde lĂ‚yıkıyla tefekkur etmediği takdirde, hicbir şeyi yokmuş gibi, bir ic sıkıntısı, stres ve kasvet hĂ‚li yaşar. Bu hĂ‚l, gunumuzun en muhim problemlerinden biridir.
Zira kapitalist, liberalist ve materyalist sistem, insanların şuur altına dĂ‚imĂ‚;
“–Daha fazlasına sahip olmalısın, daha cok tuketebilmelisin!..” anlayışını telkin ediyor. NefsĂ‚nî iştahların reklĂ‚m ve modalarla surekli tahrik edilmesi neticesinde, insanlar hicbir nîmeti kĂ‚fi gormeyip kanaatsizliğin getirdiği rûhî buhranlardan kurtulamıyor. Bugun dunyanın bir tarafı maddî refahın zirvesinde, fakat aynı zamanda rûhî buhranların pencesinde…
Rasûlullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, gonul huzuruna erebilmemizin Ă‚deta recetesi mĂ‚hiyetinde, şu kıymetli tavsiyelerde bulunmuşlardır:
“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız! Bu, AllĂ‚hʼın, uzerinizdeki nîmetini hor gormemeniz icin daha uygun bir davranıştır.” (Muslim, Zuhd, 9)
“…Kim dîni hususunda kendisinden ustun olana bakıp ona tĂ‚bî olur, dunyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp AllĂ‚h’ın kendisine vermiş olduğu ustunluğe hamd ederse, Allah o kişiyi şukredici ve sabredici olarak yazar…” (Tirmizî, KıyĂ‚met, 58/2512)
İşte bu nebevî telkin ve tĂ‚limatların bereketiyledir ki, butun maddî imkĂ‚nsızlıklara rağmen, asr-ı saĂ‚dette bir rûhî buhrana rastlamıyoruz. Asr-ı saĂ‚det toplumu; kanaatin, zuhdun, takvĂ‚nın ve asıl hayatın Ă‚hiret hayatı olduğu gerceğini idrĂ‚k etmenin verdiği gonul huzuruna kavuşmuşlardı. Boylece şahsî problemlerini aşmış, diğergĂ‚m bir ruhla, ebedî saĂ‚det mesajını butun dunyaya taşıma dĂ‚vĂ‚sının ulvî heyecanına burunmuşlerdi.
VelhĂ‚sıl, bir bardak su ikram edene bile bir teşekkur borcu hissetmek gerekirken uzerimizdeki sayısız nîmetlerin tefekkurunde derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- butun ikramları icin Rabbimizʼe şukretmeli, Oʼnu her dĂ‚im hamd ile tesbîh etmeliyiz. LĂ‚yıkıyla şukredebilmekten Ă‚ciz olduğumuz icin de, affımızı dileyip istiğfĂ‚ra devam etmeliyiz.]
CenĂ‚b-ı Hak; hamd, şukur, zikir, rızĂ‚ ve duĂ‚ hĂ‚llerini, hayatımızın şartları değişse de gonlumuzun değişmez vasfı eylesin.
Âmîn!..
[1] Kavak, DîvĂ‚n, beyt: 1140-1146.
[2] Muslim, SalÂt, 222.
Altınoluk Dergisi
__________________